Bu yazıda baz alınan katman, beşerin, düşkün cihetten nefs-i emmaresidir.
Beşer, düşkün cihetten zamanın akışına tabidir. Beden olarak, asli iç olmayan, dışa-izafi bir iç, ve bu iç’e dış olarak kültüre, evrime, biyolojik kayıtlara ve, gelişim adı verilen arardalığa tabi ama düşkün zeminde yer alan ruhsal etkileşime tabidir. Böyle bir nefs ise, kısmîdir; ve bireyin diğer katmanlarını kuşatmaz.
Dolayısıyla aşağıdaki yazı, farklı katmanları da faal olan, ve farklı nitelikleri de cereyan eden nefsler için bağlam dışındadır.
Bu uyarı iyi anlaşılmadan, aşağıdaki yazıyla acele hükme varılmaması gerekir.
Aynı sofrada oturan, aynı göğe bakan, aynı harflerle dua edenlerdir kimi zaman birbirine en derin yarayı açan. Hasedin dili burada çözülür. Çünkü haset, en çok benzeyeni hedef alır. Yabancıya değil, kardeş suretine bürünmüş yakınlığa. Aynı sesle ağlayan iki ruhtan biri, ötekinin gözyaşını taşıyamaz; çünkü o damlanın içinde kendisine ait olmayan bir parıltı vardır. Ve işte o parıltı, damarları yakar.
Hiç görmediğini kıskanmaz insan. Bilmediğini yıkmak istemez. Hasedin kökü bilgi değil, yakınlıktır. Dokunabildiğine sokulur, gölgesine girer, aynı kelimeyi söyler, aynı secdeye kapanır; fakat kalbinin derininde bir diken büyütür. Bu diken, sadakat perdesinin altında saklanır. Kardeşlik ilan eder, vefa söyler, dostluk kisvesine bürünür. Oysa içte bir ateş vardır: başkasında parlayan ışığa dayanamaz. Çünkü haset yalnızca istememek değildir; başkasında olanı söndürmek ister. Gözle bakar ama bakışı dua değildir. Söz söyler ama sesi övgüye benzeyen bir zehir taşır.
Birlikte yürürken bir an olur; yan bakış yeterlidir. Biri, diğerinin tökezlemesini diler. Çünkü başkasının doğruluğu, kendi eğriliğini açığa çıkarır. Eksikliğini onun tamamlığı belirginleştirir. Hased, böylece sessiz büyür. Çığlık atmaz, dua gibi bekler. Fakat o dua bir örtüdür; altında gizlenen karanlığı saklar. İnsan hasediyle yüzleşmekten kaçtıkça daha çok şefkat taklidi yapar, daha çok sevgi suretine bürünür. Bu kandırma, bir yalan değil, bir suret bozulmasıdır.
Hased yalnızca güzeli kıskanmaz. Bazen çirkini zarafetle taşıyana da yönelir. Acıyı bile incelikle taşıyabilene öfke duyar. Çünkü kendisi çirkinleşmiştir; başkasının çirkinlik içinde bile güzel kalabilmesini affedemez. İşte bu, kırılmanın en keskin halidir.
Ve hasedin zehri yalnız mala, şöhrete, güce değil; ruhun derinliklerine de yönelir. Gerçekten sevilmiş olan birinin varlığı bile hasedi büyütür. Çünkü haset edenin içi sevgisizdir. O kuraklık, başkasına düşen bir damla sevgiyi kıskançlığın buharıyla yok etmek ister. Bu yüzden haset eden, düşmanı ölmekle değil, solmakla cezalandırmak ister. Güçlü değil, unutulmuş kalsın ister. Çünkü haz, yaşayan ama söndürülmüş bir ruhu izlemektedir.
Ve en tehlikelisi şudur: Hased, kötülüğünü açıkça işlemez. İyilik suretine bürünür. Övgüyle söyler, dua ederken kin serpiştirir. Dost gibi oturur, can diye sarılır; fakat içten içe cana kasteder. Bu yüzden kalp, yalnız gözle bakmamalıdır. Kalp, kulağıyla işitmemelidir. Sezgiyle anlamazsa kandırılır. Çünkü haset, görünenle değil, sezilenle fark edilir. Sureten sadık, sîreten hâindir.
Ve kimse, kendi içindeki bu hastalığı görmek istemez. Çünkü insanı en çok utandıran karanlık odur. Bastırılır, yok sayılır, adı anılmaz. Ama bastırılan kaybolmaz; güçlenir. Bir gün, yüzleri unutup doğrudan kalbe saldırır.
İşte o zaman anlaşılır: başkasının düşüşünü istemek dile gelmemiş bir ölümdür. Ve dile gelmeyen her ölüm, sahibini de gömer. Hased başkasını değil, önce sahibini yer. İçeride ağır bir çürüme başlatır. Sessiz bir “oh” sesiyle açılır kapısı. “O da düştü… o da eksildi…” der içten içe. Bu sözün yankısı, hakikat sanılır. Oysa hakikati bozan şey, hasedin fısıltısıdır.
Aynı sofrada oturmuş, aynı göğe bakmış, aynı harflerle dua etmiş olanların birbirine en derin yarayı açtığı yerde başlar hasedin dili. Çünkü haset, yabancıya değil, en çok benzeyene yönelir. Ortak olanı parçalamak ister, kardeşlik suretinin altına gizlenmiş ayrışmayı açığa çıkarır. Aynı sesle ağlayan iki ruhtan biri, ötekinin gözyaşında kendisine ait olmayan bir parıltı gördüğünde, o parıltı dayanılmaz hâle gelir.
İnsanın hiç tanımadığını kıskanmaması boşuna değildir. Bilmediğini yıkma arzusu duymaz. Hasedin kaynağı uzaklık değil, yakınlıktır. Yan yana durur, aynı sembolleri paylaşır, aynı secdeye kapanır; fakat kalbinin derininde bir diken büyütür. Bu diken, çoğu kez sadakat görüntüsüyle örtülür. Kardeşlik ilan edilir, vefa söylenir, dostluk sergilenir. Ancak yüzeyin altında, başkasında parlayan ışığa tahammül edemeyen bir irade çalışmaktadır. Haset, yalnızca istememek değildir; başkasında olanı yok etme isteğidir.
Birlikte yürürken bir bakış yeterlidir. Birinin doğruluğu, ötekinin eğriliğini açığa çıkarır. Eksiklik, karşısındaki tamamlıkla görünür hâle gelir. Hased, bu karşılaşmadan doğar. Sessizdir; bağırmaz. Bekler. Beklediği an, başkasının övüldüğü veya öne çıkarıldığı andır. Orada, kendi değersizliği en yoğun şekilde hissedilir. Ve bu his, niyeti bozar.
Haset sadece güzeli hedef almaz. Çirkinliği incelikle taşıyana da yönelebilir. Çünkü kimi insanlar, acıyı onurluca taşıyanları affedemez. Kendi çirkinleşmişken, başkasının aynı şartlarda bile diri kalabilmesini sindiremez. İşte bu, kıskançlığın en keskin formudur.
Hasedin hedefi yalnız güç, mal ya da şöhret değildir. Ruhsal derinliğe, sevilmişliğe de yönelir. Gerçekten sevilmiş birinin varlığı bile bu ateşi körükler. Çünkü haset edenin içi sevgisizdir. Sevgisizliğin üzerine düşen en küçük ışık bile kurak toprağın buharıyla tükenir. Onun için asıl haz, başkasının ölümü değil, soluşudur. Yaşayan ama sönmüş bir ruhu izlemektir.
Haset, kötülüğünü doğrudan sergilemez. İyilik görünümüne bürünür. Övgü söyler, dua eder, fakat içine ince bir kin serpiştirir. Dost gibi görünür, candan bahseder; oysa niyet, cana kast etmektir. Bu yüzden kalbin gözü olmadan fark edilmez. Dış görünüşte sadakat, iç yapıda ihanettir.
Kimse kendi içindeki bu hastalığı görmek istemez. Utandırır. Bu nedenle bastırılır, inkâr edilir. Ama bastırılan yok olmaz; daha da güçlenir. Ve bir gün, maskeleri bırakıp doğrudan kalbe saldırır.
O noktada anlaşılır: başkasının düşüşünü istemek, dile getirilmeyen bir ölümdür. Bu ölüm, başkasını değil, sahibini de tüketir. Çünkü başkasının yıkımına sevinmek, insanın kendi varlığını inkâr etmesidir. İçte ağır bir çürüme böyle başlar. Sessiz bir “oh” ile. “O da düştü, o da eksildi.” Ve bu fısıltı, hakikatin sesi sanılır. Oysa bozulan şey, hakikatin kendisidir.
Hakikatin ölçüsü, başkasının değerine bakıp ezilmek değil; o değeri taşıyanın varlığını tanıyıp yanında durabilmektir. Ancak haset bu imkânı engeller. Çünkü haset, başkasının ışığında kendi karanlığını artık gizleyemeyen bir bilincin tavrıdır. Nur, burada tehdit olarak görülür. Zira nurun varlığı, saklanmış her çirkinliği açığa çıkarır.
Bu noktadan itibaren kişi, giderek nur taşıyan herkese karşı mesafe koyar. Farkında olmadan. Sevileni sevmemeye, sözü dikkate alınanı küçümsemeye, hakkı dile getireni yok saymaya başlar. Ve bütün bunları meşrulaştırmak için kendini savunur: “Ben sadece gerçekçiyim”, der. “Ben övgüye inanmam.” “Ben sahiciliği tercih ederim.” Oysa bilinçdışında işleyen asıl cümle şudur: “Ben orada değilim, olamadım, olamıyorum.”
Bu olamama hali, zamanla düşmanca bir arzuya dönüşür. İçte, başkasının varlığının ortadan kalkması dileği belirir: “Keşke olmasa, keşke görülmese, keşke sevilmese.” Her tekrar, kişinin kalbinden bir katman daha eksiltir. Çünkü başkasına yöneltilmiş bu kıskançlık, aslında sevginin kaynağını, yani ilahî tecelliyi reddetmek anlamına gelir.
İlahî sevgiye yöneltilen bu düşmanlık, kişiyi kendi kaynağından koparır. İşte hasedin en vahim sonucu budur: sevginin alanından uzaklaşma ve kendini o uzaklığın kuraklığına gömme.
Kendine yetemeyen, başkasının fazlasını taşıyamaz. Kalbini dolduramayan, gördüğü fazlalığa tahammül edemez. Ve nihayet hiçbir şey elde edemediğinde, sahip olduklarını da yakar. Böylece haset, yalnızca dışa yönelmiş bir yok etme arzusu olmaktan çıkar, içe doğru işleyen bir çöküşe dönüşür. Başkasını hedef alırken kendi varlığını tüketir.
Bu nedenle haset, ruhsal bakımdan bir intihar biçimidir. Kalbin kendi kendini aşındırması, adım adım kaybedilen bir iç bütünlüktür. Böyle bir savaşın ardından sevinç kalıcı olmaz, huzur güvenli hale gelmez, dostluk sahici bir zeminde duramaz. Çünkü haset, insanın kendi ruhuna kazdığı bir mezardır.
Hased eden, doğrudan zarar vermez; açık saldırıya yönelmez. Bu tür bir dürüstlüğe sahip değildir. Onun zararı, ertelenmiş adımlar, eksiltilmiş takdirler, söylenmeyen övgüler ve unutturulan hakikatler biçiminde işler. Destek gecikir, birliktelikler yarım bırakılır, cümleler tamamlanmaz. Bu nedenle hasedin yıkımı, çoğu kez görünmez bir silikleştirme hareketi şeklinde ortaya çıkar. Kişinin varlığı açıkça reddedilmez; fakat kalabalık içinde görünmez kılınır, sürekli bir adım geride tutulur. Üstelik bütün bunlar dostluk görüntüsü eşliğinde gerçekleşir.
Tam bu noktada kişinin yalnızlığı başlar. Fakat bu, klasik anlamda bir yalnızlık değildir. Kalabalığın ortasında görünmez hâle gelmiş olmanın yalnızlığıdır. Sevilmemek değil, hissedilmemek söz konusudur. Çünkü sevecek olan kalpler, hasedin ördüğü sisin ardında kalır. Hasedin sadakat perdesi, kişinin hakikatini gizler.
Hasedin en yoğun biçimde yöneldiği hedef, herkesin bildiği ve övdüğü kişidir. Çünkü övgü, haset eden için dayanılmaz bir krizdir. Bu yüzden onun arzusu, bireysel kıskançlığın ötesine geçer ve kolektif bir imhaya dönüşür. Herkesin dilinde dolaşan övgünün bir daha tekrarlanmaması için çaba gösterir; ama bunu yaparken yine dost görünür, yine sevgi dili kullanır, yine dua eder.
Tam da burada hasedin en sinsi yüzü ortaya çıkar. Dua gibi söylenen söz, aslında beddua taşır. “Allah daha iyisini nasip etsin” ifadesi, içte “umarım daha kötüsü gelir”e dönüşür. “Senin hayrına böyle oldu” cümlesinin ardında “nihayet kaybettin” duygusu gizlidir. Bu çarpıtma, yalın bir yalan da değildir; doğrulukla yüzleşilebilecek bir beyan da değildir. Bu, kişinin hem kendini hem çevresini kandırdığı iç-dışı parçalanmış bir bilinç hâlidir.
Göz kamaşması her zaman ışıktan değildir. Karanlığa alışmış bir bakış için hakikatin parıltısı öylesine yakıcıdır ki, kişi yalnızca gözünü kaçırmaz; o parıltının varlığına da itiraz eder. Çünkü bazı ruhlar, başkasının üzerine düşen hayrı kendi nefislerinde bir ceza gibi hisseder. Ve o yüzden hayra tahammül edemez.
Bir bakarsın, başkasının duası kabul olmuştur. Yüzünde bir ferahlık taşır. Sözü ağırlık kazanır. Yolu açılır. O anı gördüğünde sevinemiyorsan, kalbine serinlik yerine kıskançlık doluyorsa, bil ki hakikate bakmak seni kör etmeye başlamıştır.
Kendine ait olmayan bir güzellik parladığında, gizlenmiş niyetler açığa çıkar. Haset eden bu yüzden parıltının kendisine değil, onun gösterdiklerine karşı çıkar. “Ona fazla değer veriliyor”, der. “Bu kadarı gereksiz”, der. “Abartılıyor”, der. Oysa bu sözlerin ardında yalnızca şu itiraf yankılanır: “Ben orada değilim, olamadım, olamıyorum.”
Hayır yalnız rızık değildir. Yalnız mutluluk da değildir. Hayır, bir kelimede, bir bakışta, bir kabulde, bir merhamette, hatta bir sükûtta belirir. Ve işte böylesi hayırlar, en derin kıskançlığı uyandırır. Çünkü onlar kazanılmış değil, hak edilmiş nimetlerdir. Hak ediş ise başkasının eksikliğiyle değil, kişinin kendi fazlasıyla görünür hâle gelir.
Haset eden, nimeti değil, nimeti taşıyanı sorgular. “O kim ki?” der. “O bunu nasıl taşıyacak?” der. “O kadar şey yaşadı da ne oldu?” der. Bu soruların ardında, hayrı haklı görmeyen bir öfke gizlidir.
Öfke kalpte kök saldığında, zamanla sabit bir karanlığa dönüşür. Ve her temas, başkasının aydınlığına değil, kendi bulanıklığına çarpar. Ruhun berraklığı kaybolur. Artık her parıltı, düşman gibi görünür.
Hayra tahammül edemeyen, duaya da sevinemez. Başkasının nasibine bakınca şükür yerine boşluk hisseder. Ve o boşluğu doldurmaz, hayrı küçültmeye girişir. Oysa küçülen hayır değil, kişinin idrakidir. Küçülen, kendi kalbinin dirliğidir.
Karanlık bir kalpte durmaz. Sessizce çevreye yayılır. Bir bakarsın, kıskançlık yalnız bir kişiyi değil, bütün bir topluluğu zehirlemiştir. Böylece başkasının hayrını kıskanmak, hayrın kendisine düşmanlık etmeye dönüşür.
Bu düşmanlık, kişiyi kendi özünden koparır. Artık ne dua edebilir, ne bir duaya “âmin” diyebilir. Çünkü dilinden dökülen her söz, önce kendisini lanetler.
Hayra körleşmek, ruhun ilahî adaleti reddetmesidir. Fakat hakikat susturulmaz. İnkâr edildikçe daha da belirginleşir. Zira hakikat, ne kadar bastırılırsa o kadar bağırır.
Ve sonunda, hakikatin sesine sağır olan, yalnız kendi çığlığını işitir.
Kıskançlık, fenomenolojik olarak bakışla başlar. İlk evresi görmeyle ilgilidir; fakat bu görme, hakikatin kavranmasıyla değil, kavranamadığının ağırlığıyla tetiklenir. Göz, gördüğünü anlamaya çalıştığı anda değil, göremediğini hissettiği noktada kıskançlığa yönelir. Böylece bakış, epistemik işlevini kaybeder; kıyasın ve eksiltmenin aracına dönüşür.
Bu nedenle kıskançlık yalnızca gözün faaliyeti değildir; kısa sürede kalpte sabitlenir ve orada bir gölgeye dönüşür. Bu gölge, kişinin kendi içsel alanını aydınlatmasını engeller. Artık mesele yalnızca başkasında olanı istemek değil, başkasında görüleni kendinde eksik saymak ve o eksikliği başkasının fazlasından düşürmeye kalkışmaktır.
Kıskançlığın mantığı yükselerek eşitlenmek değildir; indirerek eşitlemektir. “O da bizim gibi olsun” söylemi, aslında “biz onun gibi olamadık” gerçeğini bastırma stratejisidir. Bu nedenle bakış, hasetle zehirlenmiş olduğunda, başkasının varlığında kendi eksikliğini görür ve bu eksikliği gidermek yerine, başkasının değerini azaltma yoluna başvurur.
Kalbin gölgesi uzadığında, hakikatin çıplak görünürlüğü ortadan kalkar. Göz, kıyasın aracına indirgenir: kim neye sahip, kim ne kadar övgü alıyor, kim daha görünür? Bu sorular hakikati aramaz; nefsi besler. Böylece ölçüt, ilahî adalet değil, öznel eksiklik duygusu olur.
Kıskançlık bu noktadan sonra artık bireysel bir duygu olmaktan çıkar, varoluşsal bir durum hâline gelir. Çünkü gözün işlevi değişmiş, kalbin merkezinde sabitlenmiştir. Dışa dönük saldırganlık yerine, içe doğru çöken bir yıkım başlar. Söz değil, suskunluk; hareket değil, gecikme; takdir değil, eksiltme aracılığıyla işler. Yıkıcılığın en sinsi biçimi budur: öldürmek değil, değersizleştirmektir.
Bu bağlamda kıskançlık, ontolojik olarak “gölge” metaforuyla tanımlanabilir. Karanlık değildir; fakat ışığın geçişini engeller. Hakikati bütünüyle yok etmez, ama görünmez kılar. Böylece kıskanan kişi ne gerçek sevinç yaşayabilir ne de sahici bir acıya eşlik edebilir. Başkasının ışığını gölgelediği kadar, kendi varlığında da kaybolur.
İçsel boyutta kıskançlık, kalbin merkezine yerleştiğinde, sevginin yerine dargınlık üretir. Bu dargınlık aslında başkasına değil, kişiye kendi nefsine yönelmiştir. Fakat özne bu durumu doğrudan itiraf edemez. Sonuçta bakış sürekli kaçar, tebessüm donuklaşır, selam gecikir. Çünkü göz baksa bile sevemez hâle gelmiştir.
Sevginin kaybı, şükrün kaybını doğurur. Şükrün kaybı ise hakikati taşıma imkânını yok eder. Bu nedenle kıskançlık, yalnızca bireysel bir zafiyet değil, hakikate yönelmiş bir yabancılaşmadır.
Son aşamada kıskançlık, bir duygu olmaktan çıkıp yapısal bir durum hâline gelir. Her sevinç kıyasla, her güzellik eksilmeyle, her hakikat suçlamayla algılanır. Böylece hiçbir şey saf kalmaz; her değer gölgenin filtresinden geçerek bozulur.
Kısacası, kıskançlık gözden başlar, fakat kalpte yerleşerek bir gölge fenomenine dönüşür. Bu gölge, ne bütünüyle yok edici ne de bütünüyle yapıcıdır; fakat sürekli engelleyicidir. Dolayısıyla kıskançlık, insanın hakikatle temasını zayıflatan bir “perdeleme” işlevi görür.
Hakkı göremeyen, yalnızca adaleti ıskalamaz. Hayrın varlığına da tahammül edemez hâle gelir. Çünkü hak, yalnızca terazinin dengesi değildir; kalbe dokunan bir huzurdur. O huzur, eksikliği sabitleşmiş bir kalpte öfkeye dönüşür. Ve böylece, hakkı göremeyen, başkasının huzurunu düşman bilir.
Ama bu düşmanlık açıktan açığa gelmez. Dilinde hak, başka kılıklara bürünür. Adalet aramaz, eşitlik ister. Eşitlik yetmez, intikam talep eder. Aradığı hakkın yerine geçmez; istediği, başkasının ondan da eksilmesidir. Çünkü kendi eksikliğini yalnızca başkasının kaybıyla telafi edebileceğine inanır.
Oysa hak, başkasından alınarak kurulmaz. Ama kıskanan kalp buna razı değildir. Başkasının sevinci, ona haksızlık gibi görünür. Başkasının tebessümü, kendi acısının inkârı gibi gelir. Ve bu his, bir süre sonra niyete dönüşür: “O da eksilsin. O da kaybetsin. O da yalnız kalsın.”
Hayra düşmanlık işte buradan filizlenir. Çünkü hak, yalnızca hakkın teslim edilmesi değildir. Kimi zaman bir duanın kabulüdür. Kimi zaman sessizce açılan bir yol. Kimi zaman söze dökülmeyen bir kabulleniş. Kimi zaman sebepsizce uzanan bir merhamet. Ve bütün bunlar, kendini mahrum hissedene ceza gibi görünür.
Bu yüzden hakikati göremeyen ruh, hayrı adaletsizlik sayar. Her nimete müdahale etmek ister. Duaları kıyaslar. Sükûtu tartar. Sessiz yürüyenin hesabını tutar. Kimin ne kadar acı çektiğini unutur; kimin daha çok görünür olduğunu konuşur.
Ve o konuşma, hakka dair değildir. O konuşma, bir huzursuzluğun dilidir. Çünkü kalp, hakkı göremeyince huzurdan nefret eder. Görenin dinginliğine tahammül edemez. Yükünü taşıyanı küçümser. Ve en sonunda, hakkı değil, huzuru cezalandırmak ister. “Bu kadar kolay olmamalıydı.” “Bu kadar görünür olmamalıydı.” “Bu kadar sevilmemeliydi.”
Bu sözler hakikatin değil, taşıyamayan kalbin yankısıdır. Ve dışarıda hayır çoğaldıkça, içeride karanlık büyür. Çünkü hakkı göremeyen, ışığı dışarıda ararken kendi gölgesini beslemektedir.
Gölge, her duada kıyas yapar. Her övgüde eksiklik hisseder. Her başarıda yenilgi görür. Ve yenilgisini başkasının zaferine yazar. Kendi eksiğini sahiplenemeyen, onu mutlaka başkasına yamamak zorunda kalır.
Artık hakikat, onun için ölçü olmaktan çıkmıştır. Hakikat, içerde ölmüştür. Geriye yalnızca yargılar kalır: “Kim hak etti? Kim hak etmedi? Kim layıktı? Kim değildi?” Bu sorular, hak adına değil; hayrı gölgelemek için sorulur. Çünkü hak da, hayır da, güzellik de ona batmaktadır.
Ve bu batış, yalnızca bir ruh kararması değil; bir yok oluşun başlangıcıdır. Hakikati göremeyen, hayrı taşlayarak kendi sesini susturur. O sessizlik artık rahmet değil, lanettir.
Hayırdan nasibini alamayan, güzelliği taşıyamaz. Taşıyamayan yüceltemez. Yüceltemeyen, bir süre sonra onu lekelemeye kalkar. Çünkü güzellik, hayrın suretteki izidir. Ve suretteki hayır, hayırsız bir kalpte lanet gibi yankılanır.
Güzellik yalnızca gözle değil, hâlde hissedilir; seste duyulur, susuşta belirir. Fakat bu hâl, kendinde bulunmayana tehdit gibi görünür. Kendi taşımadığı şeyi başkasında gördüğünde, çıplaklığı artık gizleyemez. Ve insanın en korktuğu şey, kendi çıplaklığıdır.
İşte bu yüzden güzelliğe saldırı doğrudan yapılmaz. Bir kusur aranır. Bir niyet sorgulanır. Bir geçmiş hatırlatılır. “Eskiden öyle değildi,” denir. “Bakalım ne kadar sürer,” denir. Güzelliğin kendisiyle savaşılmaz; taşıyanıyla savaşılır.
Çünkü güzellik, kendiliğinden bir hakikattir. Ama haset edenin gözünde meşru değildir. Ona göre, o güzelliği yalnız kendisi taşımalıydı. Kendisi taşıyamadığı için, başkasının da taşımasına tahammül edemez.
Bu yüzden güzellik kirletilmek zorundadır. Sözle değilse ima ile. İma ile değilse bakışla. Bakışla değilse mesafeyle. Mesafeyle değilse sessizlikle. Ve her şey bittiğinde, hatırlamamakla.
Güzellik unutulmaz; fakat unutulmayanın kalpte bastırılması, psikodinamik açıdan öfkeye dönüşür. Bu öfke, artık yalnızca özneye değil, onun taşıdığı güzelliğin kendisine yönelir. Ses, duruş, susuş, sevilmişlik — tüm bu göstergeler, kıskançlıkla zehirlenmiş bilinç için tahammül edilemez hâle gelir. Çünkü güzellik, eksiklik duygusunu sürekli hatırlatan bir ayna işlevi görür.
Bu noktada güzellik, başkasının varlığı olmaktan çıkar, kişinin kendi yıkımının işareti hâline gelir. Hasetten etkilenen özne, güzelliği yüceltmek yerine kirletmeye, taşımak yerine kırmaya, görmek yerine yok saymaya yönelir. Ancak unutma girişimi güzelliği ortadan kaldırmaz; yalnızca öznenin algısını körleştirir. Körleşme ilerledikçe, tahammülsüzlük saldırıya, saldırı inkâra, inkâr da kalbin kendi hakikatini inkârına dönüşür.
Böylece kişi için hayır geçersizleşir, hak tartışmalı hâle gelir, güzellik ise bir oyun gibi görünür. Bu durum epistemik bir çarpıtma içerir: güzellik görülmediği için değil, görme yetisi köreldiği için kirletilmeye çalışılır. Kirlenen şey hakikat değil, kirletenin dili ve bilincidir.
Bu bağlamda suskunluk, hasedin en rafine tezahürlerinden biridir. Sessizlik yalnızca bir eksiklik değil, performatif bir eylemdir: görünmez bir hüküm verme biçimi. Dilin eksiltmesi, yargı işlevi görür. Hiçbir şey açıkça söylenmez; fakat övgü esirgenir, yüz çevrilir, onay verilmez. Böylece suskunluk, negatif bir iletişim biçimi olarak cezalandırıcı bir işleve kavuşur.
Sosyolojik açıdan bu, “sessiz mahkeme”dir: ne hâkim vardır ne savunma; fakat hüküm çoktan verilmiştir. “Bu kişi fazladır”, “Bu kişi durdurulmalıdır.” Karar dile getirilmez ama icra edilir. Suskunluk, sosyal ilişkilerde bir dışlama mekanizmasına dönüşür.
Bu dışlama en ağır cezayı üretir: sebebini bilmeden cezalandırılmak. Kişi kalabalığın içinde görünürdür, ama yok hükmündedir. Anılmamak, zikredilmemek, hatıradan düşürülmek — bütün bunlar, varlıkta yokluk deneyimini üretir.
Böylece haset, dilin tamlamasında değil, eksiltmesinde konuşur. Fazla sözle değil, eksik cümleyle iş görür. “Herkes oradaydı” ifadesinde olduğu gibi, birini anmamak, onu eleştirmekten daha kesin bir imha aracıdır. Çünkü anılan hâlâ yaşar, zikredilen hâlâ yankılanır; fakat adı geçmeyen, toplumsal bellekten silinir.
Kısacası, hasedin en soylu ve en yıkıcı biçimi, sessiz imhadır. Bu imha, biyolojik ölüm değil, sembolik yok ediliştir: kelimenin dışına itmek, cümlenin dışında bırakmak, anlatının hafızasından silmek.
Haset çoğu zaman inkârla güçlenir. Kişi “ben kıskanmam” der, “ben herkese hakkını veririm” der, ama aslında içinde büyüyen şey tam da budur. Haset kolayca itiraf edilmez çünkü bu, bir zayıflığın kabulü gibidir. O yüzden inkâr edilir. İnkâr edildikçe derinleşir, derinleştikçe kişi kendi hasedini artık fark edemez hale gelir.
Dışarıdan bakıldığında dengeli, ölçülü, adil görünmek mümkündür. Ama içte, övgüyü yalnızca belirli kişilere layık gören bir kibir çalışmaktadır. Suskunluk burada bir maske olur. Öyle ki bu suskunluk, gerçekte gizlenmiş bir hükme dönüşür: övülmemek, anılmamak, onay görmemek. Bu da zamanla kişinin görünmezleşmesine yol açar.
Haset tek başına varlığını sürdüremez. Yanına yandaş, yankı, ortak arar. Bu nedenle meclislerde bakışlarla, suskunluklarla, yarım cümlelerle bir tür gizli ittifak kurulur. Açıkça söylenmeyen ama herkesin paylaştığı bir his doğar: “O fazla”, “O ön planda”, “O biraz geri çekilmeli.” Böylece bireysel bir duygu, toplu bir tavra dönüşür.
Bu toplu suskunluk, sadece tek bir kişiyi değil, bütün bir ortamı etkiler. Hakikat dile gelmez, güzellik anılmaz, hayır görünmez olur. Ve sonuçta ortaya çıkan şey, sessiz bir dışlamadır. İnsan en ağır yalnızlığı, kalabalık içinde yok sayıldığında yaşar.
Hakikat böyle bir ortamda ısrar etmez. Geri çekilir. Bu çekiliş bir yenilgi değil, bir tercihtir. Çünkü hakikat, kendisine yüz çevrilen yerde durmaz. Onu taşıyan unutulduğunda, hakikatin zinciri de kırılır. Kırılan zincirin ardından çirkinlik ve hile güç kazanır. Ama bu durum kalıcı değildir. Çünkü hakikat geri çekilse de yok olmaz; yalnızca bekler.
Ve bir gün, unutanların, susanların, görmezden gelenlerin karşısına kendi ağırlığıyla yeniden çıkar.