Nefsi emmarenin sıfatları - 4 - Hırs

Bu yazıda baz alınan katman, beşerin, düşkün cihetten nefs-i emmaresidir.

Beşer, düşkün cihetten zamanın akışına tabidir. Beden olarak, asli iç olmayan, dışa-izafi bir iç, ve bu iç’e dış olarak kültüre, evrime, biyolojik kayıtlara ve, gelişim adı verilen arardalığa tabi ama düşkün zeminde yer alan ruhsal etkileşime tabidir. Böyle bir nefs ise, kısmîdir; ve bireyin diğer katmanlarını kuşatmaz.

Dolayısıyla aşağıdaki yazı, farklı katmanları da faal olan, ve farklı nitelikleri de cereyan eden nefsler için bağlam dışındadır.

Bu uyarı iyi anlaşılmadan, aşağıdaki yazıyla acele hükme varılmaması gerekir.

Nefsin söz konusu diğer katmanları, ve hırsın diğer nitelik seyirleri, mesela erdem olarak azim seyri kısmen son bölümde açılmıştır.

Aşağıdaki yazı, sadece söz konusu düşkün-merkezci nefs-i emmare’nin hırs sıfatını ele almaktadır.


Bir şeyin yokluğu, o şeyin değeriyle eşzamanlı doğmaz. İnsan, yokluğu fark ettiğinde henüz eksilmemiştir; eksildiğini sanarak eksilmeye başlar. Ve işte hırs, tam da bu noktada, eksikliğin yokluğa değil de başkasının varlığına atfedildiği anda doğar. Çünkü insan, kendinde olmayanı sadece kendisiyle değil, başkasının elleriyle kıyasladığında, yoksulluğu değil, yoksunluğu öğrenir. Yoksulluk susar; yoksunluk bağırır. Yoksulluk, içteki boşlukla baş etmeye çalışır; yoksunluk ise başkasının doluluğunu kendi boşluğuna yalanla yerleştirmeye kalkar. Burada başlar ilk çatlak: göz kendine değil, başkasına dönmüştür. Artık neyi istemediğini değil, neyi istemesi gerektiğini başkası belirler. Ve bu, insanın kendi iradesini terk ederek başkasının doyumuna göre açlığını tarif etmesidir. Arzular içten doğduklarını sanır, oysa çoğu kez dışarıdan içeri sızan yankılardır. Ne istediğini söyleyen ses, çoğu kez kişinin kendi dili değildir. Düşünce sandığı şey, kıyasın tortusudur. Kıyas, kıskanılanın gölgesinde yaşar. Hırs ise bu gölgeye dokunarak gövdelenmeye çalışan boşluğun inadıdır.

Hırs, dışarıdan içeri akan bir acı değil, içerideki boşluğun dışa taşan hâlidir. Bu yüzden tatmin olmaz, bu yüzden ne kadar çok olursa olsun eksiklik hissi sürer. Çünkü hırs doyurulacak bir ihtiyaç değil, sökülmesi gereken bir yalandır. O yalan yıllar içinde gerçekmiş gibi sahiplenilir. Kişi artık arzularını değil, o arzuların doğurduğu kişiliği savunur. O kişilik, olmamış olanın oluyormuş gibi yapılmasıyla inşa edilmiş bir taklit kimliktir. Ve her taklit, varlığın üzerine örtülmüş bir çürüme taşır. Hırs, çürüyen benliğin kokusunu saklamak için parfümlenen bir gururdur.

Hırs çoğu zaman başarı anında belirir. İnsan en güçlü hissettiği anda en zayıftır; çünkü gücünü içten değil, başkalarının gözünden ölçmüştür. Başkasının bakışıyla kendini görmek, körlüğün en keskin biçimidir. Hırs, bu körlüğün örtüsüdür.

Göz eninde sonunda içeri dönmek zorundadır. Çünkü dışarıda gördüğü her şey, kendi içinin karşıtıdır. Ama içeri dönen göz, ilk defa boşluğu görecektir. Ve o boşluk korkulacak bir şey değil, üzerine bina kurulmayan tek sağlam yerdir. Orası hâlâ senin değildir. Senin olmaması, onun hakikat olduğunun tek kanıtıdır. Hırs, bu boşluğu sahiplenmeye çalışan bir arzunun adıdır: kendi olmayanı kendi sanmak, olmayanı varmış gibi giyinmek, varlığı yoklukla karıştırmak.

Hırs önce olmayanı istemekle başlar, sonra olanı da istememeye dönüşür. Çünkü hırs yalnızca ulaşılamayanın değil, ulaşılanın da hükmünü geçersiz kılar. Her elde ediş, yeni bir yoksunluk doğurur. Çünkü hırsın doyumu yoktur. Çünkü doyum, bir sonuç değil, bir yok oluş ister. Hırs yok olmayı değil, daha çok var olmayı arzular: daha çok görünmeyi, daha çok bilinmeyi, daha çok sahip olmayı. Ama her “daha çok”, daha az bir kendilik doğurur. Çoğalan sahiplikler, eksilen bir varlıkla ödenir. Ne kadar çok şey olursa, o kadar az “ben” kalır. Ve sonunda insan, benliğini kaybederek varlığını büyüttüğünü sanan bir gölgeye dönüşür.

Sahip olmak sanıldığı kadar masum bir eylem değildir. Çünkü sahip olmak, o şeyin yerine geçmek ister. Varlık ile sahiplik arasındaki fark silindiğinde, kutsanan artık var olan değil, sahip olandır. Ama sahip olanın kendisi yoksa, sahip olduğu her şey boşlukta asılı kalır. Hırs, işte bu boşluğun içine doldurulmuş şeylerle var olur. Ne kadar çok şey varsa, o kadar büyük bir boşluk vardır. Ve o boşluk şeylerle dolmaz; çünkü o boşluk şeyler için değil, hakikat için yaratılmıştır. Hırs, hakikatin yerine eşyayı koyar. Eşya çoğalır, insan azalır.

Bir şeyin sahibi olduğunu sanan, aslında o şeyin efendisi değil, kölesidir. Çünkü kendini artık o şeyle tanımlar. Sahip olmasa kim olduğu bilinmeyecektir. Ve burada doğar ikinci körlük: kendisini sahip olduklarıyla tanımlayan bir benlik. Evle, parayla, soyla, güzellikle, bilgiyle, unvanla, güçle anlatılan bir varlık, aslında hiçbir şeyi olmayan bir yokluktur. Çünkü sahip olunan her şey geçicidir. Geçici olanla kurulan kimlik, kalıcı bir çöküş hazırlar.

Ve bir gün gelir, sahip olunan her şey elden gider. Kalan tek şey, insanın kendisidir. Ama o “kendisi” hiçbir zaman inşa edilmemiştir. Hep şeylerin ardına saklanmıştır. Şimdi o şeyler yoktur, kendisiyle baş başadır. Ama kendisi de yoktur. Sadece bir boşluk. Bu kez sahip olmaya değil, boşluğu inkâra başlar. Hırs yeniden şekil değiştirir: “Ben o değildim ki.” “Zaten istememiştim.” “Benim için önemsizdi.” Oysa ne kadar çok “önemsizdi” diyorsa, o kadar çok onunla tanımlamıştır kendini.

İnsan sahte benliğinin yıkıldığını kabullenemez. Çünkü o benlik yılların yalanıyla kurulmuştur. O yalanla bakmış, o yalanla sevilmek istemiş, o yalanla hayatta kalmıştır. Şimdi o yalan sökülürse hayat da sökülecek gibi gelir. Ama o hayat hiç yaşanmamıştır ki. Yaşanan, yalnızca o yalanın süslenmiş, kutsanmış biçimidir. Böylece insan, yaşanmamış bir hayatı sürdürmek için her şeyi yapan bir tutkuyla varlığını tüketir. İşte hırsın en ileri evresi budur: gerçek olmayanı gerçek kılmak için gerçekliği inkâr eden bir sistem.

Ve yine o suskun varlık belirir. Bu kez yakın durur ama dokunmaz. Yüzünü içe çevirir. Göz dışarıya değil, içeriye bakmak zorundadır artık. İçeride ilk defa, hiçbir şeye ait olmayan ama her şeyin ardında duran o çıplak bakış belirir. Bu bakış, gözün değil, ruhun bakışıdır. Görmek istemeyen benliği ortadan kaldırır. İnsan ilk defa şeylere değil, şeylere bakan kendi bakışına yönelir. Bu kırılma değil, açılmadır. Açılan şey, bastırılmış ve örtülmüş hakikattir.

Ama hırs bu açılmayı istemez. Hırs perdeyi ister. Hırs örtüyü ister. Çünkü hakikat kendini çıplak bıraktığında, hiçbir şeye sahip olunmaz. Oysa hırsın dünyasında sahip olmak tek ölçüttür. Hakikat ölçüsüzdür, hakikat kimseye ait değildir. Hırs sahiplenmek ister. Sahiplenemediğinde kıskanır. Kıskançlık öfkeye, öfke yıkıma, yıkım inkâra dönüşür. Artık yalnızca kendi değil, hakikatin kendisi de inkâr edilir. Ve böylece yalan tanrılaştırılır. Yalan, yeni bir inanç olur. Bu inancın adı, hırsla kurulmuş sahte benliktir.

Ve bu benlik artık içi boş bir tapınaktır. Görkemli ama boş. Herkesin hayran olduğu ama kimsenin içine giremediği, girildiğinde yalnızca yankının duyulduğu bir mabed. İnsan bu mabette kendine tapar. Ama tapılan kendi değil, kendi yerine koyduğu şeylerdir. Bu yüzden dua etse de duyulmaz, ağlasa da işitilmez, sevse de ulaşamaz. Çünkü kendi yoktur. Çünkü hırs, kendini tanımayı değil, kendini yapmayı seçmiştir. Ve yapılan her benlik, hakikatin yerine geçmek isteyen bir heykeldir. O heykel ne kadar kutsal görünürse görünsün, sadece taş bir suskunluktur.

Kendi eksikliğini düşman bellemiş bir varlık, yalnızca saldırmaz; savunmaya çalışırken kendini de yıkmaya başlar. Düşman bellediği, kendi eksikliğidir. Çünkü eksiklik ona zayıflık gibi görünür. Zayıflık görünürse terk edileceğini sanır. Terk edilmek, sahip olamamakla eş tutulur. Sahip olamayan gözden düşer. Gözden düşen sevilemez. Sevilemeyen hiçbir şeye ait değildir.

İnsan bir şeyi kazandığında mutlu olmaz; kazanamadığı şeyin hayalinde kendini yüceltirken kaybolur. Hırs, kazanma isteğinin değil; kaybetme korkusunun adıdır. Kaybetmek yetersizliktir, yetersizlik değer kaybıdır. Değer kaybeden sevilmez. İşte sevilememekten korkan, hırsa sarılır. Sevilmek için değil, sevilmediğini hissetmemek için. Kazanmak için değil, kaybetmemek için. Ama bütün bu çaba, onu güçlendirmez; yalnızca daha derin bir zayıflığın içine hapseder.

Kendini büyük gösterme zorunluluğu, küçüklüğün en kesin işaretidir. İnsan küçük olduğunu bildiği için büyüklük iddiasında bulunmaz; kendini küçük zannettiği için büyüklük zırhına bürünür. Bu zırh, hırsın görünür yüzüdür. Kendisini kanıtlamaya çalışan her söz, zaten kabul edilmemiş bir varlığın çığlığıdır. Her gösteri, görünmezliğin itirafıdır. Her övünç, içteki utancın maskesidir. Her başarı, aslında bir başarısızlığı örtme gayretidir. Çünkü gerçekten bilen konuşmaz. Gerçekten seven ispat istemez. Gerçekten olan, görünmeye çalışmaz.

Ve tam burada bir an için sessizlik girer araya. Dış dünyanın sesleri çekilir. İçeride bir fısıltı belirir. Ne bir söz. Ne bir talimat. Ne bir doktrin. Sadece bir hissediş. “Olmasaydın da sevseydim seni, ne olurdu?” diyen görünmeyen bir bakış. Bu bakış yargılamaz. Ama her şeyi yerle bir eder. Çünkü şimdiye kadar kurulan bütün varlık, sevilmek için bir şey olmak üzerine inşa edilmiştir. Oysa bu bakış, hiçbir şey olmadan da sevilebileni arar. Ve bu sevgiyle ilk kez karşılaşan benlik, ne yapacağını bilemez. Çünkü hep varlıkla kanıtlamaya çalışmıştır kendini. Oysa şimdi varlık değil, yokluk talep edilmektedir. Varlığın sökülmesi, benliğin dağılması, maskelerin düşmesi…

Ama kolay değildir. Çünkü hırs yalnızca bir arzu değil, bir yaşam biçimidir. Hayatın neredeyse her köşesi hırsla örülür. Giyilen kıyafet, seçilen kelime, alınan karar, kurulan dostluk, yapılan ibadet, çekilen fotoğraf, edilen dua… Hepsi görünmek içindir. Ve görünmenin ardında, görünmeyen bir boşluk vardır. O boşluk korkutucudur. Çünkü o boşluk gerçektir. Ve insan, gerçekle yüzleşmekten değil, kendi gerçek yüzünü görmekten korkar.

Hırs, insanın kendi yetersizliğine karşı geliştirdiği sahte bir üstünlük kurgusudur. Ama bu kurgu her zaman dışsal onaya ihtiyaç duyar. Alkış olmazsa yıkılır. Takdir edilmezse kaybolur. Desteklenmezse çöker. Bu yüzden hırs, yalnızca başkalarının gözleriyle var olabilir. Ve başkalarının gözleriyle yaşayan bir insan, kendi gözleriyle hakikati göremez.

Görme yetisi dışa yönelmişse, iç körleşir. İç körleşirse, vicdan susar. Vicdan sustuğunda yalnızca akıl konuşur. Ve akıl hırsla birleştiğinde yalnızca strateji üretir. Strateji, hakikatin değil kazancın aracıdır. Kazanç, gerçeğin değil oyunun sonucudur. Ve oyun büyüdükçe hakikat kaybolur.

Her oyunun bir sonu vardır. Oyun bittiğinde herkes yerine döner. Maskeler düşer. Işıklar söner. Sahne boşalır. Geriye, kimsenin alkışlamadığı bir “ben” kalır. Ve işte o an, hırsın bittiği, hakikatin başladığı yerdir.

Ama herkes bu sona ulaşamaz. Çoğu, oyunu bırakmamak için bütün hayatını feda eder. Çünkü hırs oyunu bitirmek değil, ölene dek sürdürmek ister. Ve bu yüzden çoğu insan hiç yaşamadan ölür. Hiç var olmadan görünür. Hiç hakikatle buluşmadan kendini anlatır. Çünkü hırs yaşamak değil, yaşanıyormuş gibi yapmaktı

Her bağırış, içinde gizlenmiş bir suskunluğu saklar. Her saldırının altında bir korku vardır. Her hırs, güç değil; güçsüzlüğün üstünü örten bir hayalden ibarettir. Fakat bu hayal öyle derin kök salar ki, kişi artık onu gerçek sanmaya başlar. Kendi hayalini gerçek zanneden bir varlık, gerçeği düşman bellemeden yaşayamaz. Çünkü gerçek, hayalin hükmünü iptal eder. Bu yüzden hırsla kurulan her yapı, hakikatin en küçük dokunuşunda sarsılır. Ve insan, sarsıldığında sarsılmaz olmak ister. Sarsılmaz olmak için de görünmezliğe sığınır. Bu kez hırs bağırmaz; susar. Talep etmez; geri çekilir. İster gibi yapmaz. Görmez, işitmez, konuşmaz. Ama bu sessizlik, dinginlik değil; şekil değiştirmiş bir arzudur.

Çünkü hırs, her zaman açıkta yürümez. Bazen tevazuya bürünür. Bazen suskunlukla maskelenir. Bazen geri planda kalma erdemiyle süslenir. Ama bu tevazu, hakikatin tevazusu değildir. Görünmez kalma üzerinden kazanılmak istenen yeni bir üstünlüğün hırsıdır. Artık başarı değil, görünmemeyi başarabilme tek hedef olur. Fakat görünmemeyi başarma çabası da yine görünmeye dönüktür. Çünkü kişi, içten içe “Ben farklıyım ama göstermem” derken bile bir tür dikkat bekler. Gerçekten farklı olmayı talep etmeyen, farklı olduğunu konuşmaz. Ama hırs, görünmediği yerde bile kendini duyurmanın yolunu bulur: sessizlikle, geri duruşla, iddiasızlıkla. Oysa her iddiasızlık, yeni bir iddianın doğumudur.

İnsan içindeki kıskançlığı bastıramazsa, onu dönüştürmeye çalışır. Dönüştürülmüş kıskançlık, erdem maskesiyle dolaşır. Başkalarının başarısı karşısında gülümseyen, ama içten içe o başarının kendisine ait olmamasını hazmedemeyen bir ses başlar. Ve bu ses zamanla bir iç çürümeye dönüşür. Dışa yansımaz. Çünkü dış, güzelleştirilmiştir. Ama iç, sustukça daha çok konuşur. İç konuşma, en gürültülü çığlıktır. Hırs, bu noktada başkasıyla değil; kişinin kendi kendisiyle kavgasına dönüşür.

Kendini kendi gözünde bile küçümseyen bir varlık, başkasının yüceliği karşısında sessiz kalsa da, içten içe o yüceliğin yıkılmasını ister. Ama bunu dile getirmez. Çünkü hırs artık suçluluk doğurmuştur. Suçluluk, kişinin kendine duyduğu gizli öfkeyle birleşir. Bu öfke içte büyür, kendini yiyerek güçlenir. Ve kişi artık başkasına değil, kendine zarar vermeye başlar. Bu zarar, zamanla bir cezalandırma ritüeline dönüşür. Kendini ihmal eder, kendini sabote eder, başarıyı istemezmiş gibi davranır. Fakat bu görünmeyen sabotaj da hırsın başka bir biçimidir. Çünkü kişi, başarısızlığa mahkûm olarak başkalarının onu küçümsemesini engellemeye çalışır. “Ben zaten istememiştim.” diyebilmek için başarısızlığı seçer.

Ve tam burada, o suskun varlık yeniden görünür hale gelir. Bu kez konuşmaz. Sadece bekler. Çünkü bilir ki, kişi artık kendi içinde çürümeye başlamıştır. O çürümenin ortasında bir çığlık yankılanır: “Ben ne zaman kendim oldum?” Bu soru bile sorudan çok bir suçlamaya benzer. Çünkü kişi, aslında hiç kendini kurmamıştır. Hep başkalarının varlığına göre şekillenmiştir. Onlar olmadan kim olduğunu bilemez.

Ve işte bu, hırsın en büyük felaketidir: Kendiliğin yokluğu.

İnsan, arzusunu açıkça dile getirdiğinde en azından yalın bir dürüstlüğü vardır; ne istediğini söyler, kim olduğunu ifşa eder. Ama hırs böyle yapmaz. Hırs en çok ahlâkın içine saklanır. Çünkü en tehlikesiz görünen alan, en rahat manipülasyon alanıdır. Erdemli görünen davranışların altına gizlenmiş üstünlük tasarısı, hırsın en ustaca oyunudur. İnsan, erdemli olmak için değil; erdemli görünmek, erdemiyle itibar devşirmek, erdemiyle hükmetmek için ahlâklı gibi davranır. Ve bu davranış, hakikat değil; en rafine hırs biçimidir.

Ahlâk, hakikatin kendisinden değil de başkasının gözüne uygun görünme çabasından besleniyorsa, artık hırsın en saf hâline dönüşmüştür. Çünkü burada amaç hakikatle birleşmek değil, hakikat imajı yaratmaktır. İnsan artık hakikati istemez; hakikat gibi görünmeyi ister. Bu da, kendini doğru göstermeye çalışan bir yanlışlık üretir. İçten dışa değil, dıştan içe kurulmuş bir erdem maskesiyle yaşar. Ve maske zamanla kişiliğin kendisine dönüşür. Neyin gerçek, neyin sahte olduğu ayırt edilemez hâle gelir. Sahte olan, samimiyetle savunulmaya başlanır. Hırs, burada kendi kendini kutsar.

En güçlü olanlar çok konuşmaz. Ama hırs, konuşmadan duramaz. Çünkü içten içe değersiz olduğunu bilir. Ve bu değersizliğini bastırmak için onaya muhtaçtır. Ahlâkı, hakikati, iyiliği, merhameti, adaleti diline dolayan ama bunlarla kendini yücelten biri, artık hakikatin değil; hırsının sözcüsüdür. Gerçek erdem görünmek istemez. Oysa hırs, görünmeden var olamayacağını sandığı için hep daha fazlasını söyler, hep daha çok bilir, hep daha çok müdahale eder.

Bu müdahalecilik, bilgi aktarımı değil; tahakküm aracıdır. Çünkü hırs yalnızca var olmak istemez, yön vermek ister. Kimin ne düşüneceğini, neye inanacağını, nasıl yaşayacağını belirlemek ister. Bu arzusunu güçle değil, ahlâkla süsler. Böylece emir değil, tavsiye görünümünde bir tahakküm üretir. Ve tavsiye reddedildiğinde kırılmaz gibi yapar ama içten içe öfkelenir. Çünkü asıl mesele iyilik yapmak değil; iyilik yapan olarak görünmektir. İyilik reddedildiğinde, kişi kendini değil; karşısındakini suçlar. Oysa reddedilen, iyilik değil; onun arkasına gizlenmiş tahakkümdür.

İnsan gerçekten iyi olmak istediğinde iyiliği unutur. Çünkü artık onu düşünmez; o, bir varlık biçimi hâline gelir. Ama hırs iyiliği bir araç olarak kullanır. Her araç ise bir amaca hizmet eder. Bu amaç, en çok kişinin kendini yüceltmesidir. Ve bu yücelme arzusu, sessiz bir üstünlük iddiasıdır. Sessizlikle tahakküm, tevazu ile kibir, sabırla öfke, erdemle hırs aynı cümleye sığdırılır. Böyle bir çarpıklık, yalnız zihni değil; varlığın kendisini çürütür.

Tam burada belirir o gölge. Bu kez daha yakındır, daha derindir ama konuşmaz. Yalnızca susar. Ve bu suskunluk, bütün cümleleri iptal eder. Çünkü suskunluk hakikatin görünmeyen aynasıdır. O ayna, neyin saklandığını değil; neyin saklanamadığını gösterir. Kişi, kendi sözlerinin ardında neyi gizlediğini değil, neyi gizleyemediğini fark eder. En güzel sözlerin altındaki en çirkin arzular görünür hâle gelir. “İyilik yaptım” derken, “yücelmek istedim” itirafı duyulur. “Doğruyu söyledim” derken, “hükmetmek istedim” çığlığı işitilir. Ve bu çığlık, dışa değil, içe yönelir.

Böylece hırs, yalnızca bir istek olmaktan çıkar, varoluş biçimi olarak çöker. Her düşünce, her davranış, her karar onun gölgesinde şekillenir. Kişi artık kendi değildir. Kendi sandığı şey, hırsın biçimlendirdiği bir kimliktir. Bu kimlik görkemlidir ama içi boş bir mabettir. Tapanı vardır ama ruhu yoktur. Çünkü o mabed, hakikatin değil; hırsın taşlarıyla örülmüştür. Her taşı bir takdir, her sütunu bir övgü, her kubbesi bir alkışla yükselmiştir. Ama temeli yoktur. Temeli olmayan bir yücelik, ilk sarsıntıda çöker. Hırs en sonunda kendi yıkımını hazırlar.

İnsan, varlığın sınırına geldiğinde ya boyun eğer ya da sınırı aşmaya kalkar. Boyun eğmek teslimiyettir; sınırı aşmaksa reddediştir. Hırs, işte bu reddediştir. Hırs, kendini var eden sınırı tanımak istemez. Çünkü sınır varsa eksiklik vardır. Eksiklik varsa bağımlılık vardır. Bağımlılık varsa güçsüzlük vardır. Güçsüzlüğü kabullenemeyen, sınırsızlık hayali kurar. Bu hayal, en derin arzudur: her şeye sahip olmak, her şeye yetmek, her şeyi bilmek, her şeye hükmetmek. Bu artık insana ait değil, varlığın kendisine ait olanı gasbetme teşebbüsüdür. Hırs, burada bir ilahlık iddiasına dönüşür.

İlahlık iddiası asla açıkça dile getirilmez. Ama davranışlarda, niyetlerde, yönelimlerde kendini belli eder. “Ben olmazsam eksik kalır.” “Ben yaparsam tamamlanır.” “Ben söylemezsem bilinmez.” “Ben yönetmezsem dağılır.” cümleleri, bu sahte kudretin fısıltılarıdır. İnsan kendisini merkez ilan etmiştir. Her şey onun etrafında dönmelidir. Her şey onun onayıyla var olmalıdır. Her şey onun tarafından anlamlandırılmalıdır. Artık hiçbir şey başkası için değildir; her şey onun tatmini içindir. Ve bu tatmin, hiçbir zaman doymaz. Çünkü bu açlık, ruhun değil; benliğin tanrılık tahtına duyduğu açlıktır.

Bu ihtiras kendini kutsallaştırır. Kendi fikirleri, kendi sözleri, kendi doğruları dokunulmaz hâle gelir. Çünkü dokunulursa içindeki gerçek ortaya çıkar. Ve o an bütün kurgular çöker. Hırsın inşa ettiği benlik, çöküşü kaldıramaz; çünkü hiçbir zaman temele oturmamıştır. Yalnızca yükselmiştir. Yükseldikçe uzaklaşmıştır. Uzaklaştıkça yalnızlaşmıştır. Yalnızlık arttıkça güç sanrısı derinleşmiştir.

Hırs kendi benliğini kutsadıkça başkasını küçümser. Çünkü yüceliğin bir temele oturması için karşıt gerekir. Bu karşıt çoğu zaman diğer insanlardır. Başkalarının yetersizliği, kendi yeterliliğini büyütür. Başkalarının zaafı, kendi kudretini meşrulaştırır. Artık herkes ya eksiktir ya gereksiz. Çünkü yalnızca o tamdır. Ama bu tamlık hakikat değil, hırsın ürettiği sahte bir bütünlüktür. Tam olan tamamlanmak istemez. Oysa hırs, durmadan tamamlanmak ister. Bitmeyen eksiklik duygusunun üzerini örten bir tamlık yalanıdır bu.

Ve yeniden belirir o sessiz varlık. Bu kez daha da uzaktadır, yalnızca bir iz gibidir. Göz bile değmez ona. Çünkü kişi kendini tanrı yerine koymuştur. Tanrı yerine koyan biri, Tanrı’dan öğrenmez. Tanrı’dan işitmez. Tanrı’ya kulak vermez. Çünkü onun tanrısı artık kendisidir. Bu yüzden hırsın en derin evresi, söz dinlemeyen bir körlükle biter. Uyarıyı işitmez, eleştiriyi taşımaz, yüzleşmeye tahammül edemez. Çünkü her şeyin haklısı artık yalnızca kendisidir. Çünkü hakikat, sadece onun bakışından yansır. Ve bu bakış, çoktan körleşmiştir.

Körlük, gözün görmemesi değildir; gördüğünü yalnızca kendi yorumuyla anlamlandırmasıdır. Bu yorum, başkasının gerçekliğini siler. Diğer herkes yanlıştır. Diğer herkes eksiktir. Diğer herkes hatalıdır. Ama o değil. O hep doğru, hep yeterli, hep merkezde. Bu artık bir kişilik problemi değil; varlıkta bir sapmadır. Çünkü kişi yalnızca kendi varlığına tahakküm etmeye çalışmaz, bütün varlığa da tahakküm etmeye başlar.

Bu sapma bir çürüme değil, bir kopuştur. Kendiyle, ötekilerle, hakikatle, yeryüzüyle, gökyüzüyle, iç dünyasıyla… her şeyden kopar. Koparken bile “Ben daha yakınım” der. Çünkü hırs, yalnızlığını üstünlükle süsler. Oysa o üstünlük, derin bir izolasyonun kamuflajıdır. Ve bu izolasyon, kişiyi sadece insanlardan değil, varoluşun kendisinden de ayırır.

Tam bu noktada, içe doğru son bir bakış fısıldar: “Her şeysin sandın; ama artık hiçbir şey değilsin. Çünkü hiçbir şeyle bağın kalmadı.” Bu cümle insanı paramparça etmez. Ama insan onu işitmez. Zira hırsın tanrısı kulak vermez; hırsın tanrısı yalnızca buyurur. Ve bu buyruk artık yalnızca kendinedir. Kendi kendini yöneten, kendi kendine hükmeden, kendi kendine konuşan bir iç tiranlık. Bu tiranlık başkasına zarar vermeden önce en çok sahibini yok eder.

Karanlık, yalnızca ışığın yokluğu değildir; ışığın sahte bir kaynaktan parladığı yerdir. İnsan gerçek ışığa tahammül edemediğinde, kendi ışığını üretmeye kalkar. Bu üretim hakikatin değil, hırsın icadıdır. Hırs karanlıkta parlamak istemez; ışık gibi görünmek ister. O yüzden en çok iyilikle parlar. Ama o iyilik aydınlatma değil; yanıltmadır. Arka planda bir yükselme arzusu taşır. Bu arzunun dili tatlıdır; yüzü sakindir; sesi yavaştır; ama özü yakıcıdır.

İyilik eğer başkası içinse, görünmek istemez. Hırsın iyiliği ise görünmek için yapılır. Kimin gözünde büyünüyorsa, o göz içindir. Kimin alkışı yücelik sağlıyorsa, o alkış içindir. Kimin sessiz onayı güç veriyorsa, o sessizlik içindir. Böylece iyilik erdem olmaktan çıkar, pazarlık aracına dönüşür. Görünür oldukça kişi kendini yükselmiş sanır; oysa yükselen yalnızca kibrin yeni biçimidir.

Bu biçim değiştirmiş kibir mütevazı davranır. Ama her mütevazı cümle, gizli bir zafer ilanına dönüşür. “Ben değilim” diyen, “Benim” demenin incelikli yolunu seçmiştir. “İstemedim” diyen, elde ettiğini duyurmak ister. “Vazgeçtim” diyen, kendine duyulan hayranlığın daha temiz bir türünü arar. Bütün bunlar hırsın en parlak maskesidir. Çünkü gerçek tevazu hatırlanmak istemez; hırs unutulmamak için iyiliğe tutunur.

Kişi iyilik yaptıkça büyüdüğünü sandığında, artık iyilik onun için araç hâline gelir. Araç olan yerde samimiyet çözülür. Samimiyet çözülünce içte derin bir yalnızlık başlar. Çünkü iyi, karşılık beklediğinde değerini kaybeder. Kişi “Karşılıksız yaptım” dese bile, içte onaylanma isteği varsa, zamanla yetersizlik hissine dönüşür. Onay görmedikçe kırılır, kırıldıkça küser, küstükçe kötülüğe meyleder. Böylece görünür ki, yapılan yalnızca iyilik değildi; yükselme çabasıydı. Her yükselme arzusu, düştüğü anda içini açar.

İnsan iyi olmak değil, iyi bilinmek istediğinde, iyilik gösteri olur. Gösteri seyirciyle anlam kazanır. Seyirci yoksa, iyilik değersizleşir. Oysa gerçek olan seyirciye değil, sessizliğe dayanır. O sessizlik, insanın kendi içini işiten bir derinliktir. Hırs sessizliği taşıyamaz; alkışı sever, gözleri arar, görünmeden duramaz. Çünkü görünmek var olmak sanılır.

Ve burada çöküş başlar. Görünmediğinde yetersiz hisseder. Yetersizlik değersizliğe döner, değersizlik öfke üretir. O öfke iyiliğin yüzünü sıyırır. Kişi artık başkasını değil, kendini hedef alır: “Neden görünmedim? Neden bilinmedim? Neden takdir edilmedim?” Bu sorular gizli bir itirafın yankısıdır: “Bunu hak etmiştim.” Oysa hak etmek iyiliğin ölçüsü değildir. Hırs, iyiliği ödüllendirilecek başarı gibi gördüğünden, hak etme duygusunu içselleştirir; bekler, bekledikçe kırılır, kırıldıkça çöker.

Geriye ne kalır? Kimsenin alkışlamadığı, unutulmuş bir iyilik yığını. Fakat içi boş. Çünkü hakikat taşımıyorsa, yalnızca görünmek içinse, yapanı inşa etmez; sadece süsler. Süslenen her kimlik, ilk yağmurda akar gider.

Derken bir gölge belirir. Öncekiler kadar görünür değil; daha sessiz, daha karanlık bir hatırlatma. Söz söylemez. Suskunluğuyla şunu sezdirir: “Seni hiç kimse bilmediğinde de aynı iyiliği yapacak mısın?” Bu soruya cevap verilemez; çünkü cevap bir yokluğu işaret eder. Cevap verebilmek için önce kendini bilmek gerekir. Oysa hırs insanı kendinden uzaklaştırdığından, ortada “kendi” kalmamıştır.

Ve iyilik bile artık araçtır. Hakikat bekler; fakat gözler, eller, kalp, niyet başka yerlerde. Çünkü hâlâ “ben” var. Hâlâ “yücelme” arzusu, hâlâ “bilinme” isteği. Hırs bu isteklerin üzerine nur gibi oturmuş görünür; fakat o nur, nur değil—cehennem kıvılcımının sahte parıltısıdır.

Sevgi, yalnızca bir varlığa yönelmek değildir; bazen ondan geçmek, bazen onda dağılmak, bazen onunla birlikte kendi sınırlarını bırakmaktır. Bu bırakış, her zaman kudret değildir; kimi zaman aczin yankısıdır. İnsan her zaman güçlü sevmez. Bazen sevmek, benliğin dayandıramadığı bir boşlukla tanışmaktır. “Sensiz olamam” cümlesi her zaman sahip olma hırsının sesi değildir; çoğu kez içeride büyüyen derin bir yokluğun biçimidir. Bir geçmişin, bir köksüzlüğün, bir eksikliğin, bir kaybın sesi. Bazen yalnız kalmanın değil, hiç var olamamış olmanın itirafı.

İnsan bazen kendine ait olmayanı sahiplenerek var olmak ister. Bu kötülük değil; dağılmış benliğin toparlanmak için yaslandığı geçici bir duvar olabilir. O yaslanış çoğu zaman bilinçli bir tahakküm arzusu değil, çökmemek için dayanak arayışıdır. Bu yüzden “sensiz olamam” cümlesi her zaman bağımlılık değildir; bazen tanınma çabası, bazen “ben de varım” haykırışıdır. Burada doğan şey hırs değil; varlıkla yüzleşemeyen bir kalbin kırıklarını onarma çabasıdır.

Evet, kimi zaman manipülatiftir, tahakküm üretir, tutar, zapt eder, nefessiz bırakır. Ama her zaman değil. Bazen o söz çocukluktan gelir: terk edilmiş bir annenin gölgesi, ilgisiz bir babanın suskunluğu, kardeşsiz büyümenin ıssızlığı, sevgiyle dokunulmamış bir ömrün boşluğu. O zaman ne “sensiz olamam” hırs cümlesidir, ne de o sevgi tahakkümdür; yalnızca düşmemek için birine tutunma çabasıdır. Ve o çaba sevilmediğinde değil, görülmediğinde daha çok acıtır.

Hırs burada değildir. Hırs, bu kırılganlığın üstüne sahte bir kimlik kurulduğunda başlar. Kendi yetersizliğini örtmek için “Ben yeterim” demeye başladığında… “Sensiz de olurum” cümlesi güç gösterisine dönüştüğünde hırs doğar. Ama “sensiz olamam” diyebilmek hâlâ insanın en çıplak, en savunmasız hâlidir. Bir dua gibi değil; bir yara gibi. Yarayı küçümseyen, hırsı anlayamaz. Çünkü hırs çoğu zaman iyileşmemiş bir yaranın üstüne giydirilmiş çelik bir gövdedir. “Sensiz olamam” diyen henüz çelik giymemiştir; hâlâ çıplaktır, hâlâ acı içindedir.

Burada suskun varlık yine görünür. Bu kez daha yakın, daha diz çökük, daha insanî. Ne azar vardır bakışında ne uzaklık. Sadece dinler, sadece tanıklık eder. Çünkü bilir: bazı sözler yalnızca duyulmak için söylenir. Anlaşılmak bile değil; içteki yükü başkasının varlığıyla taşımak için bir kelimeye sığınılır. “Sensiz olamam” o anda ne duadır ne gösteri; yalnızca yürekten taşan, duyulmak isteyen bir hâl.

Fakat uzun sürmez. Eğer bu sözün üzerine kimlik bina edilirse, bu sözle ayrıcalık, önem, hak devşirilirse, işte o an hırs başlar. Acz sabırla taşınmazsa, zamanla öfkeye, kıskançlığa, denetim arzusuna döner. Ama ilk anda o söz hâlâ masumdur; hâlâ insandır. İnsan bu kırılganlığıyla tanınmalıdır.

Burası hırsın değil, hırsın henüz gelmediği sınır çizgisidir. Hâlâ acı, hâlâ eksiklik, hâlâ terk edilme korkusu vardır. Ama o korku içten gelir, dürüsttür. Henüz başkasını değil, kendini incitir. Bu içe dönük kırılganlık insanın hâlâ kurtarılabilir yanıdır: henüz sahte yücelikler inşa edilmemiş, özün üstü örtülmemiş, hırs kalbe yerleşmemiştir.

Ama yerleşebilir. Ne zaman yerleşeceği, o acıyla nasıl yaşandığına bağlıdır. Kaçılırsa, bastırılırsa, inkâr edilirse… hırs kapıdan girer. Durulur, duyulur, taşınır, kabul edilirse… hakikat içeri sızar. “Sensiz olamam”, bağımlılıktan çıkar; iç dua olur: “Eksik bir şeyim. Ve bu eksiklikle var olmak istiyorum.”

Kendiyle yetinemeyen başkasına bakar. Kendine inemeyen, başkasının aynasında kendini arar. Bu bakış görmeyi değil ölçmeyi ister. Hırs görmez; kıyaslar. Böylece başkası kendine varmak için vesile değil; kendini yüceltmek ya da değersizleştirmek için cetvel olur. Her başarı eksiklik duygusu uyandırır, her güzellik çirkinlik hissi, her bilgelik yetersizlik duygusu. Başkasının varlığı, kendi yokluğunu büyütür; çünkü kendine dokunamayan, başkasının parıltısıyla yanar.

Hırs burada doğar. Genişleyerek değil, küçülterek. Kendini büyütmeye değil, başkasını küçültmeye çalışır. Yükselmenin yıkmadan olacağına inanmaz. Başkası güzelse kendisi çirkinleşir, başkası başarılıysa kendisi silinir, başkası yüceltilirse kendi unutulur. Unutulma korkusu, kendini yok etme korkusudur. Mesele artık sevmek, sevilmek, hak etmek değil; görünmek ve unutulmamak.

Bu yüzden görünene saldırır. İftira, küçümseme, alay… Susar ama içte kıyas bitmez. Her adımda “O daha mı seviliyor?” sorusu, her konuşmada “Ben daha az mıyım?” yankısı, her övgüde taze bir kıskançlık titreri. Hırs artık düşünce değil, refleks olur. İnsan düşünmeden acır, düşünmeden saldırır, düşünmeden incinir. İçteki boşluk düşünceyi taşımaz; yalnızca kıyasla ayakta durur.

Kıyas ileri götürmez; geride kaldığını hatırlatır. Hırs bu geride kalışı unutturmak için bir kimlik daha giydirir: eleştiri. “Onun da hataları var.” “O da mükemmel değil.” “Herkes gibi biri.” Sözler hakikati yansıtmaz; iç yetersizliğin dışa çevrilmiş çığlığıdır. Kişi kendini başkasına bakmadan inşa edememiştir. Gövdesi yoktur; başkasının gölgesiyle giyinmiştir.

Böylece başkasına bakarak kendine varmaya çalışır; her bakışta kendinden daha uzaklaşır. Çünkü o bakış içeriyi aydınlatmaz, dışarıyı parlatır. Dışarı parladıkça iç kararır. Bu karanlık huzursuzluk üretir: herkesten şüphe. Her başarı strateji, her iyilik oyun, her samimiyet maske sanılır. Kendi içi böyle çalıştığı için, dış dünya da öyle sanılır.

Kıyas sonunda şu fısıltıya dönüşür: “Sen tek başına yetmezsin.” Ve bu fısıltı, şüphe olmaktan çıkar, inanç olur. Artık her hareket başkasına göre alınır. Ne giyse “O ne giydi?” gölgesi, ne söylese “O ne diyecek?” korkusu, ne düşünse “Beni nasıl anlayacak?” endişesi. Kişi artık kendi değildir; başkasına göre var olan bir surettir. Kendilik değil; kıyasa göre kalıba dökülmüş bir şekil.

Bu kalıp ağırdır. Sabit de değildir. Karşıdaki değiştikçe değişmek zorundadır. Yorulur, tükenir, dağılır. Bunu bile kabul edemez; hırs zayıflığı gizler. Sahte güçle ayakta durur: güler, parlar, güven verir; içte parçalanır. Çünkü kim olduğunu bilmez, yalnızca kim olmak zorunda kaldığını hatırlar.

Tam burada içe doğru bir adım atılır. Duruş değil, çökiş. Sessiz, dirençsiz, dağınık bir kabullenme: “Ben kendim değilim.” Bu cümle isyan değil; itiraftır. Ve bu itiraf, ilk kez hırsı susturur. Kıyasın sesi kesildiğinde iç ses duyulur. Bazen boğuk, bazen kırık, bazen öksüz… ama gerçektir. Gerçek olan sessizlik ister; konuşmak değil, dağılmak gerekir.

Kendi olamayış bazen sessiz çöküş değildir; yıkıcı bir öfke olarak döner. İçte inşa edilememiş bir benlik, dıştaki her yapıya saldırarak görünür olmak ister. Hırs artık yalnızca sahip olmak isteyen bir açlık değil; sahip olunana düşman kesilen bir yokluk olur. Herkesin sevdiğine nefret, herkesin dinlediğine tıkaç, herkesin önünde eğildiği hakikate içte bir kabus. Hakikati taşıyamayan, hakikati yıkmak ister.

Bu yıkım doğrudan kötülük değil; çaresizliğin en derin tezahürüdür. Kendi yapamadığını başkasının başarmasını taşıyamayan, onun yıkılmasıyla rahatlamak ister. Başkası düşünce sevinir, başarısız olunca ferahlar, kırıldığında “hak etti” der. Başarı kıyasla ölçüldüğü sürece, başkasının yükselişi kendi yokluğu gibi hissedilir. İçini inşa edemeyen, başkasının yıkımıyla var olmaya çalışır. Bu bir duruş değil; intikamdır. Ve intikamın muhatabı başkası değil, insanın kendisidir.

Sonunda hırs en çok sahibini hedef alır. Yıkmak isteyen zihin önce kendi içinde yıkar: öz değerini, iç tutarlığını, vicdanını. Kendi kendini çürüten biri dışarıdan aldığı ışığı zehir gibi yutar: övülmek acı verir, takdir şüphe doğurur, sevilince küçülür. Çünkü içteki benlik hâlâ yarımdır; yarım olan tamam görünmeye tahammül edemez.

Zamanla kin duygu olmaktan çıkar, hayat biçimi olur. Her başarı küçümsenir, her bilgi hafife alınır, her güzellik çirkinleştirilir, her yücelikte kusur aranır, her kutsala dil uzanır. Çünkü kutsal olan, içerideki çürümüş yapıyla çatışır. İyi olan tehdit olur; iyi olan eksikliği gösterir. Eksikliğini taşıyamayan, hakikate değil kötülüğe meyleder. “Kötü değilim, yalnızca gerçekleri söylüyorum” der. O “gerçek”, düzeltme değil, kırma niyetidir. Sevgiyle değil, intikamla söylenir. İntikamla söylenen her söz hakikat değil; hırsın en keskin giysisidir: parlak, akıllıca, bilgece… ama içi değersizlik ve nefret birikimi.

Bu birikim yalnız başkasıyla ilgili değildir; kişinin kendi iç çürümesinin yankısıdır. İçini kuramayan, dıştaki her yapıya sığınır; sığındığı yerden dışarıya bakınca iç harabeyi örtmek için başkasını harap eder. Bu arzu tehlikelidir; zira kötülük artık bilinçlidir. Bilinçli kötülük, hırsın en karanlık evresidir.

Ve yine o varlık gelir. Bu kez hiç konuşmaz. Çünkü karşısındakinin dili çözülmüş değildir. Sadece bakar. Artık bakış bile yetmez; göz gözü görmez. O kadar çürümüş, o kadar öfkeli, o kadar kendine kapanmış bir yapı ki; dokunmak yersizdir. Bekler. Çünkü bazen dibe çarpmadan yukarı bakılamaz; bazen yıkım olmadan yapı kurulmaz.

Bu yıkımın ne zaman biteceği, nerede duracağı belli değildir. Bazıları sonsuza dek kırar, bazıları kendini kaybeder, bazıları yalnız başkasının yıkımıyla var olur. Bu varoluş, varlık değil; hayalettir. Ne kendidir ne başkası; yalnızca yokluk kılığı. Yokluk hırsla birleştiğinde, hakikatin gövdesine saplanan bir zehir olur.

Hırs başta dürtü gibi belirir: geçici sanılır, bastırılabilir, yönetilebilir. Oysa zamanla, ince bir zehir gibi, varlığın katmanlarına sızar: sözlere, alışkanlıklara, bakışa, yürüyüşe, duruşa, seçilen kelimelere, giyilen renklere, suskunluğun vurgusuna. Artık tepki değil; hâl. İnsan hâlini fark etmediğinde hâlinin kurbanı olur. Düşünmeden yaşar: hırsla sever, hırsla konuşur, hırsla dua eder. Bu düşüncesizlik, hırsın karakter hâline geldiği evredir.

O noktada insan eski kendisi değildir. Hırsın boyadığı, içini başka anlamlarla doldurduğu yeni bir kimliğe bürünmüştür. Bu kimlik artık eksiklikle kavga etmez, gizlemez; eksikliğini başkasının fazlasını aşağılayarak meşrulaştırır. “Onlar göründüğü gibi değil” ile başlar. “Benimki daha derin.” “Yaşamadım ama anlayan benim.” Hırs başarısızlığı yüceltir, kırıklığı idealleştirir, ezilmişliği onura çevirir, dışlanmışlığı bilgelik sanar. Böylece insan, olduğu hâli kutsayarak dönüşümünü sabote eder.

İçte kıvılcım varsa bile, üzerine serilen bu sahte yücelik örtüsüyle bastırılır. Artık hakikate yönelemez; çünkü hakikat hırsın kurduğu ikinci benliği yıkmak ister. Bu benlik yıllar içinde örülmüştür. Onun yıkılması yalnız bir fikrin değil; bir hayatın, bir duruşun, bir aidiyetin yıkılması demektir. İnsan bunu göze alamaz. Hırsla kurulmuş bir ömrü terk etmek, kendini inkârı gerektirir; inkâr ise yeni benlik kurmak yerine daha derine saklanmayı doğurur. Artık ne başkasıdır ne kendisi; sadece görüntü, yalnızca yankı.

Yankı çoğaldıkça benzer sesleri çağırır. Kendisine benzeyenleri arar, birleşir, konuşur, bir cemaat kurar. Bu cemaatte kendi hakikatini yitirmiş insanlar, birbirlerinin sahte benliğini yücelterek yaşar. Kimse kendine bakmaz; herkes birbirine bakar. Herkes birbirini alkışlar. Herkes birbirinin gölgesinde yükselir. Bu yükseliş hakikatin değil, hırsın kurduğu çürük birlikteliktir.

İnsan kendi olmaktan vazgeçince başkası olmaya çalışır; aslında başkası da değildir. Başkasının söylemiyle konuşan, adımlarını tekrar eden bir yankı olur. Başta kalabalıkla teselli bulur; zamanla kalabalığın içindeki yalnızlık büyür. Zira her ses yankıdır, her yüz maske, her duruş gösteri. Gösteriler yorucudur: hakikatin ağırlığını değil, görünmenin yükünü taşırlar.

Ve bir yorgunluk belirir. Fiziksel değil; varoluşsal. İnsan kendini taşıyamaz. Aynaya bakmak istemez, konuşmak istemez; sessizliğe katlanamaz. Çünkü sessizlik sahte benlikle kurulmuş yapıları çözen ilk andır. Sessizlik gelince içte bir uğultu başlar: uzun süredir bastırılmış benliğin diriliş çığlığı.

Kişi bu çığlığa kulak vermez; korkar. Çığlık hâlâ hakikatin kaldığını gösterir. O dirilirse sahte olan her şey ölmek zorundadır. İnsan ölümden değil; sahtenin ölümünden korkar. Çünkü onunla tanınmış, sevilmiş, hayat kurmuştur. Sahtenin kaybı hayatın kaybı gibi gelir.

Bu noktada hırs artık arzu değil, kimliğin kendisidir. Bir şey istemekle ilgili değildir; kişi olmuştur. Her hareket, tercih, söz, hırsın içselleşmiş yapısıyla belirlenir ve fark edilmez. Zira düşünce değil, alışkanlık olmuştur. İnsan kendini yönettiğini sanır; oysa yöneten içteki hırstır. O karar verir, o yönlendirir, o susturur, o parlatır. Kişi bu yönlendirmeye “Benim iradem” der; o irade çoktan bırakılmıştır.

İnsan bir şeyi vaktinde inşa edemediğinde, geçmişin boşluğunu gelecekle telafi etmeye çalışır. Olmayanı olmuş, yaşanmayanı yaşanmış gibi göstermek, edilgenliği eylemle bastırmak ister. Bu bastırma yoğun eylemlilikle örtülür: çok çalışır, çok konuşur, çok hedef koyar, çok yolculuk eder. Her şeyin “çok”u, bir şeyin “hiç”idir. O hiç dillendirilmez; zamansal bir kaybın ağırlığıdır. Geç kalınmıştır. Hırs, bu geç kalışın gizli telafisidir.

Hırs yalnızca sahip olma arzusu değil; bazen zamanın boğazına sarılan pişmanlıktır. “O yaşta başaramadım, şimdi herkesten fazla yapmalıyım.” “O zaman görmediler, şimdi herkes konuşmalı.” “Vaktiyle kaybettim, şimdi kimse geçemesin.” Hırs, öne geçme değil; geçmişe yetişme çabasıdır. Oysa zaman sadece geçmez; biriktirir. Biriken boşluk, üstüne başarılar eklendikçe büyür; çünkü hiçbir başarı o boşluğu doldurmaz.

Bu yüzden insan başarıya ulaştıkça yorgunlaşır. Zirvede yalnız kalır. Takdir gördükçe içten içe çürür. Çünkü takdir, geçmişte duyulmamış sevginin yerine konmuştur. O sevgi gelmedikçe her övgü sahte yankıdır; taşımaz, dibe çeker. İçteki çocuk hâlâ oradadır: ağlayan, bekleyen, “Beni gör” diyen. Üzerine koca bir yetişkin giydirilmiştir: başarılı, güçlü, derli toplu. Oysa içte bir şey kırılmıştır; kırık unutulmaz, büyür.

O kırık hırsın itici gücüdür. Eksik kalan her şeyi fazlalıkla kapatmak ister. Ne kadar çok inşa ederse, o kadar az kendisi olur. Çünkü inşa ettikleri içteki eksik parça değildir; dışa dönüktür, görüntü içindir, başkaları içindir. Zamanla kendi hayatında figüran olur; oynamadığı sahnede başrol gibi davranır. Alkış gelir; kırığı iyileştirmez, yalnızca bastırır.

Hırs bu bastırmanın sürekliliğini ister. Durursa geçmiş gelir, pişmanlıkla yüzleşmeyi dayatır. Sahici bir silkiniştir pişmanlık; yüzleşemeyen, pişmanlığı başarıyla kapatır: daha çok kazanır, daha çok bilir, daha çok gösterir. Gösterdikçe içte çöküş başlar; çünkü gösterilen her şey bir şeyi gizler. Gizlenen büyüdükçe gösterilen daha parlak olmak zorundadır.

İç çelişki burada şiddetlenir. Kişi kendine bakamaz; bakarsa geciktiğini görecektir. Gecikmeyi görürse geçmişi kabul etmesi gerekir. Geçmişi kabul etmek, geleceği yeniden kurmak demektir. Oysa şimdiye dek gelecek, geçmişin üstünü örtmek için kurulmuştur; dönemez. Bu yüzden hızlanır, koşar, bitmeyen bir faaliyete girer. Her boşlukta yeni bir üretim, her sessizlikte yeni bir konuşma, her yalnızlıkta yeni bir çevre… Tüm çaba hâlâ geç kalmışlığın çırpınışıdır.

Bu çırpınış artık fiziksel değil, ruhsaldır. İçte daralma başlar: her şey tamdır ama eksik hissedilir; her şey vardır ama yoksunluk sürer; herkes alkışlar, ses yoktur; herkes takdir eder, sevinç yoktur. Yokluk maddi değil; varoluşsaldır. İnsan kendini taşıyamaz; çünkü kendisi değildir. Sadece geç kaldığı şeye yetişmeye çalışan bir gölge.

Ve o gölge bir başka gölgeyle karşılaşır: sessizce yaklaşan, duran, bakan, tanık olan bir varlık. “Vaktinde yıkılsaydın, şimdi ayakta olur muydun?” sorusu düşer kalbine. Suçlama değil; hatırlatma. Bazı şeyler vaktinde yaşanmadıysa, hiçbir zaman telafi edilemez. Telafi edilemeyen şeyler, içte yüzleşme ister. Yüzleşmeden kaçan yalnızca daha fazla üretir. O üretimin adı: hırs.

İnsan çoğu zaman bir şeyi, gerçekten sahip olmak için değil; başkasının gözünde ona sahip görünmek için ister. Çünkü hırs içerden doyamaz. Dışardan onay bekler. İçeride ne kadar boşluk varsa, dışarıda o kadar patırtı gerekir. Böyle olunca da şeyin kendisi değil, sureti kıymet kazanır. Zengin olmak değil; zenginmiş gibi durmak. Bilmek değil; bilen rolleri kesmek. Dingin olmak değil; sükûnet taklidi yapmak. İçerde bulunmayanı dışardan göstermeye uğraşmak, hırsın en bariz yüzüdür.

Gösteri sadece kalabalıkta yapılmaz. İnsan kendi kendine de oynar. Aynaya bakıp kendi gözlerine bile yalan söyler. “Oldum,” der. “Yeterim,” der. “Gerek yok,” der. Ama içi kırık bir benlik bu sözlerle iyileşmez. Kendi kendini alkışlamaktır bu. Alkış onaydır; içten gelmeyince zamanla utanç verici bir uğultuya döner. O uğultu tekrarlandıkça gerçek sanılır. “Ben buyum,” denir. O “ben” hakiki değil, sergilenen bir yüzdür.

Varlığını dışarı taşımak her zaman paylaşmak değildir; çoğu kez ikna girişimidir. “Beni görün”, “beğenin”, “isteyin” diyen göz, beden, dil… Belki doğrudan hırsın dili değildir bu ama onun gölgesinde konuşur. Orada tatmin yoktur; ispat sevdası vardır. İspata ihtiyaç duyuyorsa insan, içeride bir çatlak var demektir. Ne kadar başarıyla sıvansa da gece olunca sızlar. İç, dışı ikna edemez.

Böyle başlar zafer aldanışı. İnsan bir şeye gerçekten eriştiğinde değil; o erişiş başkalarınca onaylandığında kendini kıymetli hisseder. Kıymet içeriden değil, bakışlardan gelir. Bakış çekilince bütün düzen çöker. Çünkü artık kudret değil, kudret algısı esastır. “Güçlü” görünmek, güçlü olmaktan daha çok okşar nefsini. Zira güç emek ister; güçlü görünmek ise poz. Poz ihtiyaçtan doğar, hakikatten değil.

İhtiyaç—köküne inmeyen açlık. Kaynak unutulmuştur artık. Neyin arandığı bilinmez; yalnız tok görünmek arzusu kalır. Bu arzu insana sürekli doluymuş gibi oynamayı dayatır. Oyunun sonunda bir yorgunluk belirir. Bir günde değil; yıllarla. Çünkü kişi yıllarca içindeki gerçeği değil, başkasının görmesini istediği şeyi yaşamıştır. O hayat ona ait değildir artık; başkalarının bakışlarında var olmuştur.

Derken bir kırılma. En güzel gününde bile bir boşluk hissi. En çok sevildiği anda bile anlaşılmadığını sanır. En yüksek yerdeyken en yalnızlığı. Çünkü yaşadığı kişi kendisi değildir; birilerinin uygun bulduğu kılıktır. O “birileri” kim? Belli mi… kimi zaman anne, kimi zaman sevgili, kimi zaman toplum, kimi zaman da hiç var olmamış hayalî bir diğeri. Ama o diğeri, içeride gerçekmiş gibi yerini almıştır; insan da orada görünmeye çalışır.

Bu bir kayıptır. Fark edilmesi uzun sürer. Gösteri uyuşturur çünkü. Giydiği kıyafette, yazdığı cümlede, taktığı rol içinde kendi hakikatini unutur. Artık yalnız bir tasvirdir. Vitrindir. Vitrindeki her şey dokunulmaz; dokunulsa kırılır, kırılıp içinden boşluk akar. Kimse o boşluğu görmek istemez. O yüzden perde hiç kapanmaz. Hep gülümseyerek, hep süslenerek sürer. Bu süs, hırsın makyajıdır.

Sonra dıştan bir bakış belirir. Sessiz. “Gerçekten iyi misin?” demeyen ama bunu hatırlatan bir susuş. Belki bir dostun duruşu, bir çocuğun gözleri, aynadaki donuk ifade… O an geldi mi, dekor dağılır. Bu bir çöküş değil; ilk ayılma. İlk kez “ben kimim?” suali içeriden değil, suskun bir dış işaretle yükselir.

İnsan bir yola çıkarken yolun kendisini değil, varmayı sandığı yeri düşünmeye başlarsa yürüyüş anlam değil, hırs üretir. Yürüyen adım değil artık; zihindir. Zihin adımları hükümsüz kılar. Yolculuktan haz değil; varıştan zafer beklenir. Hırs tam burada doğar: Gidilen yer varlığın tarifi olur. Varılan her durak kimliğin temeline döşenir. Yolculuğu değil, varışı kutsayınca arayan olmaktan çıkar; sonucu bekleyen, tacı devralmaya hevesli bir kral kesilir.

Hırs, başarıyı hakikatin delili sanır. Oysa hakikatin delili gösteri değil; sükût. Hırs sükûtu taşıyamaz, onu geri gidiş gibi görür. Bu yüzden durmadan ilerlemek ister. Hep kazanmak, çoğalmak, alkışlanmak… Her duruş başarısızlık korkusu taşır; korku büyüdükçe eylem şişer, eylem şiştikçe maksat bulanıklaşır. Gün gelir, niçin yürüdüğünü unutur. Hedef ulaşılmak için değil, unutulmamak için konmuştur çünkü.

Kutsanmış başarı en tehlikeli biçimdir. Artık durma imkânı kalmaz. Kendini başarıyla tanımlayan, başarısız anı benliğin sönüşü sayar. Bu korku insanı her şeye zorlar: fazlasıyla çalışmaya, görünmeye, didişmeye. O fazlalıklar inşa değil, yıkımdır. İçi boşaltılmış her zafer, içinden bir parçayı koparır. Çıktıkça eksilir; eksildikçe daha da çıkmak ister. Kısır bir çark: yücelme sanrısıyla aşağı çekilmek.

Böylece başarı bir kazanç değil, neredeyse itikat olur. Uğruna her şey mubah sayılır: içe bakışı ertelemek, vicdanı kısmak, sevdiklerini geri itmek… Hırs gerekçe üretmekte mahirdir: “Fayda sağlıyorum”, “adalet için”, “kendimi gerçekleştiriyorum”… Parıltılı cümlelerin ardında yanan tek şey kalır: yetersizlik korkusu. Onu başarıyla örtmeye kalktıkça içeride daha büyük bir yıkıma dönüşür.

Ve bir gün… olur. En çok istenen gerçekleşir. Herkes bakar, konuşur, över. O gece, yatakta ilk kez içten bir fısıltı: “Bu muydu?” Dıştan gelen hiçbir şey, içeride bir iz doğurmadan gerçek olmaz. İç sahteyi kabul etmez; yalnız hakikati tanır. Tanıma, cümleyle değil, bir boşlukla başlar. “Hiçbir şey değişmedi.” “Hâlâ aynıyım.” Bu aynılık, yıllarca örülmüş yapıyı yerle bir eder.

Tam burada o tanıdık sessiz varlık görünür. Ne uzaktadır ne içte; sadece oradadır. “Oldun mu?” demez, “yetti mi?” de sormaz. Salt bir susuşla durur. O susuş, sözlerden ağırdır. İnsan anlatmak istemez; kelimesi yoktur. Zafer anlatılamaz; çünkü hissedilmemiştir. Sadece sergilenmiştir. Sergilenen, içte taşınmıyorsa yüktür.

İnsan dış dünyayla değil yalnız; içindeki titreşimle de yaşar. O titreşim kimi vakit adı olmayan bir sezgi, bazen gözün uzaklara takılı kalması, bazen gecenin ortasında yükselen huzursuzluk. Bu huzursuzluk bir suçun, bir günahın netteliği değildir; yalnızca “bir tuhaflık”. Hırsın büyüdüğü yerde bu tuhaflık bastırılır. Zira hırs, vicdanla aynı odada duramaz. Ya vicdanı kısar ya kendini onun üstüne çıkarır. Her iki halde de iç ses duyulmaz. Zamanla başka dile bürünür: yorgunluk, tatsızlık, karar verememe, anlamsızlık, uykusuzluk, ilişkide bozulma, sevinçsizlik…

Dışarıdan gülüyor olabilir; içeride soğuma çoktan başlamıştır. Eski sevinçler dönmez. Hırs ruhu beslemez; bedeni yorar. İnsan ruhuyla yaşar—hırs bunu bilmez. Onun işittiği ses alkıştır. Alkış kesilince içteki sükûtla baş başa kalır. İşte o an, kabuk bağlamış vicdan çatlamak ister. Kolay değildir; yıllardır susan ses uyanınca kulakta değil, kalbin en ince yerinde patlar.

Vicdan hırsı bir anda söndürmez; hırs ise vicdanı geçersiz kılmaya çalıştığında iç savaş çıkar. Kişi artık kendine güvenemez. Her kararın altında başka bir maksat sezer. Her davranışında sahte tadı… Dışarıdan hâlâ “dürüst”, “çalışkan”, “erdemli” görünebilir; içeride ise çürüme vardır. Zira vicdan dışa göre değil, içe göre hükmeder. İçe göre yaşanmıyorsa gerisi boştur.

Bu boşluğu anlamak zordur; zihin gerekçe üretmekte ustadır: “Doğru olan bu,” “sorumluluğum,” “herkes böyle yapardı.” Vicdan cümleyle ikna olmaz; sezgiyle çalışır. İç aynada yüzün gerçek ifadesi görünür: gözbebeklerine sinmiş o yorgun, ikircikli bakış. Ne kadar görünür, ne kadar güçlü olursa olsun; derinden bakan görür. Kalabalık görmez. Kalabalık alkışlar. Alkışlayan çoğu zaman kördür.

Alkış büyüdükçe vicdan küçülür; iki sesi birden duyamaz insan. Ya dışın gürültüsü ya içteki fısıltı. Hırs bağırır; vicdan fısıldar. Fısıltı duyulmaz fakat pes etmez. Bekler. Yıllarca bekler. Sonra bir hastalıkta, bir ayrılıkta, bir gece, bir haberle ya da bir gülüş yarıda kesildiğinde yeniden çıkar. “Yeter mi?” diye sormaz; sadece bulunur. Varlığıyla utandırmaz; bakmaya çağırır.

Bakmak kolay değil. Uzun zamandır aynaya yalnız zaferini göstermek için bakan biri, şimdi çıplak hâliyle kalır. Göğsünü kabartan değil; içini oyan boşluk çıkar karşısına. Orada ne alkış, ne ödül, ne şöhret… yalnız eksik kalmış bir yüz. Belki ilk kez kendini görür. “Ben buradayım,” der içten bir nefes. Ve cılız bir dua düşer: “Artık yeter.”

“Yeter” demek başlangıçtır. Başlamak için önce durmak gerekir. Hırs bilmez bunu; hep ileri. Vicdan bazen durmayı önerir, bazen geri dönmeyi, bazen sükût etmeyi, bazen affı, bazen teslimiyeti, bazen hiçbir şey yapmamayı. Hırs bunları zayıflık sayar; oysa hakikate en çok bu hâller yaklaştırır.

İnsan en çok neyi kaybettiğini bilmediğinde tükenir. Eksikliğin adı konmadı mı arayış körleşir. Kör arayış hakikati getirmez; yalnız çarpışmayı. Hırs bu çarpışmanın düzenidir: ne aradığını unutmuş bir ruhun, bulduğu her şeye sarıldığı telaş. Her şey kıymetli sanılır, her şey uğruna didişilmeye değer. Eksik olan bilinmediği için, her şey onun yerine konur. Hiçbiri oraya oturmaz. Hiçbir kazanım boşluğu tamamlamaz; çünkü eksik olan madde değil, mânâdır. Görülen değil; sezilendir.

İşte burada hırsın en tehlikeli evresi başlar: İnsan neyi aradığını unuttuğunda, eline geçenleri mutlak sayar. Bu mutlaklık, faniliğin en kalın perdesiyle örtülmüş bir doygunluk sanrısına iter. Artık soru gerekmez. Her şey sanki yerini bulmuştur. Kazanılmış, erişilmiştir. Fakat bütün bu kazanımların dibinde duran asıl eksik, hiç sorulmadan kalır. O eksik, yalnız bir eksik değil; kişinin bizzat kendisidir. Hırs, insanın kendini kaybetmesidir; üstelik fark etmeden. En acı kayıp budur: fark edilmeyen. Çünkü aranmaz. Aranmayan her kayıp, benliği usul usul tüketir.

İçerideki huzursuzluğu başarıyla örten kişi, bir süre sonra huzursuzlukla değil, başarıyla yaşamaya başlar. Oysa başarı, o sızının üstüne serilmiş ince bir örtüdür. Geceleri kayar. Uykusuz gecede düşer. Terk edildiğinde açığa çıkar. Gülünce sızlar. Konuşurken susar. İçte kısa bir soru dolaşır: “Bu ben miyim?” İşte bu sual, hırsla yoğrulmuş bir ömrün ilk çatlağıdır. O suali ancak içeride hâlâ diri bir şey varsa sorabilir insan. Her şey sönmüşse, sual de söner.

Bu çatlağın içinden bakmak kolay değil. Orada yıllarca bastırılmış, ötelenmiş, küçümsenmiş, suçlanmış, hor görülmüş bir benlik durur. Sessiz. Utangaç. Ama hâlâ yaşıyor. Hırsın en büyük tahribi, işte o benliğin üstüne basarak yükselmesidir. Onu eze eze, yerini alarak, unutturarak var olmuştur. Şimdi yollar bittiğinde, alkış kesildiğinde, hedeflerin tadı kaçtığında o unutulmuş benlik fısıldar: “Buradayım.” Sesi incinmiş bir çocuğun sesine benzer. Ağlatmaz belki, ama içi yakar. Çünkü o ses, insanın gerçek sesi olabilir.

Fakat gerçekle karşılaşmak her zaman teselli değildir. Gerçek yıkıcıdır; özellikle üstüne hırsla örülmüş bir kimlik oturmuşsa. Gerçek o kabuğu taşımaz, söker. O kimliğe yıllar verilmişse, onu kaybetmek hayatı kaybetmek gibi gelir. Oysa giden hayat değildir. Hayat, o kabuk sökülünce başlar. Bunu göze almak… her yüreğin işi değil.

Tam burada bir tercih belirir. Ya içteki hakiki benliğe dönülecek ya da hırsın ördüğü sahte yapıda kalınacaktır. Dönmek, bir nevi ölmek gibidir: insanların tanıdığı seni geride bırakmak gerekir. Kalmak da başka türden bir ölümdür: senin tanımadığın bir seni taşımak zorunda kalırsın. İki ölüm arasında, hakikate çıkan tek yol bir doğuştur. Sessizdir. Gürültüyle değil, dağılmayla başlar. İnkarla değil, kabulle yürür. Bu kabul, hırsın bittiği eşiğe çıkarır.

Ama hırs tamamen sönmez. İçeride bir sızı gibi kalır. Gizlenir. Gölge gibi dolaşır. Arada fısıldar: “Biraz daha yükselsen…” “Biraz daha parlasan…” “Az daha öne çıksan…” Bu ses susmaz; fakat artık buyuramaz. Çünkü içerideki hakiki olan, onu tanımayı öğrenmiştir. Tanıyan aldanmaz. Sadece görür. Sadece bilir. Bilir ki hırs, bir çınlamadan ibarettir. İçinde boşluk olmayan insanda çınlama olmaz. Ve o çınlama sustuğunda, ilk kez kendi sesin duyulur.

İnsan kendini sevemediğinde, görünmek zorunda hisseder. Görülmek, hissedilmediği yerde var olmanın kestirme yoludur. Hırs, işte bu sevmeyişin sonucu; kendilik eksikliğini alkışla örtme gayreti. Örtü ne kadar kalınsa içerideki sızı o kadar çoktur. Kimse bilmez. Çünkü hırs, iç acıyı görkemle örten bir gösteri düzenidir. Gülümserken içeride bir parça daha yırtılır. Anlatırken bir yara daha sızlar. Başarırken bir hatıra daha silinir. İnsan, içindeki boşluğu dışarıdaki yoğunlukla doldurmaya çalışır. Oysa iç, dışla dolmaz. İç ancak kendine şefkatle, dürüstlükle genişler. Hırs, dürüstlüğü taşıyamaz; çünkü dürüstlük çıplaklıktır. Çıplaklık, başkalarınca görülmekten değil, kendi gözünle yüzleşmekten ürker.

Kendi içine bakamayan biri, başkalarının bakışında yaşamaya başlar. Bu bakışta yaşamaya alışmış benlik, artık kendini yitirmiştir. Bunu fark edenler azdır. Çoğu, kendini kendinden kaçırmak için hayatını hırsla süsler: kimi bilgiyle, kimi estetikle, kimi cümlelerle, hatta acısıyla. Yücelme arzusu, dipte saklanan değersizlik duygusunun en parlak kılığıdır.

Kişi kendini gerçekten sevebilse bu kadar görünmeye çalışmazdı. Bu kadar kendinden söz etmezdi. Bu kadar “ben” demezdi. Çünkü sevilen iç, kendini dayatmaz; sakince bulunur. Sevilmemiş iç ise kendini ispat zorundadır. Her sözde, her seçimde, her duruşta bir kanıt taşır. O kanıtlar aslında içteki inkârın delilidir. İnsan kendini inkâr ettiğinde, dıştan gelen her şeyi bir şahit gibi yanında taşır.

Zamanla bu şahitler çoğalır: unvanlar, övgüler, belgeler, mal mülk, görünürlük… Hepsi birer tanık. “Bak, değersiz değilim,” diyen bir çığlığın süslü dosyaları. Ama bu dosyalar dışarıya gösterilir. İçeride ise o küçük, ürkek çocuk susmaktadır. O çocuk konuşmadıkça, kişi hep daha çok ispat ister. Hırs, bu ispatların toplamıdır.

Yine de hırs, içteki sesi ebediyen susturamaz. Bastırır. Üstüne düşünceler, planlar, programlar, hedefler yığar. Ama o ses geceleri, ansızın bir tebessümde, ya da bir çocukluk anısı uyanınca çıkar. Çünkü o ses, içeride hâlâ yaşayan, hiç dinlenmemiş olana aittir. Dinlenmemiş bir iç, dışarıda ne kadar gürültü üretirse üretsin, hep sessiz kalır.

Bir an gelir, bu anlaşılır. İnsan durur. Gözlerinin içi boşalır. İçinde taşıdığı bütün ispatların, kendini sevmeye yetmediğini fark eder. “Bunca şeyi yaptım, ama kendime dokunamıyorum” der. “Hâlâ utanıyorum.” “Hâlâ kaçıyorum.” “Hâlâ huzursuzum.” Bu fark ediş pişmanlık değil; kırılma da değil. İlk kez gerçeğin kokusudur. Zira kendini sevmeyen, kendini hırsla değil, şefkatle kurtarabilir.

Fakat o şefkat içeride yoksa, dışarıdan gelmesi bir şeyi değiştirmez. On kişi övse, bin kişi hayran olsa… İçteki küçük benlik hâlâ başını eğip bekliyorsa, her övgü tokat gibi iner. Kendine duyulmamış sevgi, başkalarının sevgisini taşıyamaz; kırılır, şüphe üretir, güveni bozar. Bu güvensizlik hırsı daha da büyütür. Artık sevgi değil hâkimiyet istenir. Anlaşılmak, kabul görmek değil; itaat, boyun eğiş, övgü… Secde. O noktada hırs, sevginin yerini alır. Sevmenin yerini, hükmetme arzusu tutar.

İçeride yumuşak bir fısıltı daha belirir: yorgun, kırık ama sahici. “Kendini niçin sevmedin?” Bu bir suçlama değil; bir kapı. Bu sual açıldığında, insan ilk kez başkasından değil, kendinden hesap sorar: “Niçin kıymet vermedim?” “Niçin kendime ihanet ettim?” “Niçin beni hep susturdum?” “Niçin içimi düşman bildim?”

Kişi kendine dönmeyi göze aldığında, ilk karşılaştığı şey her zaman geçmiş değildir. Ne çocukluk kırıkları, ne aile gölgeleri, ne yarım cümleler… İlk görünen, içte hâlâ taze duran ve yıllarca güçle telafi edilmeye çalışılmış o derin sızıdır. Bu sızı bir olaydan değil, bir yokluktan gelir. Yaşanmamış sevilmeler, kurulmamış cümleler, tutulmamış eller, sarılmamış bir bedenin soğuğu… İnsan bu yaşanamamışlıkları yok saymak yerine onları yenmek için güçlenmeye yeltenir; hırs tam burada başlar. Hırs, acının üstüne inşa edilen sahte bir kaleyse, o kalede çalınan tek şey zafer marşı değil; unutulmuş bir çığlığın ince çınlamasıdır.

Güçlü görünmek çoğu kez korunmaktır aslında. Ve korunma, içeride duyulan bir tehdit hissinin sonucudur. İnsan ne kadar tehdit altındaysa, o kadar sertleşmeye çalışır. Ama bu güçlenme sahici bir sağlamlık değil; kabuk bağlamaktır. İç hâlâ kırılgandır, hâlâ korkar. Dışarıya örülen zırh kalınlaştıkça acı kaybolmaz, yalnızca bastırılır. Ve bastırılan, bir gün başka bir yerden konuşur: öfkeyle, kontrol arzusuyla, şiddetle, sahiplenmeyle, hükmetmeyle, yalnızlıkla… Hırs, bu bastırmanın en yoğun dışavurumudur. Kişi artık yalnızca güçlü olmak istemez; gücün iyileştireceğine inanır.

Ama güç iyileştirmez. Güç unutturur. Unutulan acı da ölmez. Yer değiştirir. Başkasına yansır, başkasında cezalandırılır. İnsan kendine acımamak için başkasına acı verir. Ve bunu çoğu kez fark etmez. Çünkü gerekçeleri vardır: “Kırılmak istemiyorum,” der. “Beni incittiler,” der. “Ben yönetiyorum çünkü bana kimse yol göstermedi,” der. Bu sözler bir merhametin değil; tükenişin sesidir. Ve her gerekçenin tonu, içerideki yarayı ele verir.

İyileşmek için acıya dokunmak gerekir. Ona yer açmak, onunla kalmak… Ama hırs buna izin vermez. Çünkü hırs çabuk iyileşmek ister. Duramaz. Durursa içeridekini görecektir. Görmekten korkar. Bu korku onu sürekli eylemde tutar. “Daha çok yapmalıyım,” “Kimse benden öne geçmemeli,”… Bunlar bir hedef değil, bir kaçış cümlesidir. İnsan ancak kaçarken bu kadar çok şey yapmak ister.

Ve böylece hırs, iyileşmenin düşmanı olur. Çünkü iyileşmek kırılmakla mümkündür. Hırs kırılmaya tahammül etmez. Kırılmak, kontrolü bırakmaktır. Oysa hırs her şeyi kontrol etmek ister: zamanı, insanları, duyguları, hatta kaderi. Bu kontrol arzusu derin bir güvenlik ihtiyacıdır. Ama kişi kendini o kadar çok bastırmış, o kadar yeniden kurmuş, o kadar dışarıya taşımıştır ki; içeride hâlâ yaralı bir benliğin olduğunu kabul edemez. Çünkü kabul etmek, yıkılmak demektir. Ve yıkılmak gözünde felakettir.

Ama yıkımdan kaçış, yıkımı geciktirmez. Yalnızca içten ve sessiz bir çöküş hazırlar. Dışarıdan her şey yolunda görünür. Ama içeride öyle bir sessizlik çöker ki, insan kendi sesini bile duyamaz. Kalabalıkta susar, yalnızlıkta bağırır. Güçlü görünür ama aynaya bakamaz. “İyiyim” der, ama gözleri yorgundur. “İhtiyacım yok” der, ama içi titrer. “Atlattım” der, ama geceleri uykusu kaçar. Çünkü hırs unutturur. Hakikat ise unutulmaz.

Ve bir gün, küçük bir çatlak belirir. Yıllardır gömülü bir anı çıkar. Belki bir rüya, belki kısa bir kelime, belki eski bir yüz. O anda acı geri döner. Bastırıldığı sanılan ama hiç kaybolmamış bir sızı. İşte o an bütün güç çöker. Ve çöküşle birlikte yeni bir yön başlar: İlk kez kendine dönme.

Kendiyle yüzleşemeyen, başkalarını geçmek ister. Kendi gölgesini aşamayan, başkalarının önünde yürüyerek ışıkta görünmeye çalışır. Bu geçme çabası, bir rekabet değil; bastırılmış iç savaşın dışa taşmasıdır. İnsanın en derin mağlubiyeti başkasına yenilmek değil; kendine yenilmektir. Hırs, iç yenilgiyi dışarıda zaferle telafi etmeye çalışır. Ama içerideki düğüm çözülmedikçe, dışarıdaki zafer çözüm getirmez. Sadece erteler.

Kendi içinden geçemeyen biri, başkasının önünde geçmeye çalışır. Acele eder. Bu acele, bir hedef değil; bir kaçıştır. Her durak, geçmişi hatırlatır. Her bekleyiş, gölgeyi çağırır. Her suskunluk, içte çığlığa dönüşür. Ve kişi artık susamaz. Konuşur, koşturur, anlatır, yapar, gösterir. Ama bütün bu eylemler içeriden dışarıya değil; dışarıdan içeriye yöneliktir. Çünkü içe bakamayan, dışı kontrol ederek yaşar. Bu kontrol hükmetme arzusu değil; parçalanmaktan korunma refleksidir.

İnsan kendinden kaçarken bir dünya kurar. Başarılarla, planlarla, ilişkilerle, fikirlerle… Hepsi gerçektir, ama aynı zamanda unutuş aracıdır. Çünkü bazı yaralar doğrudan görülemez. Hırssa dolaylı bile bakmaz. Doğrudan unutturur. Bu yüzden hızla kurar, hızla değiştirir, hiçbir yerde kalamaz. Hız onun zırhıdır.

Ama hız durduğunda, içeriden çürüme kokusu yayılır. Bu koku bastırılamaz. En parlak anda bir burukluk, en gür kahkahada bir yorgunluk, en büyük başarıda bir utanç. Çünkü insan kendini nereye taşısa, kendisi de oradadır. Ve kendinden kaçış, sonunda kendini kandırmakla biter. Hırsın en acı tarafı budur: sona gelindiğinde, hiçbir yere varılmadığını görmek.

Ve o son, bazen çöküş değildir. Bazen yalnızca durmak olur. Herkes koşarken bir an durmak. Herkes alkışlarken sessiz kalmak. O duruşta bir cümle çıkar: “Ben neyi geçtim?” Bu bir soru değil; bir tükeniştir. Çünkü insan bazen o kadar çok şey geçer ki, sonunda kendisini geçemez. Ve kendini geçemeyince, her şey anlamsızlaşır.

İşte o an içeriye doğru kırılma başlar. Dış dünyanın sunduğu hiçbir şey taşınmaz hale gelir. İç hâlâ kırılgan, hâlâ yalnızdır. Bu yalnızlık, terk edilmekten değil; kendinden uzak düşmekten doğar. En ağır terk, insanın kendini bırakmasıdır. Hırs da budur: kendini terk edip yerine yapay bir kimlik yerleştirmek. Ama kimlikler, hakiki olmadıkça ruhu taşımaz.

Burada sessiz bir varlık belirir. Ne dıştan ne içten; arada bir yerden. Konuşmaz. Sormaz. Göstermez. Sadece var olur. Varlığıyla şunu hatırlatır: “Sen hiç kendini geçmedin. Hep kaçtın.” Bu hatırlayış bir suçlama değil; bir ayna. Ve o aynada insan ilk kez kabul eder: “Ben kendime hiç dokunmadım.”

Sonunda sözler tükenir. Nedenler, gerekçeler, savunmalar… Hepsi duvar örer. Ama içeriden gelen küçük bir uğultu, o duvarın çatladığını bildirir. Hiçbir gerekçe, içteki sessizliği ikna edemez. Hırs bin cümle kurar; içten gelen sessizlik tek kelimeyle hepsini susturur. O kelime konuşulmaz. Yazılmaz. Sadece hissedilir. Hissedildiği anda zihin susar, kalp ürperir, göz kapanır. İnsan ilk defa kendisiyle kalır. Ne geçmiş, ne başkaları, ne hedefler, ne imgeler. Yalnızca kendi özüyle.

Ve bu yalnızlık korkutmaz. Çünkü bu yalnızlık gerçektir. Gösteri yoktur artık. Alkış da yoktur. Ne kanıtlama ne üstünlük isteği. Hatta hırs bile susar. Çünkü hırsın konuşamadığı tek yer, insanın kendi sessizliğidir. Bu sessizlik boşluk değildir. Yıllardır örtülen, bastırılan, inkâr edilen hakikatin çıplak hâlidir. Ve bu çıplaklık artık ürkütmez. Çünkü saklanmamaktadır. İlk kez insan özüne dokunur. Yorgun, sessiz ama canlıdır. Ve hırsın dokunamadığı tek şeydir: kendiliğin çekirdeği.

İnsan, bu yankıya savaş açmaz. Çünkü artık bilir ki, geçmişle kavga edilmez. Sadece tanınır. Sadece olduğu yerde bırakılır. Bu fark ediş, olgunlukla değil, yorgunlukla gelir. Çünkü insan, kendini her defasında kanıtlamaya çalışmanın ne kadar tüketici olduğunu artık anlamıştır. Ve hiçbir ispat çabasının, içte duyulan o küçük fısıltıya ulaşmadığını… O yüzden şimdi, hırsın bıraktığı izle sessiz bir temas başlar. Ne bastırma vardır bu temasta, ne yüceltme. Sadece bakış… Yargılamadan, sahiplenmeden, kovmadan… Bakış bir temizliktir. Hırsla yoğrulmuş benliğe bakmak, onun büyüsünü bozar. Çünkü gerçek bakış, her yalana perde olur.

Bu iz, zaman zaman konuşur. “Daha mı fazlasını isteseydim?” der. “Daha mı çok çalışsaydım?” “Belki daha fazla öne çıkmalıydım?” Bu sorular, içteki eski hatıraların yankısıdır. Ve insan, o anlarda cevap vermez. Cevap verirse o iz yeniden canlanır. Cevap vermezse, zamanla sönmeye başlar. Çünkü bazı sorulara sessizlikle karşılık verilir. O sessizlik, unutmak için değil; izini taşıyabilmek içindir. Çünkü her yara unutulmaz. Ama her yara taşınabilir. Taşınmak, iyileşmek demek değildir. Ama artık kanatmıyorsa, artık yön vermiyorsa, artık kimliği belirlemiyorsa… o zaman taşınır.

Ve insan bu izle birlikte yeniden hayatın içine döner. Ama bu dönüş, bir yeniden başlama değil, bir devam etme hâlidir. Çünkü bu sefer geçmişten bir şey almak değil, geçmişle birlikte yürümek vardır. Hırs artık bir hedef değil; bir hatıradır. Onunla gelen kırıklık da birikim olur. Çünkü her yıkım, eğer sahiplenilmeden bırakılırsa, insana bir görme yetisi kazandırır. Görmenin derinliği, geçirdiğin sarsıntıyla ölçülür. Artık daha az konuşursun çünkü daha çok görürsün. Daha az ararsın çünkü daha çok fark edersin. Daha az beklersin çünkü daha çok duyarsın.

Ve burada insan, o eski gölgenin artık hükmetmediğini fark eder. Onunla yaşar ama onun tarafından yönlendirilmez. Bu fark, bir özgürlüktür. Ama o özgürlük, eylem değil; içten bir genişlemedir. Artık seçimler bir savunma değil, bir tercih olur. Yapılan şeyler, dışarıyı ikna etmek için değil; içten gelen sese karşı sadakatle yapılır. Ve bu sadakat, bir kurala değil; bir hâle dayanır. O hâl değişkendir, katı değildir. Çünkü ruh, şekille değil; yönle yaşar. Ve o yön, artık dışarıdan değil, içeriden belirlenir.

İnsan, bir dönem güçle yaşar. Güçle sever, güçle savunur, güçle konuşur, güçle yön verir, güçle korunur. Çünkü güç, hırsın kalkanıdır. Güç, sanki eksikliği bastırır. Güç, zaafı gizler. Güç, insanı merkezde tutar. Ama zamanla fark edilir ki, güç büyüdükçe, insan içinden uzaklaşır. Güç arttıkça derinlik azalır. Çünkü güç, hep dışa doğru genişler. Derinlik ise yalnızca içe doğru açılır. Ve bu iki yön aynı anda taşınamaz. İnsan birini seçmek zorunda kalır. Ya derinleşecektir, ya büyüyecektir.

Hırs büyümeyi seçtirir. Ama ruh, yalnızca derinlikle yaşar. Bu yüzden bir yerde çatlama başlar. Artık güç yormaya başlar. Güç konuşurken yutkunmaya başlarsın. Güç yürürken ağır gelir. Güç ilişki kurarken içinden bir şey kırılır. Ve içte bir ses başlar: “Bu kadar güçlü olmak zorunda mıyım?” Bu ses, zayıflığın sesi değildir. Bu ses, içten gelen denge arayışının ilk kıpırtısıdır.

Denge, hırsın tanımadığı bir kelimedir. Hırs “daha fazla” ile çalışır. Denge ise “yeter”le. Hırs “yukarı” der. Denge “yerinde kal” der. Hırs “geç” der. Denge “dokun” der. Ve insan bir gün artık dokunmak ister. Geçmek değil. Çünkü geçilen her şeyle bağ kopar. Dokunulan her şey ise içinde iz bırakır. Artık iz bırakmak değil; iz taşımak önem kazanır. Çünkü insan iz taşıdıkça gerçekleşir. Ve o izler, zamanla kendini sessizce şekillendirmeye başlar.

Artık hayat mücadele değil, mizan olur. Mücadele serttir, gürültülüdür, erk ister. Mizan ise sakindir. O yalnızca yerini bilir. Ve yeri bilen, kendini bilmiştir. O yüzden artık hiçbir yere yerleşmeye çalışmaz insan. Çünkü kendiliğiyle uyumlu olan her alan zaten yeridir. Kimsenin alanına girmek istemez. Kimsenin yerine geçmek istemez. Çünkü kendi yerine razıdır.

Burada artık kararlar hesapla değil, seziyle verilir. Ne kazanç düşünülür ne kayıp. Yalnızca içten gelen “olur” ya da “olmaz” sesiyle yürünür. Bu yürüyüşte hız yoktur. Ama kararlılık vardır. Çünkü karar, iç sesin derinleşmesiyle gelir. Artık dışarıdan yönlendirilmek gerekmez. Sloganlara, ilkelere, dogmalara, başarı listelerine, kişisel gelişim reçetelerine ihtiyaç kalmaz. Çünkü insan artık kendi iç ritmini duymaya başlamıştır. Bu ritim sabit değil; ama tutarlıdır. Bu tutarlılık, hakikatin kendisidir. Çünkü hakikat, gürültülü değil; uyumludur.

Hırsın bıraktığı gücün yerini, şimdi ağırlıksız bir varlık hâli alır. İnsan artık dikkat çekmeden de etkileyebilir. Konuşmadan da öğretebilir. Sessizce var olarak, bir mekânı dengeye getirebilir. Bu güç değildir. Bu, hırsın anlayamayacağı bir kudrettir. Çünkü bu kudret, dıştan taşınmaz. İçte kurulur. İçte olgunlaşır. İçte büyür. Ve içten dışa taşan bu kudret, hiçbir şey talep etmez. Talep ettiği an eksilir. Bu yüzden isimsizdir. Bu yüzden sessizdir. Bu yüzden derindir.

Ve işte burada bir şey fark edilir. Artık hiçbir şey sahip olunmak için yapılmaz. Ne söz, ne ilişki, ne emek, ne yolculuk, ne bilgi… Hiçbiri “benim” olsun diye değil, “benim içimden geçsin” diye yaşanır. Çünkü sahip olmak, dondurmaktır. Ama içinden geçirmek, hayattır. Ve hayat akış ister. Hırs akışı keser. Denge ise akışla uyumlanır.

Hırsın dili bağırır. Kendini duyurmak ister. Çünkü içinde sessizlik yoktur. İçinde derinlik yoktur. Sadece ses vardır, yankı vardır, tekrar vardır. Hırs konuşur; hep konuşur. Kendisini anlatmaya mecburdur. Çünkü içinde bir ikna etme ihtiyacı vardır. Ve ikna çabası, içte duyulmayan bir hakikatin dışarıda ısrarla kabul ettirilmek istenmesidir. Bu yüzden hırsın dili uzun, karmaşık, gösterişli olur. Her kelime, haklılık kurmak ister. Her cümle bir şeyi kanıtlamak içindir. Her ses, aslında içten gelmeyen bir boşluğu doldurmak için dışarı salınır.

İnsan bu dili terk etmeye başladığında, önce susar. Sonra konuşmayı öğrenir. Ama bu öğreniş, dilin içeriğini değiştirmekle olmaz. Dilin kaynağı değiştiğinde olur. Artık kelimeler zihin merkezli değil, varlık merkezlidir, kalbin olduğu yerdedir ve diğer yerlere oradan gelir. Anlatmak için değil, taşımak için konuşulur. Gösteri için değil, temas için kurulur cümleler. Çünkü insanın içi neyle doluysa, dili de onunla akar. Ve hırsın dolu olduğu yerde, her cümlede bir parıltı, bir üstünlük, bir yönlendirme arzusu taşınır. Ama sessizliğin içinden doğan bir cümlede yön değil; derinlik olur. Bu derinliğin gösterişliliğine de gösterişli hiçbir şey yetişemez. O kendiliğinden gösterişlidir, derinlikli haliyle ne yaparsa yapsın.

Bu yüzden artık insan konuşurken seçmez. Yalnızca duyar. İçte ne belirirse onu söyler. Güzelliği, doğruluğu, etkileyiciliği gözetmez. Çünkü içten gelen şey, zaten olması gerekendir. Onu parlatmak gerekmez. Haklı çıkarmak gerekmez. Güçlü kılmak gerekmez. Çünkü o zaten sahicidir. Zaten güçlüdür. Sahiciliğin gücü kendindedir. O yüzden içten gelen kelime sarsıcı olabilir, sönük olabilir, sessiz olabilir, kırılgan olabilir. Ama her hâlükârda hakikidir. Hırsın dili ise gürültülüdür. Hakikatsiz bir gösteridir. Bunu suskunla, aldırmazlıkla, nezaketle yapsa bile.

İnsan bu dili terk ettikçe, artık eski cümlelerinden utanmaya başlar. Ne kadar çok konuştuğunu, ne kadar çok anlatmaya çalıştığını, ne kadar çok açıklama yaptığını fark eder. Ve o açıklamaların altında ne kadar çok korku, savunma, yetersizlik taşıdığını görür. O zaman konuşmaz. Sustukça kendine yaklaşır. Ve bu suskunluk, bir donukluk değil; bir derinleşmedir. Çünkü bazı hakikatler, ancak susarak korunabilir. Bazı derinlikler, ancak kelimesizce taşınabilir. Konursa da susar gibi söyler. Sustuğunda söyler gibi olur.

Bu yeni dilde zaman yavaşlar. Artık cevaplar hızlı verilmez. Her şey hemen söylenmez. Çünkü artık hız değil, yerindelik önemlidir. Doğru zaman, doğru kelime, doğru doz… Ve doğru olan, en az söylenen olabilir. Çünkü artık doğruluk, iç sesi takip etmektir; dış dünyayı ikna etmek değil. Bu yüzden insan kendi içinde sorar önce: “Bu söylenmeli mi?”, “Bu gerçekten içimden mi geliyor?”, “Bu, bir boşluğu mu kapatıyor, yoksa bir hakikati mi taşıyor?” Ve bu soruların ardından gelen her cümle, sessizlikle sarılı olur.

Artık konuşma, bir hâl taşır. Hırsın dili etkileyicilik ister. Bu yeni dil ise taşıyıcılık. O taşıma, bir iç hakikatin dışa sızmasıdır. Bu yüzden artık sesi güzel olmak gerekmez. Sözcükleri süslemek gerekmez. İyi görünmek, beğenilmek, alkışlanmak, fark edilmek gerekmez. Çünkü söyleyen, bir şeyi yapmak için değil; bir hâli yaşatmak içindir. Ve bu hâl yaşandığında, cümle anlam bulur. Aksi hâlde, her cümle boşluk üretir.

Burada, sessizlikle birlikte oluşan bir başka şey daha belirir: dinleme. Hırsın olduğu yerde insan konuşur ama duymaz. Sorar ama anlamaz. Konuşurken başkasını bastırır. Dinlerken içinden cümle kurar. Ama şimdi, susmanın ardından dinleme başlar. Bu dinleme, başkasına değil; varlığa dönüktür. Artık konuşan yalnızca insanlar değil; mekânlar, rüzgâr, bir çiçek, bir anı, bir bakış, bir acı, bir esinti, bir hatırlayış… Her şeyin sesi vardır. Ve bu sesler, sessizliği duyan bir kulakla fark edilir.

İnsan, hırsla yaşarken hep görünmek ister. Çünkü görünmek, var olmanın bir şartı gibi öğretilmiştir. “Görünmezsen yoksun,” der bir ses. “Fark edilmezsen önemsizsin,” der bir diğer. Bu sesler zamanla içselleşir, insanın gövdesine, sesine, duruşuna siner. Her davranışta, her kelimede, her kararda küçük bir iz bırakır. Bu yüzden hırs sadece bir arzu değil; görünme ihtiyacının yönetilme biçimidir. Ve görünmek isteyen bir varlık, doğal olarak kendine alan açar, alan ister, genişler, yayılır. Ama genişledikçe yüzeyleşir. Çünkü derinleşmek için geri çekilmek gerekir. Ve geri çekilmek, görünmeyi göze almamaktır.

Hırs terk edildiğinde, insan ilk kez görünmemeye razı olur. Bu razı oluş, bir silinme arzusu değildir. Tam tersine, ilk kez gerçek bir yer tutma cesaretidir. Çünkü görünmek kolaydır. Ama görünmeden var olmak, görünmeden etki etmek, görünmeden bir şey taşımak… İşte bu, ancak içte sağlam bir merkez kurulduğunda mümkündür. Ve bu merkez, dıştan beslenmez. Ne alkışla, ne onayla, ne hayranlıkla. Yalnızca içte derinleşen sessiz bir yerleşmeyle büyür. Oraya yerleşen, görünmeye ihtiyaç duymaz. Çünkü kendine yeter. Kendine yeterlik, gerçek varlığın ilk şartıdır.

Artık insan konuşmadan da oradadır. Etrafında bir hüküm kurmadan da ağırlığı hissedilir. Hiçbir şeyi iddia etmeksizin durur. Ne öğretmek ister, ne ikna etmek, ne yol göstermek. Ama varlığı öğretir, ikna eder, gösterir. Çünkü o artık anlatmaz; taşır. Ve taşınan şey, bilgi değil, hâl olur. Bu hâl görünmezdir. Ama temas ettiği yerde derin izler bırakır. Çünkü hırsın dili yorar, bu hâl ise dinlendirir.

Geri çekilmek, sessizce bir adımdır. Ama bu adım boşluk bırakmaz. Aksine, tam da o boşlukta hakikat belirir. Çünkü hırs her yeri doldurur. Boşluk bırakmaz. Sürekli gösterir, anlatır, sunar. Ama gösterinin bittiği yerde, sessizlik başlar. Sessizliğin başladığı yerde ise derinlik doğar. Bu derinlik bir bilinmezlik değil; bir iç açıklıktır. Artık insan kendine bakarken karmaşa değil, geniş bir sezi alanıyla karşılaşır. Bu alan sınırsız değildir ama ferahlıktır. Çünkü artık içinde neyin olmadığı değil, neyin olduğu hissedilir.

Ve insan bu hâlde artık hep bir adım geride durur. Merkezde olmaya çalışmaz. Söze ilk o girmeye çalışmaz. Kendisini anlatmak için fırsat kollamaz. O, akışın içinde geri çekilmiş bir farkındalık gibidir. Her şeyin içinde olan ama hiçbir şeyin ortasında yer almayan bir varlık… Bu, pasiflik değil; gerçek bir sezinleyiştir. Çünkü bazı şeyler, merkeze yerleşilmeden daha iyi duyulur. Bazen konuşmak için değil, dinlemek için geride kalmak gerekir.

Bu geride kalışla birlikte insanın ilişkileri de dönüşür. Artık sadece dinlenilmek için değil, anlamak için konuşur. Artık birine değer vermek, onunla sürekli vakit geçirmek değil; onun varlığını sessizce onurlandırmaktır. Hırsın olduğu ilişkide beklenti vardır. Geri çekilmenin olduğu ilişkide ise alan açma… Bu alan, bir kaçış değil; bir zarafettir. Ve zarafet, yalnızca görünmekten vazgeçenlerde bulunur.

Her yolun bir bitişi yoktur ama bir yavaşlayışı vardır. Hırsla başlanan her yürüyüş, sonunda bir sessizliğe dayanır. Bu sessizlik ne bir başarıdır ne bir çöküştür. Ne zaferdir ne yenilgi. Ne yükseklik ne düşüş. Bu sessizlik yalnızca kendiliğe açılmış bir kapıdır. Ve bu kapıdan geçenin artık ne adlandırılmaya ihtiyacı vardır ne anlaşılmaya. Çünkü adıyla yürümemiştir. Anlatılmak için yaşamamıştır. Geriye yalnızca o hâl kalmıştır. Yalın, sahici ve hükümden azade bir hâl.

İnsan hırsla kendini büyüttüğünde, taşıyamayacağı kadar çok “ben” üretir. Her bir benlik, bir başka eksikliğin maskesidir. Her biri bir öncekinin yükünü hafifletmek için icat edilmiş bir kimliktir. Ama hepsi birlikte içten gelen bir boşluğu taşımaya çalıştıkça insanın sırtı çöker. Ve sonunda bir noktaya varılır: Artık hiçbir kimlik, hiçbir başarı, hiçbir övgü, hiçbir görünürlük içteki sessizliğin yerini dolduramaz. İşte o an, insan ilk defa hiçbir şey olmak ister. Hiçbir şeyi savunmamak, hiçbir şeyi taşımamak, hiçbir şeyi anlatmamak… Sadece olmak. Sadece kalmak. Sadece susmak.

Bu suskunluk korkutucu değildir artık. Başlangıçta bir tehdit gibi gelen bu sessizlik şimdi bir sığınaktır. Çünkü burada insan ne sevilmek için bir hâl alır, ne yüceltilmek için konuşur. Burada her şey kendi yerindedir. Ve insan da kendi yerindedir. O yüzden ne bir yere varma arzusu kalır, ne bir şey olma isteği. Artık her şey tamamdır. Eksikliğiyle, kırıklığıyla, geçmişiyle, hatalarıyla… Çünkü artık insan hiçbir şeyi düzeltmek için yaşamaz. Sadece her şeyi taşıyabilmek için yaşar. Bu taşıyış yormaz. Çünkü o yük, dıştan değil; içeriden gelen bir dengeyle çekilir.

Bu noktada hakikat kavram olmaktan çıkar. Artık insan “hakikate ulaşmak” gibi büyük bir niyet taşımaz. Çünkü o niyetin kendisi bile hırsın bir kalıntısıdır. Artık ulaşmak gerekmez. Çünkü hakikat, içinde sessizce duran bir duruştur. O duruş gösterilmez, savunulmaz, öğretilmez. O yalnızca yaşanır. Ve yaşandığı her yerde derin bir sükûnet bırakır. Bu sükûnet kimseyi değiştirmez. Ama kimse o sükûnetin yanından geçerken aynı kalamaz. Çünkü hakikat, anlatmaz. Ama hatırlatır.

İnsan artık yürür. Ama bu yürüyüş bir yolculuk değil; bir akıştır. Ne bir hedefe vardırır ne bir iz bırakır. Çünkü artık iz bırakmak istemez. Çünkü bilir: Gerçek olan, geçip gidendir. Kalmak isteyen, her zaman biraz sahte kalır. Ve sahte olan her şey, bir iz bırakmak için fazladan çaba gösterir. Gerçekse yalnızca geçer. Tıpkı rüzgâr gibi. Dokunur, serinletir, hatırlatır ama kalmaz. Ve insan da artık rüzgâr gibi yaşamak ister. Varlığını kimsenin iznine bağlamadan, ama kimsenin varlığını da görmezden gelmeden.

Bu varoluş biçiminde artık “daha iyi” yoktur. “Yeterince” vardır. Artık “daha çok” yoktur. “Olduğu kadar” vardır. Artık “en” yoktur. “Kıvam” vardır. Ve kıvam, yalnızca içeriden bilinir. Kendi içinin kıvamını bulan biri, artık dış dünyanın hızıyla yarışmaz. Çünkü dışarısı, eksikliği çoğaltarak insanı kovalar. İçerisi ise eksikliği tanıyıp ona yer açarak durdurur. Bu yüzden en son susan değil, ilk kez gerçekten duran hakikate yaklaşır.

Ve şimdi insan durmuştur. Ne başkasına hesap verir, ne kendini savunur, ne bir şey iddia eder. Sadece oradadır. Orada, o hâlde, o duruşta… Varlığıyla değil, yokluğuyla konuşur artık. Çünkü içini görünür kılan şey, kelimeler değil, taşımadığı yüktür. Ve o yük terk edildiğinde, ilk kez hafifleyen değil; kendiyle tamam olan bir benlik doğar.

Bu son bölümde hırs, ne bir düşman ne bir günah ne de bir hedef olarak durur. Sadece bir yol olarak belirir. O yol yürünmüştür. O yolda acılar yaşanmıştır. Kırılmalar, dönüşümler, kaybolmalar, kabullenmeler… Hepsi geçmiştir. Ve geçmiş her şey, içte bir duruluk bırakmıştır. Şimdi insan ne olmak istemektedir, ne varmak… Sadece kendini unutmak ve bu unutuluşta gerçek varlığına yer açmak istemektedir.

Çünkü insan, ancak kendini unuttuğunda hatırlar. Ve o hatırlayış, kelimeye sığmaz. Ancak susarak yaşanır. Ve susan her insan, hırsını gömmüş bir hakikatin ayakta kalan son tanığıdır.

Bir İhtimal Daha

Tüm bunlardan sonra bir ihtimal daha vardır, bir tehdit olarak.

Çünkü aşk en çok bundan sonra başlar. ve aşk her şeyi değiştirir. Çünkü insan kendinden geçmeyi öğrenmiş, kendinden geçmeye hazır hale gelmiş, ve tüm yasaya kendini koymaya gelebilmiştir.

Gerçekte tersyüzlük de buradan başka türlü anlaşılır, hırs yolculuğunun içte bir akışla sonlandırıldığı yerde.

Ama aşk varsa zaten kendi başına bir ihtimal vardır, tek başına.

Aşk dönüştürücüdür, bir merkez olmadan. Oraya gelen bu sefer doyumsuzdur, ama sahiplikle, kendiyle değil. Gerçek doyumsuzluk ancak kendini bırakmakla gerçekleşir. Kaybolmakla. Bunun yeri değişir. Ama bu bir kayboluştur, bir yok oluş olarak. Bu kayboluşta bir var oluş isteği yoktur. Burada istemek, ve istememek de yoktur. Burada bir seçim söz konusu değildir. Seçimsizdir onlar. Kendilerinden bir karşılık beklenmeyenlerdir. Kendilerini kaybedenlerdir. Bu onların doyumudur, yok oluşlarıdır. Ve bu onları kendilerini kaybetmemişlerin doyumsuzluğundan alıkoyan gırtlaklarındaki bir lokmadır. Bu lokmayı yutmayan hırsı bir daha başlatır. Hırs ile beraber seçimler gelir. Kendinin seçimleri vardır, kendi için olan, kendine dönen. Hırs kendini seçmektir. Nereden girerse girsin, kendini seçmektir. Ve bu seçilmiş kendilik yine daha sıradan bir kendiliktir.

Her şeyi değiştiren bu dönemecin başlangıcında hırs yoktur. Başlangıç, öncesini yok kılmıştır. Çünkü bambaşka bir diyarın kapısı aralanmıştır. Orada hırsın diğer yüzü olduğu azim belirir önce. Azimli olmak, azminin kendin için olmadığını kabul etmendir, diz çökmendir. Önce diz çökersin, sonra hırsın bu ters yüzü de kaybolur. İşte orası bir daha başlangıçtır. Sana bunu başlatan, seni senden sana sormadan alandır. Senin buna cevabın ancak, azim olur. Ve sonrası olur. Azim, seni senden alandan sana iz olarak geçmiş bir remizdir. Ceht etmeyen bunu bilemez. İşte burada ceht de çıkmıştır. Aşka düşenlerden başkası da ceht etmez, onlar hırs eder, sevdiğinden önceye kendini getirir. Aşka düşenler ceht eder, ve cehtlerinin bir şartı yoktur. Şartsız şekilde cehd edenlere de hiçbir hırs yetişemez. Çünkü hırsın şartı vardır.

Hırsta orada olmak vardır. Gerçekten seven, gerçekten bilen, gerçekten olan ise oradadır, orada olmasam da olur diyerek. Hırs sahibi ise olmazsam olmaz demek zorundadır.

Ancak kendinden geçenlerdir ki, yani olmasam da olur diyenlerdir ki, gördüğü yüze bakarak yaparlar bunu. O yüz dışarıda değildir. O yüz çtedir. O içte başka bir içeri ve dışarı vardır. Oradan olan içten ve dıştan çıkmıştır. Gördüğü yüzün olduğu yerde kalmıştır. Oradan başka her şeyden çıkmıştır. Ve orası bakılan yüze ve o yüze bakana başka bir diyardır. Orada hırs ve onun yolculuğu yoktur. Orada sır vardır, hakikatin boşlukla başlamayan sırrı.

Bu anlamda içte olanlar bir dışa bakmaz. Bakarsa bu acı olur, bu başka bir acıdır, başka bir sızıdır. Dış onlar için acıdır, sıızıdır, ama dışı inkar etmeden. İnkar etmek hırsa aittir. Hırs inkara götürür. Hırsın başlamamış gibi bitirildiği bu yerde inkar yoktur. Ama sızı vardır. Çünkü dış varolacaktır ve insan içe ve dışa dönecektir. Burada o içe ve yüze düşmüş olan, döndüğünde o içi ve yüzü muhafaza eder. Bu muhafazanın hatırlamak ve unutmakla bir alakası yoktur. Unutmak sadece içtekini yok saymaktır. Öyle olduğunda mahfuz olan bir şey de zaten yoktur.

Muhafaza edilen bir andır. O an geçmez. Geçilemez. Bu sefer geçilir gibi bir hakikat kalmamıştır. Onun da yasası değişmiştir. Çünkü onda hırs yoktur.

Mahfuz eden bu sefer içinde hırsın yolculuğundan bağımsız bir ses sahibi olur. Bu anlamda onun içi konuşur, vicdan olur, yürek olur, kulak olur, dil olur, her şey olur. Aklı tutarak, aklı dönüştürerek. Bu sefer akıl ile azim, güç, takat doğurur. Bu için çevikliğidir. Yer bulmaktır orada önemli olan. Yerlere benzemeyen bir yere dayanmaktır. Bu anlamdaki dayanak tüm oyunları gerçek kılar. Gerçekler büyüdükçe, büyüler bozulur, oyun sanılmayan asıl dayanaksız oyunlar da son bulur.

Bunların hepsini kendinden geçenler yapar. Yani olmasam da olur diyenler; başlangıca dönüşerek, aşk ilinde. Bakarak yaparlar bunu, güzele bakarak. Baktıkları şey dışarıda değildir. O bir içtir ki, kendisine özgü içerisi ve dışarısı vardır, içten ve dıştan, yani dıştan azade olan. Orada olan içten ve dıştan çıkmıştır, yani dıştan çıkmıştır. Orası onlar için başka bir diyardır.

Orada olana hırs sanki hiçbir zaman doğmamıştır. Ve bu yüzden böyle böyle her şey şimdi yeniden yazılabilecektir.

Bu bahsi daha fazla uzatmayacağız.

İnsan ikisinden birini anlamalıdır.

Ya hırsın doğumunu ve yolcuğunu göze alacaktır, ya da hırsın sanki hiçbir zaman doğmamış gibi olduğu daha çetin ve tehlikeli bu başlangıca adım atacaktır. Hırsın sonuna dek süren yolculuğuna çıkan da bu adıma gelebilir, hatta daha fazla; ama hırsın sanki hiçbir zaman doğmamış gibi olduğunu anladığı bu başlangıç, onun için görülmemiş bir tehdit olarak belirecektir, bedeli budur.

Bu tehdite boyun eğmeyen, aşk yoluna düşer; ve yasa yeniden yazılır.

Hırs ve aşk olarak bu iki tehditin arasında, sen varsın.

Ahmet Turan Esin