Bu yazıda gazap, bir nitelik olarak ele alınmaktadır, bir "kuvvet" olarak değil. Bir "kuvvet" olarak alındığında, gazap niteliğinin çok daha geniş kapsamlarda ele alınması gerekir.
Bu geniş kapsam dahilinde gazap, bir temel kuvvet olarak ruhta çok daha farklı katmanlar arası nitelikler doğurur.
Bu yazıda baz alınan katman, beşerin, düşkün cihetten nefs-i emmaresidir.
Beşer, düşkün cihetten zamanın akışına tabidir. Beden olarak, asli iç olmayan, dışa-izafi bir iç, ve bu iç’e dış olarak kültüre, evrime, biyolojik kayıtlara ve, gelişim adı verilen arardalığa tabi ama düşkün zeminde yer alan ruhsal etkileşime tabidir. Böyle bir nefs ise, kısmîdir; ve bireyin diğer katmanlarını kuşatmaz.
Dolayısıyla aşağıdaki yazı, farklı katmanları da faal olan, ve farklı nitelikleri de cereyan eden nefsler için bağlam dışındadır.
Bu uyarı iyi anlaşılmadan, aşağıdaki yazıyla acele hükme varılmaması gerekir.
Nefsin söz konusu diğer katmanları, ve gazabın diğer nitelik seyirleri, mesela erdem olarak seyri, ve bir temel kuvvet olarak içsel diğer özelliklerin dikkate alındığı yazılar daha sonra ayrıca kaleme alınacaktır.
Aşağıdaki yazı, sadece söz konusu düşkün-merkezci nefs-i emmare’nin gazap sıfatını ele almaktadır.
Başlıyoruz.
Gazap, bir anlık taşkınlık değildir. Ne bir patlama, ne bir öfke seli, ne de kısa bir yükseliş… Gazap çok daha önce başlar. Daha derinlerde birikir. Daha sessiz bir sızıyla büyür. Kimi zaman yarım bırakılmış bir kelimede, kimi zaman görülmemiş bir bakışta, kimi zaman gecikmiş bir adalette kıvılcımını alır. Ama görünmez. Çünkü gazap kendini gizleyerek büyür. Öfke gibi bağırmaz. Susar. Sustukça taşlaşır. Ve o taş zamanla dağa, dağ yankıya, yankı çığlığa dönüşür. Çığlık dışarıda değildir. İçeridedir. İçte duyulmadığında, insan oradan çatlamaya başlar.
Gazap, bir duygu olmaktan çok bir yapıdır. Temeli, bastırılmış adalettir. Hak yerini bulmadığında, toprağın altına iner. Yerin altındaki her şey gibi sessizce zemini değiştirir. Yüzeyde tebessüm görülebilir. Ama altında çatlamış taban vardır. Bir gün o taban çöker. Çöküş bir kriz değil; daha önce inşa edilmiş olanın hiç de gerçek olmadığının anlaşılmasıdır. İnsan gazapla karşılaştığında yıkılmış hissetmez; hiç olmamış bir yapının kalıntıları arasında bulur kendini. O an yalnızca geçmiş değil, şimdi de çöker.
Gazap, geçmişle sınırlı kalmaz. Şimdi’nin içine sızar. Bir çay koyarkenki sessiz gerilimde, bir bakışta sabır kılığına girmiş lanette, bir şefkatin içinden geçen gizli bedduada hissedilir. Gazap insanı parçalar ama görünmez. Yüz donuktur. Dil kısadır. Eller kıpırdamaz. İçteki ateş en sessiz anlarda yakar. Çünkü o ateş dışarıdan alınmamıştır. İçin kendi kendini yakmasıdır.
Öfke bağırır. Gazap susar. Öfke geçer. Gazap kalır. Öfke dışarı taşar. Gazap içte katılaşır. Katılaştıkça ağırlık yapar. Ağırlık arttıkça beden eğilir. Ama bu eğilme bir tevazu değil; taşıyamayışın biçimidir. İnsan içte bir şey taşımaya başladığında, önce sesini kaybeder. Sonra yönünü. Sonra ellerinin uzanma biçimini. Sonra bakışının sabitliğini. Hiçbir şey bütünüyle bozulmaz. Ama her şey eğrilir. Gazap, dik duran değil, içeriden çürüyen kişiyi tanımlar.
Gazap, taşınamayan bir hakikatin yer değiştirmiş hâlidir. Dışarı çıkamayan hakikat, içeriyi oyuk oyuk deler. İnsan içi çukurlarla dolduğunda kendine düşmeye başlar. Ne bir söze tutunur, ne bir bakışa. Ne inanca yaslanır, ne ilişkiye. Çünkü gazap insanı kendi içine çökerek öldürür. Öldürür ama ceset bırakmaz. Yürürsün, gülersin, uyursun, hatta seversin. Ama içinde sessizce küsmüş bir şey vardır. O şey ölmüştür, sen hâlâ yerini taşımaktasındır. O boşluk her sevgiye mesafe koyar. Her dostluğa kuşku salar. Her inanca isyan bulaştırır.
Gazap yalnızca kişisel bir kırgınlık değil, varlığa duyulan bir güvensizliktir. Bir olaya değil, bir kişiye değil; her şeye yayılır. İçine sızdığında artık hiçbir şeyi sevemez olursun. Sahip olursun, ama sahip olduklarını sevemezsin. Kullanırsın. Çünkü sevgi güven ister. Gazapla çürümüş iç güveni taşıyamaz. Sevgiyi hisseder ama içinde kalamaz. Sevilir ama buna inanmaz. Hep bir boşluk bırakır. Hep bir kaçış yolu, hep bir "belki yarın gider" ihtimali. Kalıcı olan her şey, yıkılacak kadar tehlikelidir. Gazap bu ihtimali sürekli hatırlatır.
Gazap, öfkenin tükendiği yerde başlar. Öfke tüketir, gazap saklar. Öfke ses çıkarır, gazap sesi alır. Öfke dışarı akar, gazap içte donar. Dondukça ağırlık yapar, ağırlık yaptıkça eğilir beden. Ve o eğilme, içte taşınan yükün sessiz işaretidir.
Gazap, eksikliğin öfke ile değil, varlığa bir küskünlükle dile geldiği yerdir. Bu küskünlük bir kişiye değildir. Bir olaya, bir anıya, bir cinayete değildir. Varlığın bütününe yönelmiş bir dargınlıktır. Çünkü gazap "neden bana böyle oldu"yu değil, "neden böyle bir dünya var"ı sorar. Bu sorgulama konuşulmaz. Taşınır. Anlatılan gazap değildir. Anlatılan, öfkenin hikâyesidir. Gazap hikâye olmaz. Taş olur. İçte yer eder. Unutulmaz ama hatırlanmaz da. Sadece zemine gömülür. Ve o zemine basan her şey çatlar.
Çatlaklar önce görünmez. Ama üzerinden ne geçerse orada sarsılır. Sevgi oradan geçse tamamlanmaz. Korunma oradan geçse korku kalır. Çünkü gazap tepki değil, eksikliktir. İçte bütünlük yoksa, dıştan gelen hiçbir şey yer bulmaz. Gazaplı insan kendisine söylenen hiçbir güzel söze tam açılmaz. Bir tebessüm görür, ama güvenmez. Bir iyilik yaşar, ama niyet arar. Bir dua işitir, ama karşılık beklemez. İçteki zemin kaygılıdır. Kaygı, gazabın yüzüdür. Korku değil ama temkin. Sevgi vardır ama sınırla. Yakınlık vardır ama hep bir adım geriyle. Çünkü gazap, her an gidecek olanı hatırlatan sessiz bir uyarıdır.
Gazap misafir değildir. Kapıyı çalıp girmez, girince de gitmez. Çünkü geldiği yer çoktan hazırlanmıştır: kırılganlıkla çatlamış, adaletle tanışmamış, sevilmeden büyümüş, onarılmadan geçmiş bir benlik. Oraya oturur. Yerleşir. Kök salar. Ve bir süre sonra insan, gazaba sahip olduğunu sanmaz artık; gazap tarafından sahip alındığını bile fark etmeden yaşar.
Neyi neden söylediğini açıklayamaz. Kime neden yaklaşamadığını, kimi neden sevemediğini, hangi yolun neden yarım kaldığını anlamlandıramaz. Çünkü açıklama ihtiyacı da yok olmuştur. Gazap, gerekçeye ihtiyaç duymayan bir hak gibi sunar kendini. İçeride haklıdır. Sebebi vardır, çoktur. Ama hiçbirini konuşmaz. Konuşmak çözülmek demektir. Ve çözülmek, artık mümkün değildir. Çünkü gazabıyla özdeşleşmiş biri, gazabı kaybederse kimliğini de kaybedeceğini hisseder.
Bu hissediş bir zehir gibidir. Görünmez. Ama bütün sistemi etkiler. Kararlarını değiştirir. Susuşlarını belirler. Yürüyüşüne, hatta rüyalarına sızar. İçeriden her eyleme karışır. Her ilişki şüpheyle başlar. Yakınlık ihtiyatla örülür. Sevgi gözlem altına alınır. İyi niyet bir risk hesabına dönüşür. Çünkü merkezde güven değil, gazap vardır. O merkez, çocukluktan beri taşınan incinmişliğin üzerine kuruludur. Sen büyürsün ama merkez büyümez. Gazap sabit kalır. Sabit olduğu için de zamanla taşıyamazsın. Ve taşıyamadıkça sertleşirsin.
Sertlik savunma olmaktan çıkar, bir hâle dönüşür. Hâl dilden önce gelir. Bedenin aldığı biçimde, yürüyüşünün ritminde, bakışlarının açısında kendini gösterir. Sen değiştiğini fark etmezsin. Çünkü artık kendinle özdeşleşmiştir. Oysa o sen değildir. Bir tepkidir. Ama uzun zamandır içeridedir. Ve içeride olan her şey, zamanla "benim" sanılır. Oysa bu "ben" değil, donmuş bir tepkiyi taşımaktadır. Hakiki olan sabit değildir. Akar, değişir, devinir. Gazap değişmez. Dondurur. Ve sabit kalan her yapı, çürümeye yazgılıdır.
Gazap çürütür. Önce merkezi. Çünkü merkez bozulduğunda çevresi zaten çöker. Sen bu çöküşü bir dağınıklık gibi yaşarsın. Eşyaların yerli yerinde olabilir. İlişkilerin sürüyor gibi görünebilir. Konuşmalar, işler, alışkanlıklar devam edebilir. Ama merkez artık taşımıyordur. Yalpalarsın. Ama düşmezsin. Düşmek için yükü bırakmak gerekir. Gazap bırakmaya izin vermez. Çünkü onunla var olmuşsundur. Onsuz ne kalacağını bilemezsin. Bilinmeyen her şey korkutur.
Korkuyla yönetilen merkez güven üretmez, kontrol üretir. Ve o kontrol her şeye yayılır: sevgiye, sessizliğe, inanca, bedene. Her şey denetimde olmalıdır. Çünkü merkez kırılırsa bütün düzenin çökeceğini sezersin. Hep tetikte yaşarsın. Biri yaklaşınca savunmaya geçersin. Bir söz derinleşince lafı değiştirirsin. Bir bakış içeriye indiğinde gözlerini kaçırırsın. Hiçbiri bilinçli değildir. Çünkü artık senin parçandır. Merkez karar verir. O merkezde sen yoktur. Orada yalnızca gazap vardır.
Ve bu yüzden kendinle konuşamazsın. İçerideki ses senin değildir. O sus dediğinde susarsın. O git dediğinde terk edersin. O bekle dediğinde beklersin. Hep geciktirir. Çünkü hiçbir şeyin içeriye ulaşmasını istemez. Ne bir kelimenin, ne bir gözyaşının, ne bir duanın. İçeriye değdiği anda yumuşayacağını bilir. Yumuşamak çözülmek demektir. Bir kez daha inanırsan kırılırsın. Bir kez daha bağlanırsan terk edilirsin. Ve bu ihtimaller öylesine yormuştur ki, artık ihtimal taşımamaya razı olmuşsundur.
Bir noktadan sonra insan bir kırılmanın içinde yaşamaz; bizzat kırılmanın kendisi olur. Her yaklaşım, her şefkat, her güzellik, her iltifat eksikliği hatırlatır. İçte onarılmamış o boşluk, taşıyamadığı suçun yükünü hakikate yöneltmeye başlar. Artık soru yalnızca "neden bana yapıldı" değildir. "Neden böyle bir dünya kuruldu" sorusuna dönüşür. Bu bir felsefî arayış değildir. Cevap bekleyen bir düşünce hiç değildir. Acının kendi sesidir. Çığlık atar ama dile gelmez. Çığlık, yaşanır. Her gün, her hareket, her suskunluk, bu sorunun gölgesinde sürer.
İşte burada gazap sessiz bir isyana dönüşür. Ama bu isyanın hedefi yoktur. Adres vermez, suçlamaz. Çünkü kavgası hakikatin kendisiyledir. Tanrı’yla konuşmaz; ama ondan başka da kimseyle konuşamaz. Kadere ne inanır ne reddeder. Ne bağışlar ne sitem eder. Bağ çoktan kesilmiştir. Bağ koptuğunda, suçlamak bile fazlalık olur. Geriye yalnızca taşınan boşluk kalır. O boşluk konuşmaz. Bir çölde kaybolmuşluk gibidir. Her şey vardır, ama hiçbir şey çağırmaz. Görünür olan çoktur, ama hiçbir şey davet etmez. Gazap seni her şeyin dışına koyar. Her şeyin içinde yürürken bile, her şeyin uzağındasındır.
Böyle bir gazap insana yalnızlık vermez. Tenhalık hiç vermez. Yalnızlığa bile yer bırakmayan bir dışlanmışlık hissi üretir. İnsan kendini hayattan atılmış gibi hisseder. Ama o dışlanma başkalarından değil, içeriden gelir. Çünkü varlık seni atmaz; sen zaten ondan çoktan küsmüşsündür. Bağını koparmış, kulağını kapatmış, lütuflarını küçümsemişsindir. İçindeki kırgınlık hâlâ taşınmaktadır. Ve bu kırgınlık iyileşmeyi değil, haklı kalmayı seçmiştir. O yüzden her şey uzakta durur. Yaklaşsa bile yaklaşamadan geri döner. Çünkü gazap yaklaşanı da iter.
Bu itiş görünmezdir. Ama keskindir. Bir el sana uzanır, sen karşılık veremezsin. Bir söz içini okşar, sen içine alamazsın. Bir gülümseme seninle konuşmak ister, sen gözlerini kaçırırsın. Çünkü içeride "hakikatin bile geç kaldığına" dair bir inanç büyümüştür. Bu geç kalma duygusu zamanı kirletir. Geçmişi unutturmaz. Geleceği karartır. Şimdiyi boğar. Hiçbir an hakikat taşımaz. Çünkü bir kere hakikatin seni bulmadığına inandığında, onun gelebileceği bütün yolları sen kapatırsın. Ve bu kapanış inkâr değil, küskünlüktür.
Küsmüş biri konuşmaz; sadece uzak durur. Ama gazapla küsmüş biri, yalnızca uzak durmaz. Her şeyi içine doğru çökerterek yaşar. Dıştan bakıldığında hâlâ yürüyordur. Hâlâ sevilir. Hâlâ konuşur. Ama içten içe varlığa sırt çevirmiştir.
Gazap, haklı olmayı talep etmez. Zaten haklı olduğuna inanır. Bu yüzden hiçbir tartışma ona erişemez. Hiçbir açıklama ikna edemez. Çünkü o, geçmişte susturulmuş bir doğruyu bugüne taşır. Taşıdığı bu sessiz hakikat, her gün yeniden ispat edilmek zorundadır. Görülmemiş, duyulmamış, önemsenmemiş bir sarsıntının yankısı artık yalnızca hisle değil, kurguyla sürer. Kendi doğru kurulur. Kendi hak inşa edilir. Kendi ilke tanımlanır. Ve bu alana dokunan herkes, potansiyel düşmandır.
Gazap, böylece bir noktadan sonra ahlâk üretmeye başlar. Ama bu ahlâk içeriden değil, yaradan türemiştir. Yaradan türeyen her kural, kırılganlığın biçimlendirdiği bir çerçevedir. Çünkü gazaplı insan güvenmez. Güvenmeyen de kendini sınırlarla korur. Bu sınırlar dışarıdan görkemli görünür; içten ise çürümüştür. Çünkü temeli erdem değildir, korkudur. Kırılmasın diye örülmüş duvarlardır. O duvarlar zamanla inanç gibi görünür, ama aslında inatla korunur. Her duvarın dibinde bir isyan yatar. "Kimse bana bunu bir daha yapamayacak" diye fısıldayan bir sükûnettir bu. Fakat o sükûnet barıştan değil, yorgunluktan doğar.
Bu ahlâkî yapının içinde gazap kendini temize çeker. Artık kimseye zarar vermediğini düşünür. Kimsenin hakkına girmediğini, kimseye dokunmadığını. Ama bu pasiflik değil, gizli bir mahkemedir. İçeride hâlâ bir kürsü vardır. Her gelen yargılanır. Her söz tartılır. Her niyet ölçülür. Ve hiç kimse tam geçemez. Çünkü geçmişte biri hiç yargılanmamıştır. Hiç özür dilememiş, hiç ceza almamıştır. O yüzden artık herkes, görünmeden de olsa, bir ceza almak zorundadır. Sessizce. İçten içe. Böylece gazap kişisel olmaktan çıkar. İlkeselleşir. Kurumsallaşır. Davranış olur. Hâl olur. Ve hâl, kimseye "gazap taşıyorum" demez. Ama herkesle arasında görünmez bir mesafe kurar.
Bu noktada haklılık bir duruş değil, bir ihtiyaçtır. Çünkü içeride hâlâ kapanmamış bir yara vardır. O yara kapanmadıkça insan kendini haklı hissetmek zorundadır. Ancak haklı olan kırılmaz. Ancak haklı olan terk edilmez. Ancak haklı olan ezilmez. Fakat bu haklılıkla birlikte vicdan da şekil değiştirir. Artık vicdan, karşıdakini anlamak için değil, kendini korumak için çalışır. Herkesi dinliyor gibi görünür, ama kimseyi içeri almaz. Değerlendiriyor gibi yapar, ama hiçbir şeyi kabul etmez.
Ve bu içe kapanış öylesine ustaca örtülmüştür ki, gazap artık kendini tanımaz. Hatta kendini affetmiş gibi hisseder. "Ben herkesi bağışladım," der. Ama bağışlamak bağ kurmak değildir. Eğer bağışlamanın içinde hâlâ üstünlük varsa, hâlâ görünmeyen bir ceza, hâlâ gizli bir yücelme arzusu varsa; orada bağ yoktur. Orada mesafe vardır. Orada hâlâ gazap vardır. Ama bu gazap artık haykırmaz. Küfretmez. Yalnızca içeride taş gibi oturur. Ve hiçbir sevgi, o taşı yerinden oynatamaz.
İşte bu taş, insanın merkezi hâline gelir. Onun üzerine adalet inşa edilir. Onun üzerine ahlâk dikilir. Onun çevresinde vicdan örülür. Dışarıdan bakıldığında bu yapı kutsal görünür. Ama içeriden bakıldığında, damar damar gazapla örülmüştür.
Gazap, sevgiye düşman değildir. Ama sevgiyi taşıyamaz. Çünkü sevgi bağ ister. Bağ kurar, bağ taşır, bağ hatırlatır. Gazap ise bağa izin vermez. Her bağ, içeride saklı duran kırığın görünmesine yol açabilir. Görünürse açılır. Açılırsa çöker. Çökeceğini bilen her yapı gibi, gazap da merkezini korumak için yaklaşanı uzaklaştırır. Ama bu uzaklaştırma sert değildir. Çoğu kez sevgiyle yapılır. Nazik bir mesafeyle. Ölçülü bir tebessümle. Dengeli bir suskunlukla. Yaklaşan kişiye fark ettirilmeden ama hep hatırlatılan bir uzaklıkla.
Gazaplı bir ruh sevilmek ister. Fakat sevildiğinde gerilir. Çünkü sevgiyle gelen her temas, unutulmuş bir acıyı uyandırma ihtimali taşır. İçeriye giren her sıcaklık, içerideki karanlığa değebilir. Ve o karanlık hâlâ tanımlanmamış, hâlâ sahibine teslim edilmemiş, hâlâ taş gibi korunmaktadır. O yüzden sevilmek bazen kırılmaktan daha korkutucudur. Çünkü sevgi, kırığı iyileştirmese bile, kırığı hatırlatır. Gazap ise hatırlamayı reddettiği bir geçmişle barışamaz.
Bu yüzden gazaplı insan sevilmekten kaçmaz; sevilerek korunur. Ama sevgiyi içeri almaz. Çünkü içeri giren her şey, bastırılmış olana dokunur. O dokunuşla başa çıkamaz. Bu yüzden hep yüzeyde kalır. Sarılır ama gevşemez. Dinler ama açılmaz. Güler ama içiyle uyuşmaz. Hep bir perde vardır. O perde geçmişte yaşanmış ama adlandırılmamış bir terk edilişin izidir. Sevilmiş ama bırakılmış. Sevilmemiş ama yanında kalınmış. Görülmüş ama anlaşılmamış bir hayat gibi. Yaşanmıştır, ama hiçbir şey içeriye yerleşmemiştir.
İçerisi boş değildir. Doludur. Ama o doluluk sevgiyle değil, korunma katmanlarıyla örülmüştür. Bu yüzden hiçbir duygu içeride kalıcı olamaz. Her sevgi, bir süre sonra yönünü kaybeder. Çünkü içeriye giden yollar tıkalıdır. Sevgiyi veren yorulur. Çünkü karşıdan ses gelmez. Sözcükler düşmez. Sarılış çarpışmaya döner. Bakışta huzur değil, hesap okunur. Ve bu fark edilmeyen ama hissedilen çelişki, ilişkiyi içten içe tüketir. Yan yana duran bedenler birbirine değemez.
Gazap burada ilişkiyi bir mücadeleye çevirir. Fakat bu mücadele dışarıdan görünmez. İki taraf da sever gibi görünür. Ama biri eksik verir, öteki fazla alır. Biri korkuyla dokunur, diğeri açlıkla tutar. Denge kaybolur. Ve denge kaybolduğunda sevgi bağ olmaktan çıkar, alışverişe döner. Gazaplı olan taraf sevgiyi alır ama vermez. Alır ama iade etmez. Alır ama şükretmez. Çünkü içten gelmez. Çünkü içeride hâlâ sevilmediğini kanıtlayan binlerce sahne saklıdır.
Ve her yeni sevgi, işte o sahnelerin önünde bir sınava girer. En küçük hata bile, geçmişte birikmiş olanların bahanesi olur. Bilinçli değildir bu. Ama içte biriktirilmiş terk edilişler, sevilenin gölgesine sızar.
Gazap, sonunda dışarıdan çekilir. Artık bir kişiye, bir olaya, bir hatıraya yönelmiş değildir. Bütün suçlamalar, bütün hesaplaşmalar, bütün yarım bırakılmışlıklar içeriye dönmüştür. Ve o andan itibaren gazap bir duygu olmaktan çıkar, kimliğe dönüşür. Dışarıya duyulan öfke içeriye çevrildiğinde artık öfke değildir; utanmadır. Utanma ise en keskin çürümenin habercisidir. Çünkü insan utanmaya başladığında yalnızca geçmişten değil, kendinden de uzaklaşır. Artık sadece hatıralar değil, kendi sesi, kendi bedeni, kendi bakışı bile dayanılmaz olur.
Kendine dönmek ister, ama dönemez. Çünkü orası karanlıktır. Karanlık olduğu için değil; bildiği her şeyin orada çürüdüğünü fark ettiği için. İçeride bir çocuk vardır: görülmemiş, sevilmemiş, tutulmamış, sarılmamış, korunmamış. O çocuk hâlâ beklemektedir. Ama ona gidemezsin. Çünkü gidip de merhamet gösterirsen, yıllardır onun üzerine kurduğun gövdenin anlamını kaybedeceğini hissedersin. Gazap seni böyle eğitmiştir: yaşadığın şeylerin üzerine bir kişilik kur. Şimdi gidip o çocuğu sevmek, bütün o yılları boşa çıkarmak gibi gelir. Ve insan, çektiğinin boşa çıkmasından, acının kendisinden daha çok korkar.
Bu yüzden kendini sevemezsin. Anlatırsın. Hep anlatırsın. Ama anlatmak sahip çıkmak değildir. Kendini anlamaya çalışırsın, ama saramazsın. Kendine acırsın, ama merhamet edemezsin. Çünkü içeriden hiç susmayan bir ses vardır: "Bu da benim suçum." O ses kaybolmaz. Ve gazap seni başkalarına yabancı kıldığı gibi, kendine de yabancı kılar. Bir gün sevilmemiş olman, bir gün terk edilmiş olman, bir gün ihmal edilmiş olman… suç gibi işler sende.
Artık kendine ne söylersen söyle, duymazsın. Aynaya bakarsın ama yüzüne yaklaşamazsın. Kendine iyi davranmaya çalışırsın ama elin kendine değemez. Çünkü değdiğinde, içeride yıllardır boğulmuş bir çığlık uyanacaktır. O çığlık yalnız sana değil; seni sevmemiş olan herkese aittir. Ve sen onların adına kendini susturursun. Onların sevgisizliğini meşrulaştırmak için kendini cezalandırırsın. Ceza, yokluğu dengelemeye çalışır. O yüzden kendine yüklenirsin: daha iyi olmalısın, daha suskun olmalısın, daha az talepkâr, daha güçlü, daha olgun… Çünkü sevgi sana doğuştan verilmemiştir artık. Onu ancak bedel ödeyerek kazanabileceğine inanırsın.
Ve böylece gazap seni kendine yabancı bir hâlde bırakır. Yürürsün ama kendinle yürümezsin. Başarırsın ama kendinle gurur duymazsın. Sevilirsin ama sevildiğine inanmazsın. Çünkü içeride hâlâ bir cümle saklıdır: "Ben bunu hak etmedim." O cümle her tebessümün içine sızar. Her iltifatı gölgeler. Her duayı keser. Her şükür cümlesini eksiltir. Kendini sevemeyen, sevildiğini de taşıyamaz. Taşıyamayan sevgi içeride kalmaz; çürür. Ve çürüyen şey koku yayar. O koku insanı uzaklaştırır. Sen ise neden yalnız kaldığını bile anlayamazsın. Oysa sebep sevgi yoksunluğu değil; sevginin içeriye sığmamasıdır.
Kendini sevmemek, kendine acımakla maskelenir. Ama acımak şefkat değildir. Acımada hâlâ üstünlük vardır. Kendine yukarıdan bakarsın. Ama aşağı inemezsin. Çünkü aşağıya inmek, eşitlenmektir. O çocukla, o korkuyla, o eksiklikle, o çıplaklıkla aynı seviyede durmaktır. Sen buna hazır değilsindir. Çünkü gazap seni yıllarca korumuştur. Onunla gövde yapmış, onunla kimlik kurmuş, onunla düşünce, ahlâk, duruş edinmişsindir. Şimdi o çocukla eşitlenmek, o gövdeyi bırakmak demektir. Ve o gövdeyi bırakırsan, geriye hiçbir şeyin kalmayacağından korkarsın.
İşte bu yüzden kendini sevemezsin. Çünkü sevmen gereken kişi sana hâlâ suç gibi görünmektedir. Hâlâ fazla, hâlâ kırılgan, hâlâ sessiz, hâlâ unutulmuş. Ve sen, unutulmuş birini hatırlamayı göze alamıyorsun.
Gazap, yalnızca içe değil, yukarıya da döner. Önce kişiyle bağını yitirir, sonra geçmişle, sonra kendiyle… en sonunda en yüksek olanla kurduğu bağı da unutur. Bu unutma bir inkâr değildir. Daha sessizdir. Daha derindir. Küskünlüktür. Konuşmayan, anlatmayan, sitem etmeyen ama içten içe hep gücenmiş bir küskünlük. Kimi zaman dua eder gibi görünür. Dudaklar kıpırdar, sözler çıkar. Ama kalp suskundur. Çünkü içerideki kırgınlık susturulmamıştır. O kırgınlık, dua sırasında fısıldar: "Zaten işitilmeyeceğim." Ve o fısıltı, her yakarışı eksiltir.
Küskünlükle edilen dua bir çağrı değildir. Bir hatırlatmadır. "Ben buradayım… peki sen neredeydin?" diye soran bir iç sitemdir. Görülmez. Ama çağrının yukarıya ulaşmasını engeller. Çünkü içeride hâlâ hakikatin geç kalmışlığı taşınmaktadır. Hâlâ "o zaman neden sustun?" diye soran bir çocuk vardır içeride. Ellerini açsa da, kime yönelse de, önce kendi kırık sesini işitir. O ses yükselir. Ve yükseldiğinde yukarıya yer kalmaz. Çünkü içte hâlâ hakikatin zamanında yetişmediğine dair bir öfke saklıdır.
Bu öfke dile gelmez. Çünkü dile gelse tanınacaktır. Tanınırsa utanılacaktır. Ve insan, yukarıyla bağını kaybettiğinde utançla baş başa kalır. Bu yüzden susar. Ama o suskunluk teslimiyet değildir. Bir tükeniştir. Yüksek olana seslenmeyen benlik, zamanla kendi sessizliğini hakikat sanır. Ama içten içe bilir: bu bir yoksunluktur. Ve bu yoksunluk, her duayı boğar. Çünkü dua, yalnızca çağırmak değil; duyulacağını ummaktır. Umudunu yitiren yürek, yalnızca tekrar eder. Kelimeleri, ayetleri, ezberleri… ama kalbi eşlik etmez.
Yükseğe güvenin kaybı, yalnızca metafizik bir kopuş değildir. Aynı zamanda yön duygusunun kaybıdır. Artık içeriden dışarıya, yukarıdan aşağıya, soldan sağa akan bir anlam çizgisi kalmaz. Her şey dağılır. Çünkü içeride merkez çökmüştür. Yukarıyla bağı olmayan benlik, merkezsizdir. Dağılır. Her yere dokunur ama hiçbir yerde kalamaz. Her şeyi görür ama hiçbir şeye inanmaz. Her kelimeyi işitir ama hiçbirine içini açmaz. Çünkü yukarıdan gelen kaynak kurumuştur.
Ve kaynak kuruduğunda insan yalnız kalır. Ama bu yalnızlık sıradan değildir. Ne kalabalıkla gider, ne sessizlikle azalır. Bu, bir irtibat kaybının doğurduğu sürgündür. İçsel sürgün. Artık çağrılmazsın. Artık dokunulmazsın. Artık yönlendirilmezsin. Ve aslında çağrılmayan sensindir. Dokunulmayan, senin içindir. Yönsüzlüğün sebebi de budur: içerideki gazap. Çünkü gazap, yüksek olanla kurulacak her temas ihtimalini en baştan kapatmıştır. "Benim sesim duyulmadı," demiştir. "Ben çağırdım ama gelinmedi," demiştir. Ve bu cümlelerden sonra artık eller kalkmaz. Gözler kapanmaz. Kalp açılmaz.
Gazap, sonunda kendi kendini de yok eder. Ne isyan kalır, ne hatıra. Ne adalet beklentisi, ne acının yankısı. Her şey taşınır, her şey savunulur, her şey saklanır, her şey tükenir. Artık yük yoktur. Çünkü taşıyan kalmamıştır. O ağırlık insanın omzuna değil, varlığın bizzat içine çökmüştür. Ve o çöküş patlayarak gelmez. Sarsarak da gelmez. Sadece bir sabah, sende hiçbir şeyin kalmadığını fark edersin. Bir sabah değilse de, bir duruşta. Bir bakışta. Bir sözün dudakta yarım kalışında. Bir çağrının içinden geçmemesinde. Ve orada, sen bile susturulmuşsundur.
Bu susuş kelimesiz bir sönüştür. Ne söylenecek söz vardır, ne duyulacak karşılık. Çünkü içeride kimse kalmamıştır. Dışarıda da bir yön kalmamıştır. Her şey bitmiştir. İnsan hâlâ ayaktadır belki. Hâlâ nefes alır. Hâlâ işini yapar. Hâlâ yüzünü yıkar. Ama içeriye dönüp bakamaz. Çünkü içeride yalnızca taşlaşmış bir alan vardır. Taş değildir. Ama taştan daha sessiz, daha hareketsiz, daha inatçıdır. Ona artık gazap bile denemez. Çünkü gazap hareket ister. Bir tepki, bir çığlık, bir kıvılcım… ama burada o da sönmüştür.
Ve burada artık hiçbir şey kalmaz. Dua edemezsin; çünkü kalbinin sesi yoktur. Ağlayamazsın; çünkü gözünün içerisi kurumuştur. Bağlanamazsın; çünkü bağ kuracak yön hissi tükenmiştir. Affedemezsin; çünkü affedilecek olan da, affedecek olan da kaybolmuştur.
En çok da kendini hatırlayamazsın. "Ben" dediğinde içeriden bir yankı bile gelmez. Çünkü ses gitmez. Ses yoktur. Yalnızca bir hâl kalır. Adı olmayan, yönü olmayan, niyeti olmayan bir hâl. Ama seninle beraberdir. Gövdene sinmiştir. Yürüyüşüne, susuşuna, bakışsız bakışına…
Bu hâl kimsenin gözünde görünmez. Ama sen her sabah onunla uyanırsın. Her gece onunla susarsın. Ve bir gün ölürsün… Ölürsün ama o hâl kalır. Çünkü gazap bedene değil, ruha yazılmıştır. Ve sen onu taşıyamadığın için değil, onun seni taşıdığı için bitmişsindir.