Sosyal medya denilen sanal çarşıda, insanın içindeki en karanlık, en saklı, en bastırılmış duygular ve arzular, hiçbir engel olmaksızın sahneye çıkar. Bedenin tereddüt ettiği, gözün utanıp kaçındığı, dilin toplum içinde söylemeye çekindiği ne varsa, burada kolayca akıtılır. Çünkü orada yüz yoktur, kimlik yoktur, gerçek bir sorumluluk yoktur. Böylece kötülük, hem ucuz hem de doyurucu bir şekilde sergilenir. İşte saplantılı sapık tipler de bu ucuz ve sorumsuz zeminde çoğalır; kimliksizliğin verdiği sahte cesaretle, kendisine mağdur arar.
Sapık tip, başkasının hayatına musallat olmayı bir varoluş tarzı hâline getirir. Onun için bir insan, tüketilecek bir nesnedir. Bu nesneye gözünü diker, gece gündüz izler, bir sözünü büyütür, bir fotoğrafını bozar, bir davranışını kurar ve tekrar tekrar içinden geçirir. Böylece kendi zayıflığını, kendi eksikliğini başkasının üzerinden telafi etmeye çalışır. Fakat bilmek gerekir ki bu telafi çabası, asla tamamlanmaz. Çünkü sapıklık doyuma ulaşmaz; doyuma ulaştığı anda zaten kendi sonunu hazırlamış olur. Bu yüzden sapık, her zaman aç, her zaman saldırgan, her zaman saplantılıdır.
Saplantının en belirgin özelliği, tekrardır. Normal insan bir hayale kapılır, bir kişiden etkilenir, bir süre sonra vazgeçer, gündelik hayatına döner. Saplantılı olan ise dönemez. Düşüncesi tek bir yörüngeye kilitlenir, zihni tek bir noktada donar. O noktayı binlerce kez çiğner, yeniden kurar, tekrar tekrar yazar, çizer, paylaşır. Sapığın en güçlü silahı, bitmek bilmeyen ısrarıdır. Ve bu ısrar, karşısındakini bezdirmek, yıldırmak, yorup pes ettirmek içindir. Onun dünyasında “hayır” yoktur, “istemiyorum” yoktur, “dur” yoktur. Çünkü o, karşısındakinin iradesini tanımak yerine, onu kırmak ister.
Sosyal medyada bu tiplerin en sık kullandığı maske, sahte kimlik, anonimliktir. Yüzünü göstermeden, ismini gizleyerek, kendi hayatını karanlıkta tutarak başkasının hayatına saldırır. Böylece hem kendi korkaklığını gizler, hem de karşısındakine hükmettiğini zanneder. Halbuki bu sahte cesaret, sadece kendi kişiliksizliğinin ispatıdır. Çünkü kimliğini gizleyerek konuşan, aslında kendi sözünün arkasında duramayandır. Ama sapık bunu bilmez; kendisini bir avcı sanır. Oysa o kendi içindeki boşluğun tutsağıdır.
Sapıklığın özünde küçüklük vardır. Kendini var edemeyen, kendi hayatını kuramayan, kendi benliğini taşıyamayan kişi, başkasının hayatına dadanır. Sapık tipin en temel dürtüsü, başkasının varlığını zedeleyerek kendi yokluğunu örtmektir. Kendisini bir gölge gibi yapıştırır; mağdurun her hareketinde kendi varlığını hissettirmek ister. Onun için bu, bir tatmin değil, bir yaşam tarzıdır. Çünkü başka türlü yaşayamaz. Başkasının hayatını didikleyerek, kirleterek, rahatsız ederek nefes alır. Bu sebeple sapıklık, yalnızca ahlaksızlık değil, aynı zamanda hastalıklı bir varoluş biçimidir.
Saplantı, zihnin kendi içine kilitlenmiş bir döngüsüdür. Normal düşünce akışı farklı yönlere dağılır, yeni izlenimler alır, değişir, dönüşür; fakat saplantılı zihinde bu akış tek bir yörüngeye sıkışır. Bir isim, bir yüz, bir söz, bir resim onun tüm varlığını işgal eder. Gecesi gündüzü o dar alana sıkışır. Ve insanın en tehlikeli hâli, tek bir şeye kilitlenmiş hâlidir. Çünkü çeşitlilik zihni korur, fakat tek yönlü ısrar zihni bozar. Sapık tipin bütün dünyası, işte bu bozulmuş döngünün ürünü olarak ortaya çıkar.
Saplantının temelinde bir tatminsizlik vardır. İnsan kendi hayatında bir boşluğu dolduramazsa, o boşluğu başkasının hayatına dadanarak kapatmaya çalışır. Fakat bu girişim başarısızlığa mahkûmdur. Çünkü dışarıdan alınan hiçbir şey içteki eksikliği tamamlamaz. Bu yüzden sapık, ne kadar uğraşırsa uğraşsın aç kalmaya mahkûmdur. Açlığını doyurmak için daha çok saldırır, daha çok ısrar eder, daha çok tekrar eder. Onun için sapıklık, kısır döngüye mahkûm bir varoluş biçimidir.
Saplantı, mağduru sürekli yeniden üretir. Sapık tip, hedef aldığı kişiyi kendi zihninde defalarca kurgular. Bir sözünden bin anlam çıkarır, bir fotoğrafını saatlerce inceler, hayalinde tekrar tekrar oynatır. O kişi, onun için artık gerçek bir insan değildir; bir nesne, bir fantezi, bir kurgu hâline gelir. Ve sapığın en büyük şiddeti, karşısındaki kişiyi gerçekliğinden koparıp kendi kurgusunun içine hapsetmesidir. Böylece mağdur, sapığın gözünde bir varlık olmaktan çıkar, sadece saplantının malzemesi hâline gelir.
Bu psikoloji, aynı zamanda bir güçsüzlük göstergesidir. Sapık, doğrudan ilişki kuramaz. Göz göze gelemez, yüz yüze konuşamaz, gerçek bir yakınlık kuramaz. Çünkü içten içe bilir ki karşısında hiçbir ağırlığı yoktur. Bu yüzden o, en ucuz yola sapar: uzaktan izler, gizlice takip eder, sürekli mesaj gönderir, anonim maskelerle saldırır. Böylece kendi korkaklığını saldırganlıkla örter. Ama saldırganlığının ardında hep aynı şey vardır: güçsüzlük, eksiklik, küçüklük.
Saplantının mağdur üzerindeki en yıkıcı etkisi, güven duygusunu sarsmasıdır. İnsan kendi alanında, kendi hayatında, kendi özelinde güvende hissetmek ister. Fakat sapık tipin sürekli takibi, bu güveni yok eder. Bir bakış, bir yorum, bir ima bile mağdurun zihninde huzursuzluk yaratır. Geceleri rahat uyuyamaz, gündüzleri tedirgin olur, her adımda bir gölge hisseder. İşte sapığın asıl şiddeti budur: yalnızca sözleriyle değil, varlığıyla da huzuru yok etmek.
Saplantı psikolojisi, sonu olmayan bir kuyudur. Sapık, ne kadar dibe inse de oradan çıkamaz. Çünkü dibe indikçe daha fazla dibe çekilir. Her tekrar, yeni bir bağımlılık üretir. Her ısrar, yeni bir zorunluluk doğurur. Böylece sapık tip, kendi kendisinin kölesi hâline gelir. Kendi kurduğu hapishanenin gardiyanıdır. O, mağdurunu zincire vurmaya çalışırken aslında kendi zincirlerini kalınlaştırır. Ve en nihayetinde, kendi içindeki boşluk onu tüketir.
Sosyal medyanın en tehlikeli yanı, kimliksizliğin sağladığı ucuz cesarettir. İnsan yüzünü göstermez, adını saklar, kendi hayatını perde arkasına gizler; buna rağmen başkalarının hayatına rahatça musallat olur. Sapık tipin en büyük kalkanı işte bu maskedir. Çünkü bilir ki kimliği görünür olsa, en küçük sözünün bedelini ödemek zorunda kalır. Ama anonimlik ona, bedelsiz bir kötülük imkânı verir. Böylece, korkaklığını gizlemenin huzuru içinde saldırır.
Maskenin ardına sığınan sapık, kendisini güçlü sanır. Oysa güç, yüzünü göstererek konuşabilmektir. Güç, söylediğinin arkasında durabilmektir. Güç, sözünü kimliğinle taşımaktır. Anonim olanın gücü yoktur; onun yalnızca sahte bir serbestliği vardır. Bu yüzden sapık tip, aslında en güçsüz hâlini sergiler. Maskesinin arkasından bağırır, küfreder, tehdit eder, ısrar eder. Ama o maskeyi çıkarabilse, bir çocuk gibi titrer, bir böcek gibi kaçar.
Maskeler, sapığın kendisini kandırmasının aracıdır. O sahte isimle, sahte fotoğrafla, sahte hayatla dolaşırken bir süreliğine kendini başka biri zanneder. Oysa gerçekte aynıdır; eksik, küçülmüş, tatminsiz bir benliktir. Bu yüzden maskeler çoğaldıkça, sapığın kendi hiçliği de çoğalır. Birini kaybeder, yenisini açar; bir hesabı kapatır, diğerini kurar. Çünkü onun için önemli olan kimlik değil, musallat olacağı yeni bir mecra bulmaktır.
Anonimlik, sapığın ruhunu besler; çünkü ona sınırsız bir takip imkânı sunar. Mağdur kim olduğunu bilmez, yüzünü tanımaz, izini sürmez. Böylece sapık tip, gölgelerden saldırır. Bir anda görünür, bir anda kaybolur. Bu görünmezlik hâli, mağdurun korkusunu büyütür. Çünkü insan en çok bilmediğinden korkar. Yüzü bilinen düşman, tahmin edilebilir; fakat gölgeden saldıran, bilinmeyen, hayal gücünün en karanlık taraflarını harekete geçirir. Sapık da bundan beslenir.
Maskelerin ardına gizlenen bu tipler, aslında kendilerinin de farkında değildir. Onlar için anonimlik, sadece başkalarını gizlice rahatsız etmek değil, aynı zamanda kendilerini inkâr etmektir. Çünkü sapık tip, kendi kimliğiyle var olamayacağını bilir. Kendi ismiyle konuşsa, kimse ciddiye almayacak, kimse değer vermeyecektir. O yüzden o, kendi hiçliğini saklamak için maske takar. Yani maskesiyle başkasını kandırdığını sanırken, aslında kendisini kandırır.
Anonimliğin sağladığı serbestlik, sapığın kişiliğini daha da bozar. Çünkü sınırların olmadığı yerde ahlaksızlık çoğalır. Sapık tip, maskesinin arkasında yalnızca rahatsız etmekle kalmaz; giderek daha cüretkâr, daha şiddetli, daha saldırgan olur. Ve bu noktada artık bir tehdit hâline gelir. İşte o an, maskenin sağladığı güvenlik, toplum için bir tehlikeye dönüşür.
Sapıklığın en çıplak yüzü, cinsellik üzerinden kendisini gösterir. Çünkü bu tipler için insan, bir beden, bir nesne, bir tatmin aracıdır. Kendi eksikliklerini, kendi yetersizliklerini başkasının bedeniyle telafi etmeye çalışırlar. Fakat bu çaba asla doyuma ulaşmaz. Çünkü cinsellik, sapık için bir paylaşım değil, bir işgal girişimidir. İşte bu yüzden onun arzusu, yalnızca çarpık ve bozulmuş bir takıntı hâline gelir.
Sapık tipin sözlerinde daima ima vardır. Doğrudan söylemeye cesaret edemediğini, dolaylı ifadelerle dayatır. Bir cümleye gizlenmiş kirli bir arzu, bir yorumun arasına sıkıştırılmış çirkin bir benzetme, bir gülüşün ardına saklanmış hasta bir niyet… Bu imalar, mağduru köşeye sıkıştırır. Çünkü mağdur bilir ki orada söylenmeyen bir başka anlam daha vardır. Bu da ruhu kirleten, zihni bozan, insana kendisini kirli hissettiren bir saldırıdır.
Obsesyon, sapığın zihnini esir alır. Sürekli aynı kişiye mesaj atmak, sürekli onun paylaşımlarına yorum yapmak, sürekli onun hareketlerini takip etmek… Bu tekrar, aslında sapığın kendi boşluğunu doldurma çabasıdır. Fakat boşluk dolmaz; çünkü eksiklik içtedir, dışarıdan tamamlanamaz. Bu yüzden obsesif sapık, her seferinde yeniden saldırır. Ve mağdur, her defasında yeni bir tedirginlik yaşar. Bu tedirginlik, zamanla psikolojik bir işkenceye dönüşür.
Cinsel sapma, sadece sözlerde göstermez kendini, bakışta da görüşür. Sapık tip, mağduru gözetlemeyi, izlemeyi, takip etmeyi bir ritüel hâline getirir. Onun için her fotoğraf, her görüntü, her izlenim bir malzemedir. Kendi zihninde bunları eğip büker, yeniden kurgular, saplantısına hizmet edecek şekilde kullanır. Bu durum, mağdurun bedeninin kendi elinden alınması demektir. Çünkü beden sapığın hayallerine aitmiş gibi hissettirilmeye başlanır.
Cinsel obsesyon, çoğu zaman öfkeyle iç içedir. Sapık tip, mağduru istediği gibi elde edemediğinde, bu defa saldırganlaşır. Hakaretler, tehditler, aşağılama çabaları başlar. Çünkü onun zihninde mağdur, bir “hayır” deme hakkına sahip değildir. O “hayır”, sapığın içindeki boşluğu yüzüne çarpan bir tokat gibidir. Bu yüzden sapık, reddedildikçe daha çok öfkelenir, öfkelendikçe daha çok saldırır. Bu da sapıklığın en korkunç yüzünü ortaya çıkarır: şiddete yöneliş.
Cinsel sapma ve obsesyon, sapığın kendisini ele veren en güçlü işarettir. Çünkü sıradan bir insanın sözleri ve davranışları belli bir sınırda kalırken, sapık tipin tavırları sınır tanımaz. O, durmaksızın mesaj atar, sürekli ima üretir, gece gündüz takip eder. Ve bu sınırsızlık, aslında onun içindeki boşluğun sınırsızlığını gösterir. Ne kadar doyurmaya çalışsa da kendi boşluğunu dolduramaz. O boşluk, onu bitmeyen bir sapkınlığa mahkûm eder.
Sapık tipin saldırısına maruz kalan kişinin yaşadığı en büyük yıkım, güven duygusunun çökmesidir. İnsan kendi alanında, kendi hayatında, kendi içsel mahreminde güvende olmak ister. Sosyal medyanın ilk bakışta sunduğu özgürlük ve paylaşım imkânı, sapığın musallat olmasıyla birlikte zehirlenir. Çünkü artık her paylaşım, her kelime, her görüntü bir tehdit altındadır. Mağdur, kendi alanında rahat nefes alamaz hâle gelir.
Mağdurun zihninde sürekli bir tedirginlik oluşur. Bir mesaj kutusuna gelen bildirimin sesi, kalp çarpıntısı yaratır. Bir yoruma bakarken, acaba yine o mudur kaygısı doğar. Paylaşılan her şey, sapığın bakışına malzeme olur kaygısıyla tartılır. İşte bu tedirginlik, zamanla mağdurun psikolojisini kemiren bir kurda dönüşür. Çünkü insanın en büyük ihtiyacı olan huzur, sistemli bir şekilde sabote edilir.
Mağdur, kendisini suçlamaya bile başlayabilir. “Ben ne yaptım da buna maruz kaldım?” sorusu, içten içe zihnini kemirir. Oysa gerçekte suçlu olan, sapığın kendisidir. Ama sapık tipin sürekli saldırısı, mağduru öyle bir baskılar ki, kişi kendi masumiyetini sorgulamaya başlar. Bu durum, mağdurun psikolojisini daha da yıpratır; özgüvenini zayıflatır, benlik saygısını törpüler. Böylece sapık yalnızca rahatsız etmekle kalmaz, mağdurun iç dünyasını da çürütür.
Mağdurun yaşadığı en derin acı, yalnızlıktır. Çünkü çoğu zaman bu tür saldırılar ciddiye alınmaz. İnsanlar “boş ver”, “engelle”, “ilgilenme” gibi kolay sözlerle geçiştirir. Fakat mağdur bilir ki yaşanan şey sistemli bir işkencedir. Yalnız bırakıldıkça, sapığın baskısı daha ağır hissedilir. Bu yalnızlık, mağdurun içsel gücünü tüketir. İnsan, destek görmediğinde, en basit saldırılar bile dayanılmaz bir yük hâline gelir.
Mağdur, kendi hayatını daraltmak zorunda kalır. Paylaşımlarını azaltır, sosyal medyadaki varlığını sınırlar, hatta tamamen çekilmeyi düşünür. Çünkü sapığın varlığı, özgürlük alanını çalar. Kendi alanında kısıtlanmak, kendi hayatını daraltmak zorunda kalmak, mağdurun ruhunda ağır bir iz bırakır. İşte bu yüzden sapık tip, yalnızca bir kişiye değil, bir hayatın bütününe saldırmış olur.
Bütün bu psikolojik baskılar sonucunda mağdurda bir yorgunluk, bir tükenmişlik başlar. Kendisini anlatmaya çalışır ama anlaşılmaz. Kendisini savunmaya çalışır ama ciddiye alınmaz. Kendisini korumaya çalışır ama sapığın ısrarı bitmez. Bu çıkmaz hâl, mağduru sessizliğe sürükler. Sessizlik, onun hem sığınağı hem de mezarı olur. Çünkü konuşsa dinlenmeyecektir, sustuğunda da saldırılar bitmeyecektir. İşte mağdurun en trajik hâli budur: konuşsa da sustuğunda da kaybetmek.
Sapığın saldırısı, mağdurun geleceğini de etkiler. Çünkü bir kez güven duygusu sarsılan kişi, bir daha kolay kolay güvenemez. Yeni bir paylaşım yaparken tedirgin olur, yeni bir insanla tanışırken kuşku duyar, yeni bir ilişkiye adım atarken korkar. Yani sapığın saldırısı, mağdurun hayatına gölge gibi yapışır. Bu gölge, yalnızca o anda değil, gelecekte de onun üzerinde kalır.
Sapık tipin dışarıya yansıyan saldırganlığı, aslında içeride bir zayıflığın tezahürüdür. Görünürde tehditkâr, küstah, pervasız gibi dursa da, iç dünyasında köksüz, dağınık ve çürümüş bir benlik taşır. Çünkü insanın kendisini ayakta tutan en temel unsur, kendi öz değerini inşa etmesidir. Sapık tipte bu inşa yoktur. Kendi benliğini kuramadığı için, başkasının benliğini yıkmaya çalışır. Bu yıkıcılık, onun varoluşunun tek dayanağıdır.
Sapığın içindeki boşluk, çocukluktan kalma bir eksiklik gibidir. Görülmemiş, değer verilmemiş, fark edilmemiş bir benliğin acısını taşır. O acıyı onarmak yerine, başkasına yöneltir. Başkasını yaralayarak kendisini görünür kılmaya çalışır. Ama bu çaba, sadece kendi yarasını daha da derinleştirir. Çünkü her saldırıdan sonra yine aynı boşluğa döner; yine aynı değersizlik duygusuyla baş başa kalır. Bu döngü, onun ruhunun kemirilmişliğini büyütür.
Sapık tipin iç dünyasında sürekli bir kıyas vardır. Kendini başkalarıyla ölçer, onların sahip olduklarına bakar, kendi eksikliğini daha çok hisseder. Bu kıyas, onda hem kıskançlık hem öfke üretir. Kıskançlık, mağdura saplantılı bir bağlılık olarak döner; öfke ise mağduru yıkma arzusuna dönüşür. Böylece sapığın ruhu, iki uç arasında gidip gelir: bir yandan bağımlı bir hayranlık, öte yandan yok etme isteği.
Sapığın zihninde sürekli bir kurgu vardır. Mağdurun her sözüne, her hareketine, her paylaşımına kendi yorumunu yükler. Gerçekle ilgilenmez; kendi senaryosunu kurar, o senaryoya inanır. Bu yüzden sapık tip, mağdurla değil, kendi kurgusuyla yaşar. Onun iç dünyasında gerçeklik, yerini fanteziye bırakmıştır. Fakat bu fantezi, zevk vermek yerine acı doğurur. Çünkü kurgu ile hakikat arasındaki fark büyüdükçe, öfke de büyür.
Sapığın iç dünyasını en çok besleyen duygu, intikamdır. Kendisini değersiz hisseden, küçüklüğünü fark eden bu tip, öfkesini başkasına yöneltir. Mağduru rahatsız ettikçe, kendini güçlü sanır. Mağduru yaraladıkça, kendi yarasının kapandığını zanneder. Fakat intikam, doyurucu bir duygu değildir; yalnızca yeni bir açlık üretir. Böylece sapığın ruhu, doymayan bir öfkenin içinde çırpınır.
Bu iç dünyada, aslında derin bir yalnızlık da vardır. Sapık tip, çoğu zaman yalnızdır. Gerçek ilişkiler kuramaz, kalıcı bağlar geliştiremez, dostluk ve sevgi gibi insani bağları taşıyamaz. Onun dünyasında yakınlık yoktur; yalnızca sahte temaslar, kirli imalar, saplantılı takipler vardır. Bu yalnızlık, onun ruhunu daha da çürütür. Yalnızlık büyüdükçe, sapıklık da büyür. Çünkü boşluk, kötülüğün en uygun zemini olur.
Sonunda sapığın iç dünyası, kendi üzerine çöken bir bataklığa dönüşür. Ne kadar saldırırsa saldırsın, ne kadar takıntılı davranırsa davransın, kendi boşluğundan kaçamaz. Çünkü dışarıya yönelttiği her kötülük, içerideki boşluğu daha da derinleştirir. Ve bu kısır döngü, onu hem mağdurunun düşmanı hem de kendi kendisinin celladı yapar.
Sözde ilke ve usûl adına konuşur; gerçekte derdi, hakikati dillendiren adamı susturmaktır. Çünkü hakikatin sesi çıktığında, onun bütün maskeleri düşer. Bu yüzden lafız kalabalığını silah gibi kullanır: kavramları üst üste dizer, muhatabını küçültür, sonra da hakikat söyleyeni itibarsızlaştırır. Görünüşte ölçü arıyor gibidir; gerçekte ölçüyü kendi hevesine göre eğip bükmektedir.
Gerçek hakikat adamı, kişiyi merkeze almaz; sözü hakikate bağlar. İşte tam da bu yüzden sapığın en büyük öfkesi, hakikat adamınadır. Çünkü onun varlığı, sapığın bütün çarpıtmalarını ifşa eder. Bu yüzden saldırır; çünkü karşısında bir ayna vardır ve o aynada kendi çirkinliğini görür. Görmek istemediği için de aynayı kırmaya yeltenir.
Bu tipin taktiği açıktır: Önce yüksek perdeden kavramlar dizer, sonra hakikat adamının sözlerini “usûlsüz”, “ilkesiz”, “ölçüsüz” diye damgalar. Böylece kendisini hakemin yerine koyar. Ama aslında yaptığı şey, kendi yetersizliğini örtmektir. Hakikat adamının sözü yalın ve berraktır; o yalınlık, sahte derinliği paramparça eder. Bu yüzden kelime gürültüsüne sığınır.
En büyük sapıklığı, dini bir kalkan gibi kullanmasıdır. Hakikati söyleyene saldırırken bile ayet ve hadis parçacıklarıyla konuşur. Ama bu parçaları bağlamından koparır, tersyüz eder, kendi kinine delil yapar. Böylece dinin adını kendi öfkesine ortak eder. Bu; bilinçli bir kötülüktür. Çünkü bilir ki hakikat adamı, bu oyunları görecek; bu yüzden onu “yoldan saptırıcı” gibi göstermek ister.
Toplumda en çok zarar da buradan gelir: insanlar, dini kavramlarla konuşanı otomatik olarak güvenilir sanır. Oysa en büyük kötülük, dini argümanların çarpıtılmasıyla yapılır. Böylece hakikat adamı yalnızlaştırılır, onun sesi bastırılır, sapığın sesi “dindar uyarı” gibi duyulur. Bu saldırganı koruyan bir körlük üretir, mağduru değil.
Psikolojik zeminde ise açıkça şunu görürüz: hakikat adamının varlığı, onun içindeki boşluğu ifşa eder. Kendisinde olmayanı başkasında görünce öfkelenir. O öfke, sapkın bir kıskançlığa dönüşür. Çünkü bilir ki hakikat adamı ilke peşinde değil, hakikatin kendisindedir. O ise lafızların ardında saklanan bir zavallıdır. İşte bu yüzden saldırır; çünkü kendi hiçliğini hakikatle yüzleşmeye tahammül edemez.
Dini argümanlarla hakikat adamına saldıran bu tip, gerçekte dine yerine kendi arzu ve hevasına bağlıdır. Kendi egosunu savunur, hakikati ıskalar. Saldırısı, hakikat adamını susturmaya yönelik olmaktan ziyade; kendi yıkılışını geciktirmek içindir. Ama hakikatin karşısında gecikme vardır, kurtuluş yoktur. Lafızların gürültüsü dağılır, hakikatin sesi kalır.
Bu tip, arzularını tatmin edemediğinde, onları dini lafızlarla kamufle ederek dışa vurur. Görünürde ayet ve ilke konuşur; gerçekte saplantılarını döker. Burada bir fikir çatışması yoktur. Hakikate saldırısının sebebi, bastırılmış bir şehvetin bozuk bir dille patlamasıdır.
Kıskançlık, bu zihniyetin asli yakıtıdır. Gerçek hakikat adamının sözü sedâ bulur, insanlar onu ciddiye alır; bu kişi ise kaale alınmaz. İşte o görmezden geliniş, onun için dayanılmazdır. Çünkü nitelikli hiçbir kimliği yoktur: ne fikrî bir birikim, ne ahlâkî bir duruş, ne de insana güven veren bir şahsiyet… Bu yoklukla yüzleşemediği için, öfkesini hakikat sahibine yöneltir.
Hasedi, onu sürekli zehirler. Kendi yazdıkları dikkat çekmezken, başkasının sözü değer bulduğunda kıvranır. Bu kıvranış, lafız kalabalığına dönüşür. Ama aslında bütün yazıları tek bir bağırıştır: “Ben de varım, beni görün!” Görülmediği için daha çok bağırır; ama her bağırışı, daha çok gülünçleşir. Çünkü sahici olmayan ses, ne kadar yükselse de sedâ bulmaz. Çünkü sahici olmayan ses, ne kadar yükselse de sedâ bulmaz.
Onun dini kavramlarla süslenmiş cümleleri, aslında ruhsal hastalığının belirtileridir. Sağlam bir zihnin üreteceği berraklık yoktur; yerine karmaşık, boğucu, sindirici bir dil vardır. Bu dil psikozun yankısıdır. Kendi kırık benliğini konuşturur. Yazılarında bozulmuş bir ruhun çırpınışı görülür.
Cinsel sapmalar da bu zihniyetin karanlık katmanındadır. Açıkça söylemeye cesaret edemediklerini, dini lafızların arasına gizler. Nasihat diye kurduğu cümlelerin arasına, imalar sızar. “Edep” diye başlayan sözleri, sapkın bir takıntının maskesidir. Çünkü o, insana şahsiyet olarak bakamaz; hep bedene, hep hazza, hep bastırılmış arzusuna odaklanır. Bu yüzden sözleri, ne kadar dinî görünse de, altından sürekli bir kir taşar.
Aslında en büyük sebep şudur: bu kişi, hakikatin meclisinde bir kimlik sahibi olamamıştır. Nitelikli bir varlık ortaya koyamamış, bir ilimle, bir sanatla, bir hakikatle anılmamıştır. Boşlukta kalmıştır. İşte o boşluk, onu çıldırtır. Çünkü varlığının tek yolu, hakikat adamına saldırmaktır. Böylece kendi hiçliğini unutturacağını sanır. Ama saldırdıkça daha da açığa çıkar: o, boşluğun ta kendisidir.
Öyleyse bütün bu dini argümanlı saldırılar, aslında bir feryattır: karşılanmamış arzuların feryadı, kıskançlığın feryadı, görülmeyişin feryadı… O feryat, lafızlarla süslenip dinin dili gibi sunulur. Fakat gerçekte kendi yarasına konuşur. Ve o yara her cümlede daha da kanar.
Onu en iyi tanımlayan şey kayıptır. Çünkü arzuladığını kaybetmiş, kurduğu oyunu kaybetmiş, sinsi planları deşifre olmuş bir zavallıdır. Gizlice kurduğu düzen bozulmuş, kurduğu tuzaklar açığa çıkmış, maskesi düşmüştür. İşte bu yüzden saldırır; çünkü elinden alınan şey hakikat değil, kendi çıkarıdır. Hakikate düşmanlığının asıl sebebi budur: oyunun bozulması.
Hırsı öyle bir noktaya gelir ki, namus, şeref, haysiyet gibi kelimeleri bile ayaklar altına almaktan çekinmez. Zaten bu değerlerin ne olduğundan haberi yoktur. Sözlerinde bu kavramlar geçse de, hayatında karşılığı yoktur. Namus onun için bir kalkan, şeref bir vitrin, haysiyet ise sadece dilden düşmeyen bir kelimedir. Özünde ise bu kavramların zerresini taşımayan, karanlıkla yoğrulmuş bir ruhtur.
Hayatı aydınlıkla hiç temas etmemiştir. Tek sermayesi karanlıktır. Gündüzde gölgeler arar, gecede maskeler takar. Hayatını hep gizlilik, sinsilik, perdeleme üzerinden kurmuştur. Çünkü açıkta kalırsa çürümesi görünür hâle gelir. Bu yüzden lafızların ardına saklanır, ama saklandığı her cümle, içindeki boşluğu daha çok ortaya çıkarır.
Toplumun gözünde hiçbir ağırlığı yoktur. Ciddiye alınmaz. Konuşur ama kimse dinlemez, yazar ama kimse değer vermez. Kaale alınmadıkça öfkesi büyür, öfkesi büyüdükçe daha çok saldırır. Çünkü aslında öfkesinin kaynağı, hakikat adamı değildir; kendi görünmezliğidir. Görünür olamayan bir varlığın çırpınışıdır bu.
Kendisini büyük göstermek için dini kavramlara tutunur. Ama o kavramları dile getirdiğinde, ardında boş bir kabuk görünür. Hakikatin yükünü taşımak yerine, kelimelerin gürültüsünü çıkarır. Çünkü onun hayalini süsleyen tek şey, bir gün bir şey olabilmektir. Ama gerçekte hiçbir şey olamamış, hayallerinde bir kahraman, hayatında ise silik ve ezik bir gölge olarak kalmıştır.
Onu tanımlayan en ağır gerçek şudur: İçinde asla tamamlanmamışlık vardır. Kendisini var edememiş, başkasını yıkarak var olmaya çalışmıştır. Ama yıkmaya çalıştığı hakikat adamı karşısında her defasında başarısız olmuştur. Çünkü hakikat, onun sinsi planlarını her defasında açığa çıkarmıştır. Bu yüzden artık sadece çırpınır: ezilmişliğinin, silikliğinin, kimliksizliğinin çırpınışı.
O, arzusu elinden alınmış bir hırslı, düzeni bozulan bir zavallı, namus ve şereften bihaber bir hasta, kimsenin ciddiye almadığı silik bir gölge, hayallerinde bir şey, gerçekte hiçbir şey olmayan bir eziktir. Ve dini argümanlarının ardında gizlenen tek gerçek budur: karanlık ve hiçlik.
Onun en temel yarası şudur: sıhhatli bir aileye sahip olamamıştır. Bir yuvanın sıcaklığını, sadakatin güvenini, sevginin sükûnetini tatmamıştır. Bu yüzden aileyi diline pelesenk eder ama hayatında karşılığı yoktur. Bir evin huzurunu bilmediği için, başkalarının huzurunu bozmakla teselli bulur.
Sadakat içinde bir sevgiyi hiç yaşayamaz. Çünkü sadakat, dürüstlük ve süreklilik ister. Onun iç dünyası ise dağınık, kırık ve hastalıklıdır. Sevgi onda bir bağ değil, bir takıntıdır. Sadakat onda bir vefa değil, bir esarettir. Bu yüzden “sevgi” dediğinde bile kastettiği şey, kendi arzularının doyurulmasıdır.
Toplum içinde bir ismi yoktur. Onu hatırlatan, ondan bahseden, adını ciddiyetle anan bir çevre bulunmaz. Bu yüzden kelimeleri çoğaltır, yazıları uzatır, bağırır, öfkelenir. Fakat bütün bu gürültü, isimsizliğinin çığlığıdır. Bir kimliği olmadığı için, kelimeleri kimlik yerine koyar. Ama kelimeler ne kadar çoğalırsa çoğalsın, içindeki yokluğu örtemez.
Bir statüye de ulaşamamıştır. Ne ilimde, ne fikirde, ne sanatta, ne toplumsal konumda kalıcı bir yer edinmiştir. Bu yüzden en kolay yolu seçer: dinin kavramlarını kullanarak üstünlük iddiasında bulunur. Fakat bu iddia, boşluktan başka bir şey doğurmaz. Çünkü statü, emekle ve değerle kurulur, laf ile değil. Onda bunların hiçbiri yoktur.
Bütün bu eksiklikler birleştiğinde ortaya çıkan şey açıktır: sıhhatli bir aile görmemiş, sadakatli bir sevgiyi yaşamamış, toplumda bir isme sahip olamamış, bir statü kuramamış bir ezik… Yani temeli olmayan bir yapı, ruhsuz bir gölge. Onun dini argümanlarla saldırısının ardında bu eksiklikler vardır. Hakikat adamına saldırısı, aslında kendi yoksunluğunun bağırışıdır.
O, aslında kendi eksikliklerine düşmandır. Ama bu düşmanlığı kendi üzerinde taşıyamadığı için, onu başkasına yöneltir. Hakikat adamına saldırır, çünkü kendi hayatında sıhhat, sadakat, isim ve statü yoktur. Başkasında gördüğü her şey, onda olmayanın kanıtıdır. Bu yüzden saldırısı kendi yarasına karşıdır.
Onun cinnetini besleyen şey, kendi hayatındaki eksiklik değildir yalnızca; başkasında gördüğü bütünlüğün kanıtıdır. Hakikat adamında bir ışık, bir sebat, bir berraklık vardır. İşte bu ışık, kendi karanlığını görünür hâle getirir. Kendi yokluğunu yüzüne çarptığı için de kıskançlık onu yer bitirir. Bu kıskançlık, basit bir hoşnutsuzluktan ziyade; ruhunu kemiren bir zehir gibidir.
Başkasında sadakatle kurulmuş bir sevgi görünce öfkelenir. Çünkü kendisi böyle bir bağ kuramamış, kurmaya da muktedir olamamıştır. Başkasında bir aile görür, kendi aile yoksunluğu derinleşir. Başkasında bir isim, bir ağırlık, bir statü görünce, kendi silikliği tahammül edilmez hâle gelir. Bu yüzden saldırır; çünkü saldırmazsa çıldıracaktır. Saldırının arkasında kıskançlığın deliliği vardır.
Bu öfke, onu sürekli hırçınlaştırır. Kaybettiğini geri getiremez, eksikliğini kapatamaz, yoksunluğunu dolduramaz. Ama başkasının varlığı, her an ona bu gerçeği hatırlatır. İşte bu yüzden cümlelerini uzatır, lafızları çoğaltır, dini kavramları istismar eder. Hepsi tek bir amaca hizmet eder: kendi eksikliğini gizlemek. Ama ne kadar gizlerse, eksiklik o kadar büyür, çürük o kadar kokar.
Hakikat adamı onun kendi yokluğunu açığa çıkaran bir aynadır. O aynaya baktığında sadakatsizliğini, sevgisizliğini, aile yoksunluğunu, kimliksizlik ve statüsüzlüğünü görür. Bu yüzden aynayı kırmak ister. Ama bilmez ki aynayı kırsa da suret değişmeyecektir. Kendi yüzü yine aynı kalacaktır: hırstan kavrulmuş, hasetten çürümüş, sapkınlıktan kararmış bir yüz.
Çıldırmasının sebebi işte budur: kaybettikleri geri dönmez, eksiklikleri tamamlanmaz, yoksunlukları giderilmez. Ama başkasında olan her şey, onun kaybettiğini her gün yeniden hatırlatır. Bu yüzden hakikat adamına saldırırken aslında kendi yokluğuna saldırır. Kendi içindeki boşluğu yumruklar; ama boşluk yumruklandıkça büyür, büyüdükçe onu tüketir.
Ortaya çıkan manzara ağırdır: sapıklığını dini kavramlarla süsleyen bir zavallı, kıskançlığından kuduran bir ruh hastası, hasedinden körleşmiş bir kimliksiz, ciddiye alınmadıkça çırpınan bir silik… Hayatında ışık olmayan, başkasının ışığını söndürmeye çalışır. Ama hakikatin ışığı sönmez; sönmeyen o ışık, onun cinnetini daha da büyütür.
Onun en çıplak zaafı, meydan korkusudur. Herkese açık bir ortamda tartışmaya davet edilse, tek kelime edemez. Çünkü kullandığı cümleler kendisine ait değildir. Kendi aklının mahsulü yoktur; ezberden parçalar taşır, başkasının sözlerini kopyalar, lafızları üst üste dizer. Fakat o sözler, onun zihninden doğmadığı için tartışma anında çöker. Hazır metin olmadan, başkasından aldığı kalıp olmadan konuşamaz.
Kopyacıdır; çünkü kendisinde üretim yoktur. Sahtekârdır; çünkü bu kopyaları kendi sözüymüş gibi sunar. Ama herkesin gözü önünde konuşmaya çağrıldığında maskesi düşer. Çöker, susar, bocalar. İşte o yüzden hep perde arkasında kalır, yazının arkasına saklanır, lafızlarla gölgede dolaşır. Çünkü açık alanda, hakikat adamının yanında, tek bir sağlam cümlesi bile yoktur.
Onun sahteciliği yalnızca kopyalamakla sınırlı değildir. Kendi eksikliğini gizlemek için, başkalarının sözlerini büyütür, kendi sözünü küçültür, sonra da hepsini kendisine mal eder. Böylece birikim sahibi gibi görünmeye çalışır. Fakat birikim başkasından devşirilen kelimelerle kurulmaz. Niteliksizlik, eninde sonunda ortaya çıkar. Bu yüzden sahte parlaklığı, en ufak bir sorguda dağılır.
Kendi sözünü kuramadığı için, sürekli başkalarının cümlelerinin arkasına sığınır. Bu da onun ruhsal korkaklığının kanıtıdır. Çünkü sahici bir insan, kendi kelimesini kurar, kendi sözünü taşır, kendi iddiasını savunur. O ise sahici olamadığı için, sahte kalıpların içine saklanır. Onun dilindeki yükseklik, kendi düşüklüğünü gizlemekten başka bir işe yaramaz.
Asıl mesele şudur: hakikat adamı meydanda çıkar, sözünü açıkça söyler, kavgasını yüz yüze verir. O ise gölgede kalır, lafız kalabalığının arkasına saklanır, sahte alıntılarla var olmaya çalışır. Bu yüzden topluluk önünde konuşmaya çağrıldığında, susar; çünkü sahici sözü yoktur. Onun bütün iddiası, yazının karanlık köşelerine sıkışmıştır.
Karşımızda duran, kopyacı bir sahtekârdır. Üretmeyen, sadece taşıyan; taşırken de kirleten… Açık ortamda bir tartışmaya çıkamayacak kadar korkak, kendi sözünü kuramayacak kadar yetersiz, başkasının kelimeleriyle yaşayan bir zavallı. Onun dini argümanlı yazıları, korkunun, sahteciliğin ve kopyacılığın belgeleridir.
O bir sahtekârdır; daha doğrusu, sahtekarın sahtekârı. Kendi hayatında inşa edilecek hiçbir şey kuramamış, başkalarının emeklerini çalıp üzerlerine sünger çekmiş bir parazittir. Kelimeleriyle insanları zehirler; kelimeleri başkasından çalınmış, ruhu başkasının gölgesinden ibaret olduğu için sesini ancak ödünç cümlelerle kurar. Meydana çağrıldığında dilsizleşen, gerçek tartışmadan kaçan bir kopyacı; sahici bir karşılığın olmadığı her an daha da çirkinleşir.
Onun dilinde namus, şeref, haysiyet gibi ağır kavramlar, birer aksesuar, birer kostümdür - içi boş, sahte. Gerçekte bu kelimelerin ne olduğunu bilmez; bilseydi onları ayakkabı gibi yere sermezdi. Kaldırıp baktığında avuçlarında yalnızca kir olur. “Namus” diyorsa şuursuzca gösteriş içindir; “şeref” derken gözünün içinde hesap vardır; “haysiyet” dediğinde aslında pazarlık yapar. O kavramların ağırlığını taşımak yerine, onları çiğneyip yere atmayı seçen alçaktır.
Kıskançlık onun damarlarında taşır; başkalarının ışığı onun gövdesini ısıtmaz, yakar. Hakikat adamı bir tek kelime söylediğinde, çirkinleşerek, saldırarak cevap verir - çünkü gerçeğin karşısında duracak bir omurga yoktur onda. Görünürde yükselebilmek için kutsaldan bahseder; içte ise basit bir insanî zaafın kurbanıdır: görülmeme, değersizlik, küçüklük. Kendi içindeki boşluğu dolduracak tek şey yoktur; dolayısıyla başkalarının varlığı ona zehir gibi gelir.
O bir cobbled-up imamdır: ezberden okunan ayetlerin yankısı, kendi vicdanının sustuğu sessiz bir boşluktur. Dini lafızları, merhametten ziyade, korkuyu inşa etmek için kullanır. Lafızları sopaya çevirir; vicdanı ile hareket etmez, iradeyi köreltir. İnsanların içindeki en hassas sızı - Allah korkusu, suçluluk - onun elinde bir çekiçtir; bunu salladıkça, hedef aldığı insanın ruhunu ezerken kendini bir an dindar sanır. Fakat dindarlığın ölçüsü dürüstlük ve adanmışlıktır - ki bunların hiçbiri onda yoktur.
Çıplak gerçeğin karşısında titreyen bir korkak, gizli bir yalancı, maharetli bir taklitçidir. Kendi sözü yoktur; başkasının sözünü çalar, cilalar, sonra sahte bir vicdanmış gibi sunar. Ve en acıklı yanı: çalarken bile mide bulandırıcı derecede beceriksizdir. Sözleri, okurun dilinde bir çatlak gibi dökülür; samimiyetin sızısını hissetmeyenler için bile itici bir kokudur. Bir cümlesini al, çevir; altından hep aynı his çıkar: yetersizlik ve pislik.
Bu kişi, kan bağı ile kurulmamış aile denen şeyi, yoldaşlığı, kardeşliği, sevgi denen sürekliliği hiç bilmemiş; o yüzden başkalarının birlikteliğini huzurunu, sadakatini, güvenini bozmaktan haz duyar. Kendi hayatındaki eksikleri, başkalarının hayatlarına çamur fırlatarak gizlemeye çalışır. Bu, yalnızca ahlâksızlık değil; küçük bir aklın intiharıdır. Sevginin, sadakatin, ismin, statünün ne olduğunu bilmeyen birinin kutsalı sömürüye açması, sadece izlemeye değer bir rezilliktir.
Ve en nihai hakikat: o bir zillet, alçak bir rüşvetçi değildir sadece; o bir utanmazdır. Kendi onursuzluğunu örtmek için kutsalı örter; kutsalı kirletmekten zerre utanmaz. Öfkesinin, hasedinin, arzularının karanlığı, her yazısına sinmiştir. Yazılarına bakınca insan, bir ruhun çöktüğünü, bir aklın eridiğini görür. O, başkalarının gözünde bir şey yapamayan, kendi içinde çürüyen küçük bir adamdır.
Seni meydan okuyan biri olarak tasvir etse de, meydanda tek yapacağı şey saklandığı metinleri tekrar okumaktır. Sesini ödünç alır, cesaretini başkalarının kılıflarına gizler. Kimsesizdir; kutsalın adını ağızda gezdirerek yalnızca kendini bağışlatmaya çalışır. Ama unutma: hangi kostümü giyersen giy, sabah olurken giysinin altı görünür; yırtıklar, lekeler, çıplak gerçek ortaya çıkar.
Onun en belirgin çarpıklığı, bir hayatı hiç tanımadan hüküm vermesidir. Birkaç kırıntıya bakar, cımbızladığı satırlarla karar çıkarır. Bir insanı bilmeden, geçmişini, yolculuğunu, mücadelesini, derinliğini görmeden damgalar. Bu acelecilik, aynı zamanda hasedin ve kini örtmeye çalışan bir hoyratlığın ürünüdür.
Hakikat adamının tavrı ise bütünüyle başkadır. Hakikat adamı, birini muhatap aldığında, onun hayatını bütün yönleriyle tanır. Sözünü rastgele kurmaz; bilgi ve idrak üzerine kurar. Sözünün ağırlığı, muhatabını eksiksiz bilmesinden gelir. Çünkü hakikat sözü, parçadan ziyade, bütünün bilgisinden doğar.
Sapık olan ise parçadan hüküm çıkarır. Parçanın kolaylığını seçer çünkü bütüne girerse kendi cehaleti açığa çıkar. Bütün, sabır ister; araştırma ister; insaf ister. Oysa onda sabır yoktur, insaf yoktur. O sadece kolay olanı seçer: kırıntıya bakıp karalama yapmak. İşte bu yüzden sözü de değersiz, hükmü de çürüktür.
Hakikat adamı muhatap aldığında, karşısındakinin sevinçlerini de bilir, acılarını da; kazançlarını da görür, kayıplarını da. Yani bir bütünü kavrar, o bütünün içinden konuşur. Sapık ise yalnızca kendi çarpık bakışını dayatır. Gerçeği öğrenmeye niyeti yoktur; hüküm vermek için malzeme arar. Onun “gerçekçilik” dediği, aslında kör bir çarpıtmadır.
Bir hayatı tanımadan hüküm vermek, bir binayı sadece çatısına bakarak yıkmaya kalkmak gibidir. Hakikat adamı, binanın temeline iner; kolonlarını, duvarlarını, odalarını tanır. Sapık ise bir tuğlaya bakar ve bütün yapı hakkında hüküm verir. Bu yüzden onun sözü, hakikati temsil etmez; yalnızca kendi dar, hasta bakışını yansıtır.
Hakikat adamının sözü isabet eder çünkü bütünden doğar; sapığın sözü isabetsizdir çünkü parçadan uydurulur. Hakikat adamı muhatabını tanıdığı için sözünde hakkaniyet vardır; sapık tanımadığı için sözünde iftira vardır. Bu fark, hakikatin adamıyla sahtekârın ayrıldığı en kesin noktadır
Bütünden korkar, çünkü bütün karşısında çıplak kalacağını bilir. Bütüne girmek, sabır, emek ve insaf ister. Onda bunların hiçbiri yoktur. Sabır yerine acelecilik, emek yerine kopyacılık, insaf yerine kin vardır. O yüzden bütüne yaklaşmaz; kırıntıya yapışır. Çünkü kırıntı, onun çarpıtmaya en elverişli malzemesidir.
Parçaya sıkışmasının sebebi cehalet değil sadece, aynı zamanda korkudur. Bütün karşısında boğulur. Çünkü bütünü görebilmek için akıl, hafıza, sebat gerekir. Onda akıl da sınırlı, hafıza da zayıf, sebat da yoktur. Parça ona bir sığınaktır: orada küçük bir hüküm kurar, kendini dev aynasında görür. Ama bütüne çıktığında cüceliği anlaşılır.
Hakikat adamı bütüne bakar, çünkü hakikatin yeri bütündür. Bir insanı tanırken parçaları birleştirir, geçmişiyle bugünü, içiyle dışı, sözüyle ameli arasında bağ kurar. Bu bağ, onun sözünü isabetli kılar. Cımbızcı ise bağdan korkar, çünkü bağ kurulduğunda kendi sahtekârlığı görünür. Bu yüzden parçayı sever: parçayla oynar, parçayı eğip büker, ama bütünü asla göze alamaz.
Psikolojik olarak bu davranış, eksiklik bilincinden doğar. O kendi yetersizliğini bilir, ama itiraf edemez. Bütünle yüzleşse, bu yetersizlik ifşa olur. O yüzden bütünle karşılaşmamak için parçayı kutsar. Parçayı büyütür, parçayı abartır, parçayı hakikat yerine koyar.
Ama hakikat, parçayla değil bütünde görünür. O yüzden sapığın her sözü, kendi korkusunu yansıtır. Her cımbızladığı cümle, onun bütünden kaçışının işaretidir. Hakikat adamı bütüne bakar, sözü isabet eder; o parçaya bakar, sözü çürür. Çürümenin kaynağı da budur: bütünden korkan, parçada boğulur.
Onun bütün karşısındaki korkusu, yalnızca bilgisizliği değil, ruh hastalığının delilidir. Bütünden kaçışı, kendi yokluğunu gizleme çabasıdır. Parçaya tutunarak yaşar, kırıntılardan kendine pay çıkarır. Ama kırıntıyla beslenenin karnı doymadığı gibi, zihni de asla doymayacaktır. Ve aç kaldıkça daha da saldırgan, daha da kıskanç, daha da hasta hâle gelir.
Hakikat adamının sözü çıktığında onun yüzünde ilk beliren şey öfkedir. Çünkü o söz, kendi bütün yalanını açığa çıkarır. Cımbızladığı kırıntılar, süslediği kelimeler, çaldığı fikirler bir anda dağılır. Hakikat, onun bütün yetersizliğini göz önüne serer. İşte o anda kontrolünü kaybeder. Bağırır, saldırır, iftira eder, küfre varan cümleler kurar. Çünkü başka çaresi yoktur: hakikatin karşısında akıl işlemez, sadece öfke kalır.
Onun çıldırması, hakikat adamının sesiyle aynaya bakması gibidir. Aynada kendi rezilliğini görür. Bütün hayatı boyunca gizlemeye çalıştığı boşluk, bir an içinde açığa çıkar. Sözümona dindarlığı, süslü kelimeleri, tumturaklı yazıları… Hepsi bir perdeydi. Hakikat adamı konuşunca perde yırtılır. Yırtılan perdeden görünen şey, hasetle, sapkınlıkla, kıskançlıkla çürümüş bir ruh olur.
Çıldırmasının bir başka sebebi de şudur: Onu kimse ciddiye almazken, hakikat adamının sözü sedâ bulur. İnsanlar hakikatin sesine kulak verir; onun sesi ise duvarlarda çarpıp geri döner. Bu kıyas, ona işkence gibidir. Çünkü bütün ömrü, görülmek, fark edilmek, bir şey olmak hevesiyle geçmiştir. Fakat hakikat adamı bir tek cümleyle bütün varlığını gölgeler. Bu gölgeleniş, onun cinnetini körükler.
Hakikat adamı konuştukça onun hasta ruhu daralır. Çünkü hakikat, onun bütün arzusunu boşa çıkarır. Sapık olan, başkalarının iradesini kırarak var olabileceğini sanır. Hakikat adamı ise sözünü diriltir, ayağa kaldırır. İşte bu yüzden çıldırır: kendi oyunları çöker, kendi maskeleri düşer, kendi düzeni darmadağın olur. Çıldırması, kaybettiği düzenin çığlığıdır.
Hakikat adamının sözleri, onun için bıçak gibidir. Çünkü her söz, kendi içindeki eksikliği kesip açar. Her söz, kendi yalanlarını kanatır. Bu yüzden dayanamaz. Hakikat adamı ne kadar konuşursa, o o kadar bağırır. Hakikat adamı ne kadar sükûnetle durursa, o o kadar çırpınır. Çünkü hakikat, çirkinliği sessizce teşhir eder; çıldırmak ise bu teşhirin önüne set çekme çabasıdır.
Hakikat adamının sözü onun cinnetinin sebebidir. Çünkü hakikat karşısında bütün yalanları çöker, bütün maskeleri düşer, bütün düzeni dağılır. Hakikat adamı sözünü sakin bir berraklıkla söyler; o ise kudurmuş bir öfke ile saldırır. Hakikat büyüdükçe o küçülür, küçüldükçe çıldırır, çıldırdıkça rezil olur.
Hakikat adamının konuşması onun için ağırdır; fakat suskunluğu çok daha ağırdır. Çünkü sözün karşısında hiç değilse bağırabilir, küfür edebilir, iftira atabilir. Ama suskunluğun karşısında yapabileceği hiçbir şey yoktur. Sessizlik, onun içindeki boşluğu ayna gibi yansıtır. Ve o an şunu fark eder: hakikat adamı konuşsa da suskun kalsa da kendisini tüketmektedir.
Suskunluk, sapığın en büyük kâbusudur. Çünkü onun bütün çabası, hakikat adamından bir tepki koparmaktır. İster öfke, ister cevap, ister tartışma… Yeter ki onun varlığı fark edilsin. Ama hakikat adamı suskun kaldığında, sapık yok sayılır. Yok sayılmak, onun için ölüm gibidir. Çünkü varlığını başkasının dikkatiyle ölçer. O dikkat çekmeyince, kendi hiçliğiyle baş başa kalır.
Hakikat adamının sükûtu, kelimelerden daha keskindir. O susarken bile ağır bir hakikat taşır. Sapık ise bu suskunluğun altında ezilir. Çırpınır, daha çok bağırır, daha çok saldırır, daha çok iftira eder. Ama ne kadar bağırırsa bağırsın, suskunluğun ağırlığını kaldıramaz. Çünkü hakikat adamı susarak bile üstün, o bağırarak bile zavallıdır.
Suskunluk, sapığın içindeki çürümenin ortaya çıkmasına yol açar. Çünkü hakikat adamı konuşmadığında artık karşılaştıracağı bir söz kalmaz. Geriye yalnızca kendi sesi kalır. O ses, boş, dağınık, anlamsızdır. Kendi sözünü kendi duyar, kendi çirkinliğini kendi fark eder. Bu fark ediş, cinnetini körükler. Çünkü suskunluk, bütün maskelerini düşürür.
Hakikat adamı sessiz kaldığında, sapığın bütün oyunları boşa çıkar. Ona saldırmak için malzeme kalmaz. İftira kurar ama karşılık bulamaz. Karalama yapar ama sedâ almaz. İşte bu sedâsızlık, onun delirmenin eşiğine gelmesine sebep olur. Çünkü o ancak çatışmada var olabileceğini sanır; çatışma olmayınca kendi yokluğunu görür.
Hakikat adamının suskunluğu bile, onun için dayanılmaz bir tokattır. Sözde varlığını kurmak için bağırır, ama sessizliğin içinde boğulur. Hakikat adamı konuşsa küçülür, suskun kalsa yok olur. İşte onun cinneti bundandır: sözle de ezilir, sükûtla da silinir. Ne yaparsa yapsın, hakikatin karşısında erimekten kurtulamaz.
Onun yazıları dışarıya bir çağrı gibi görünür, ama aslında boşluğa atılmış çığlıklardır. Hakikat adamının sözü sedâ bulur, insanın kalbine işler, zihinlerde yer eder. Onun sözleri ise duvarlardan çarpıp geri döner, kendisine çarpar. Kimse kulak vermez, kimse ciddiye almaz. Bu sedâsızlık, onun asıl cehennemidir.
Her cümlesiyle görünür olmak ister, ama görünmez. Her kelimesiyle dikkate alınmak ister, ama alınmaz. Bu alınmayış, her ifadesini daha da hırçınlaştırır. Çünkü varlığını başkasının dikkatine bağlamıştır. Dikkat bulamayınca kendi hiçliğiyle yüzleşir. Hiçlik onu çeker, içine hapseder. Bu yüzden yazdıkça tükenir, tükenince daha çok yazar.
Hakikat adamı bir tek sözle insanları toplar; onun yüzlerce lafı bile tek bir kişiyi ikna edemez. İşte buradadır asıl acısı. Görür ki, kalabalığa ulaşmak için çırpınır ama kalabalığın ortasında bile yapayalnızdır. İnsanların gözünde ağırlığı yoktur, ciddiyeti yoktur. Bu yokluk, onun kendi içindeki boşluğunu daha da büyütür.
Sedâsızlık, yalnızca bir sessizlik değil, aynı zamanda alaydır. Çünkü insanlar onu görür, duyar, ama umursamaz. Görmezden gelinmek, reddedilmekten daha ağırdır. Reddedilen, hiç değilse muhatap alınır. Görmezden gelinen ise yok sayılır. O, işte bu yok sayılışın içinde boğulur. Bu boğulma, onun ruhunu parça parça tüketir.
Her yazısı, aslında kendi içine yazılmış bir itiraftır: “Ben hiçbir şey olamadım.” Fakat bunu kabullenemez. Kabullenemediği için daha çok kelime yığar, daha çok laf kalabalığına sığınır. Ama kelimeler çoğaldıkça, sedâsızlık da çoğalır. Bu kısır döngü, onun cehennemidir. Ne kadar çırpınsa da bir sedâ duyamaz.
Sonuç: Onun yazıları hakikate karşı bir meydan okuma değil, kendi boşluğuna karşı bir feryattır. Sedâ bulmayan her kelimesi, kendi çürümüşlüğünü kanıtlar. Hakikat adamının sözü büyüdükçe, onun sesi küçülür. Küçüldükçe sessizlik büyür. Ve en sonunda, kendi sedâsızlığının karanlığında çürüyüp gider.