Hz. Meryem hakkında çizilmiş küçük bir söz:
Meryem adı insanlığın belleğinde bir toplama noktasına dönüşmüştür. Çünkü bir asli ad, yalnızca bir işaret değil, aynı zamanda varlığın görünür ve görünmez yüzlerini birbirine bağlayan ince bir iptir. Meryem ismi anıldığında yalnızca bir annenin hikâyesi değil, masumiyetle yüzleşmenin en ağır sınavı da hatırlanır. Kadim dillerde taşıdığı “acıların denizi” ve “yüceliğin ışığı” anlamları, bu ismin farklı çağlarda farklı toplumlara hem umut hem de korku verdiğini gösterir. İsim, sıradan bir kimlik değil, çağların yükünü taşıyan bir mihrap olmuştur.
İffet, dar anlamıyla yasaklardan sakınmak değildir; iffetin özü, yükün farkında olmaktır. Meryem’in iffetle anılması, bedenini sakınmasından ibaret değildir; bu iffet, hakikatin yükünü taşımaktır. Yük, insanı yere çiviler. O yük, bir çocuğun doğumunun ötesinde, bir hakikatin doğumuna annelik etmektir. Bu yüzden onun iffeti, pasif bir geri çekiliş değil, aktif bir sorumluluktur.
Seçilmiş olmak, sanıldığı gibi bir üstünlük değil, sorumluluğun artmasıdır. Tarih boyunca insanlar seçilmişliği şeref olarak gördü, oysa seçilmek, daha ağır bir sorumluluğun altına girmektir. Meleklerin Meryem’e seslenişi, toplumun diğer kadınlarından üstün kılınması için değil, sorumluluğunun artması içindir. Seçilmişlik, taç giydirmek değil, yere daha fazla yaklaşmaktır.
Kalabalığın dili gürültülüdür; gürültü hakikati örter. İftira karşısında Meryem’in suskunluğu, yenilgi değil, en güçlü direnişti. Çünkü kalabalığın diliyle konuşmak, aynı oyuna dâhil olmak olurdu. Suskunluk, sözün en doğru anını hazırladı. İnsan çoğu zaman konuşmayarak daha derin bir söz söyler.
Annelik, yalnızca biyolojik bir süreç değildir; annelik, emaneti taşımaktır. Her çocuk, annesine yalnızca bakım değil, masumiyeti koruma yükünü de getirir. Meryem’in anneliği, oğlunun masumiyetini taşımaktır. Bu yüzden onun anneliği, yalnızca İsa’ya değil, insanlığa yöneliktir.
Beşikte konuşan çocuğun kelâmı, yalnızca mucize değil, hakikatin doğrudan ilanıdır. Çünkü hakikat, uzun savunmalarla değil, tek bir cümleyle duyulur. Bir bebekten çıkan kelâm, kalabalığı susturdu; çünkü o söz, çocuğun değil, hakikatin sözüydü. Hakikati söylemek, çok konuşmak değil; doğru zamanda tek kelimeyle yerini bulmaktır.
Şefkat ve adalet birbirinden ayrıldığında biri körleşir, diğeri taş kesilir. Meryem’in kıssası, bu iki yönün birleşimidir. Oğluna duyduğu şefkat, kalabalığa karşı adaletle birleşti. Şefkatin yumuşaklığı ile adaletin sertliği bir arada olduğunda insan emaneti taşır.
İftira, masumiyeti kirletmek ister. Meryem’e yöneltilen iftira, bir kadına değil, masumiyetin kendisineydi. Suskunluk, bu yüzden savunma değil, iftirayı yok saymanın yoluydu. Beşikte çıkan kelâm, masumiyeti kendi diliyle ilan etti. İftira, böylece kendi boşluğunu açığa çıkardı.
Kalabalık, söylentiyi çoğaltır; kişi ise hakikati işitir. Meryem’in kıssası, kalabalığın değil, tek başına duran bir kadının kıssasıdır. Kalabalık hakikati duymak için değil, konuşmak için var. Kişi ise susarak işitir. Bu yüzden tek kişinin suskunluğunda hakikat korunur. Meryemde bulduğumuz bir yön de budur.
Hürmet, putlaştırmak değildir. Putlaştırmak, aslında hürmetsizliktir; çünkü kul oluşu yok sayar. Gerçek hürmet, kul oluşa saygıdır. Ölçüsüz sevgi sevgiyi tüketir, ölçülü sevgi çoğaltır. Meryem’e duyulan hürmet, onun kulluğunu görerek sevgiyi diri tutar.
Doğum da yalnızca biyolojik bir olay değildir; doğum, varlığın insana emanet edildiğini hatırlatır. Hurma gövdesi altında sancıyla kıvranan bir annenin önüne taze hurmaların düşmesi, susuzluğun ortasında pınarın fışkırması, doğumun sadece bedensel değil, ruhsal bir yaratılış olduğunu işaret eder.
Teselli, dışarıdan gelen bir avuntu değil, kaynağa hatırlatılan yakınlıktır. “Keşke bundan önce ölseydim” diyen bir annenin önünde beliren rızık, yalnız bir mucize değil, tesellinin dilidir. En çaresiz anında insan kendi kendine değil, kaynağa yöneldiğinde teselli bulur.
Meryem’in mabede adanması iç düzenindendir. Mabed odası, sessizliğin mekânıdır. Zekeriyya’nın her girişinde rızık bulması, mucize listesi değil, işitilişin sembolüdür. “Bu sana nereden geldi?” sorusuna “Bu, katındandır” cevabı, gözün kanaldan kaynağa çevrilmesi.
Rızık, yalnız ekmek değil; işitilişin görünür hâlidir. Görünürde kaynaksız gibi duran nimetin varlığı, insana “kimin” sorusunu hatırlatır. Şükür, nimeti kaynağına iade etmekle olur. Şükürsüz nimetin tadı kısa sürer, ama şükürle nimetin özü açılır.
Doğan her çocuk, masumiyetin yeniden dünyaya gelişidir. Meryem’in oğluna sarılması, yalnız bir annenin sevgisi değil, masumiyetin emanetiyle buluşmasıdır. Çocuğun doğuşu, annesine bir görev yükler: masumiyeti koru.
İftira, masumiyeti kirletmeye çalışır. Meryem’in kıssasında iftira, doğumun masumiyetineydi. Beşikte çıkan söz, masumiyetin kendi diliyle konuşmasıydı. Ama suskunluk, masumiyetin kendi kelâmına yer açtı.
Annelik, beslemekten ibaret değildir; annelik, emaneti taşımaktır. Meryem’in anneliği, oğlunun büyümesine değil, bir hakikatin korunmasına yöneliktir. Bu yüzden annelik, insanın en ağır sorumluluğudur.
Şefkat, doğumla başlamaz; doğumla görünür hâle gelir. Meryem’in şefkati, oğlunun doğumunda değil, daha öncesinde haberi geldiğinde başlamıştı. Şefkat, ölümle bitmez; kaynağa bağlı olduğundan ötesine taşar.
Kalabalık, ya şefkati unutup taş atar ya da adaleti unutup körleşir. Meryem’in kıssası, ikisini bir arada tutmayı öğretir. Çünkü gerçek şefkat adaleti taşır; gerçek adalet ise şefkatle yumuşar.
Doğumun sancısı, mabedin sessizliği, rızkın dili ve şefkatin zamanı bir bütün hâlinde insana şunu öğretir: hayatın en ağır yükleri, kaynağa iade edildiğinde teselliye dönüşür.
İnsanın en büyük yanılgısı aşırılığa düşmesidir; bir uçta tahkir vardır, diğer uçta taşkınlık. Tahkir, masumiyeti karalamak ister; taşkınlık, sevgiyi putlaştırır. Meryem’in adı bu iki uçta da dile dolandı: bir yanda aşağılandı, öte yanda tanrısallaştırıldı. İkisinin de ortak noktası kaynağı unutmak, kul oluşu görmezden gelmekti.
Tahkir, kalabalığın dilinde çoğaldı. Yahudi rivayetlerinde Meryem’e yöneltilen çirkin iddialar, mucizenin ağırlığını taşıyamayanların kendi çaresizliklerini iftiraya dönüştürmesiydi. Bir mucizeye gözleri kapananlar, onu küçültmek için dili büyüttüler. Fakat küçülttükçe kendilerini açığa vurdular; masumiyetin üzerine atılan taş, en sonunda sahibinin elinde kaldı.
Taşkınlık ise farklı bir sapmadır. Bu kez sevgi, ölçüsüzleşti. Hristiyanlığın bir kısmında Meryem “Tanrı’nın annesi” diye anıldı; kul oluşu unutuldu. Bu putlaştırma, aslında sevgiyi öldürdü. Çünkü kul olanı ilahlaştırmak, hürmeti sahteleştirir. Ölçüsüz sevgi, sevgiyi çürütür.
Dengede durmak, insan için en zor olanıdır. Ne küçümsemek ne yüceltmek… İslam’ın Meryem’e bakışı, bu ince çizgide durur. Seçilmiş ama kul; üstün kılınmış ama insan. Meryem’in büyüklüğü, bu dengeyi korumasındadır.
Hürmet, bu dengenin ölçüsüdür. Ölçüsüz hürmet, putlaştırmaya kayar; ölçüsüz eleştiri, iftiraya dönüşür. Gerçek hürmet, kul oluşu görerek sevgiyi artırır. Meryem’e hürmet, onu insan olmaktan çıkarmaz; bilakis insanlığın en saf yönünü ortaya çıkarır.
Masumiyetin ilanı, uzun savunmalarla değil, beşikte çıkan tek kelâm ile oldu. O söz, iftirayı yok saydı, masumiyeti kendi diliyle işitti. Savunmaya gerek kalmadan hakikat ilan edildi. İnsan için ders açıktır: masumiyet, savunmaya değil, işitilişe yaslanır.
Taşkınlığın çekiciliği, insanın zaafıdır. İnsan, sevdiğini ölçüsüz yüceltmek ister; çünkü sevgiyi sınırlandırmayı zayıflık sayar. Oysa ölçüsüz yüceltme, sevgiyi tüketir. Meryem’in şahsiyetinde ölçüyü kaybedenler, onun asıl şahadetini gölgelediler. Oysa onun büyüklüğü, insan kalmasındadır.
Tahkirin psikolojisi kıskançlıkla besleniyor. İnsan, kavrayamadığını küçültür. Meryem’e iftira edenler, mucizeyi anlayamadıkları için onu kendi seviyelerine indirmek istediler. Ama hakikatin ağırlığı, küçültülerek taşınmaz; iftira eden, aslında kendi yetersizliğini açığa vurur, olan buydu.
Dengenin inceliği, geniş yollarla değil, ince bir çizgiyle yürümektir. Bir tarafta iftiranın karanlığı, diğer tarafta taşkınlığın ağırlığı var. Bu çizgide yürüyen, hakikati korur. Meryem’in kıssası, bu ince çizginin şahitliğidir.
Sonuç açıktır: tahkir küçültür, taşkınlık gölgeler. Meryem’in şahsiyeti, orta yolun şahitliğidir. Kul oluşun değeri, iftiradan da putlaştırmadan da korunarak yaşar. Onun kıssası, insanlığa bu dengeyi öğretir.
Şehir, hakikati büyütmez; çoğu zaman gölgeler. Çünkü şehirde hakikat, söylentiye dönüşür. Meryem’in adı da şehirde bir söylentiye dönüştürüldü: kimisi onu kirletmek için, kimisi yüceltmek için. Söylenti, iki uçta da aynı körlüğü taşıdı.
Kalabalık, tek bir akıl gibi değil; körleşmiş bir refleks gibi davranır. Hakikati işitmez, sadece tekrar eder. Meryem’in kıssasında kalabalık, bir kadına değil, masumiyete saldırdı. Körleşmiş kalabalık, taş atmaya hazırdı; ama masumiyetin dili, beşikten duyulana değin.
Söylenti, korkudan beslenir. İnsan, anlayamadığı mucizeyi küçültmek için ona iftira katar. Söylenti, bireysel korkuyu topluluğa yayar; topluluk da bu korkuyu hakikat zanneder. Meryem’e yönelen iftiraların ardında, mucizenin ağırlığını taşıyamayan bir ruhun korkusu vardı.
Suskunluk, zayıflığın değil, direnişin dilidir. Meryem sustu ve kalabalığın diline cevap vermedi; çünkü o dille konuşmak, aynı bataklığa girmek olurdu. Suskunluk, kalabalığın gürültüsünü kırdı ve kelâmın yerini açtı.
Beşikte çıkan kelâm, suskunluğun hazırladığı zeminde işitildi. Annenin suskunluğu, çocuğun sözünü büyüttü. Bu mucizenin inceliğidir: söz, niceliğiyle değil, kaynağıyla ağırdır. Hakikat, tek bir cümleyle iftiraları boşa çıkarır.
Şehir, gürültü üretir; gürültü, hakikati örter. Ama hakikat, gürültünün ortasında bile işitilir. Meryem’in kıssasında hakikat, söylentilere rağmen duyuldu. İşitmek isteyen için hakikat her yerde vardır.
Kalabalık, söylentiyi çoğaltır; kişi ise hakikati işitir. Meryem’in kıssasında özne, kalabalık değil, tek başına duran bir kadındır. Kalabalık hakikati susturmak isterken, kişi onu sessizlikte işitir.
Suskunluk ve kelâm, birbirinin zıddı değil, yoldaşıdır. Annenin suskunluğu, çocuğun kelâmına yer açtı; çocuğun kelâmı, annenin suskunluğunu doğruladı. Bu birlik, insan için derstir: susmak, kelâmı öldürmez; kelâmı büyütür.
Söylenti, kalabalığı doyurur; hakikat, kişiyi besler. Söylentinin ömrü kısadır; hakikatin ömrü, işitiliş kadar uzundur. Masumiyet, söylentilerle değil, hakikatle yaşar.
Şehirde, kalabalığın gürültüsünde, söylentinin gölgesinde tek başına duran bir kadının suskunluğu kaldı. Onun suskunluğu, kalabalığın gürültüsünden daha gürültülü, söylentiden daha derin, taşlardan daha ağırdı. Suskunluk, hakikatin en yüksek sesidir.
Annelik, yalnızca bir doğum eylemi değildir; annelik, bir emaneti taşımaktır. İnsanlığın en saf emaneti masumiyet olduğuna göre, annelik, masumiyetin koruyuculuğunu üstlenmektir. Meryem’in anneliği, oğlunun bedenini doyurmakla değil, onun masumiyetini dünyaya karşı muhafaza etmekle kıymet kazanmıştır. Bu yüzden onun anneliği, biyolojiyi aşar ve insanlığın tamamına yönelmiş bir sorumluluk hâline gelir.
Şefkat, zamanla sınırlı bir duygu değildir. O, doğumla başlamaz, ölümle bitmez; kaynağa bağlı olduğu için süreklidir. Meryem’in şefkati, oğlunu beşikte korumakla sınırlı kalmadı; onun çarmıhın gölgesindeki acısına da eşlik etti. Bu, insana şunu öğretir: gerçek şefkat, yalnızca duygusal bir tepki değil, varlığın sürekliliğine bağlı bir bilinçtir.
Adalet, çoğu kez sertlik gibi görünür. Kalabalık adalet deyince taş atmayı anladı. Oysa hakikatten gelen adalet, şefkatle birleştiğinde yumuşar. Meryem’in kıssasında beşikte çıkan söz, bu yumuşamayı işaret etti. “Ben kulum” diyen cümle, taşın sertliğini eritip insana nefes aldırdı.
Şefkat, ölçüsüz olduğunda körleşir. Körleşmiş şefkat, hakikati göremez. İnsanın acıdığı şeyin özünü kaybetmesi bundandır. Meryem’in şefkati, ölçüsüz bir acıma değildi; bilinçli bir teslimiyetti. Bu yüzden onun şefkati, adaletle birleştiğinde berrak bir ölçüye dönüştü.
Adalet de körleşebilir. Şefkatten kopan adalet, zulme dönüşür. Taş, adaletin körleşmiş hâlidir. Kalabalığın taşla cezalandırma arzusu, bu körleşmenin işaretiydi. Oysa hakikate bağlı adalet, taş kesilmez; merhametle yumuşar.
Beşikte çıkan söz, yalnızca mucize değil; adaletin şefkatle birleşmiş hâlidir. O söz, iftirayı susturmakla kalmadı, kalabalığın sertliğini de yumuşattı. Çünkü çocuk diliyle gelen hakikat, kalabalığı kırmadı; düşündürdü. Adaletin en yumuşak hâli, masumiyetin diliyle geldi.
Şefkatin zamanı yoktur. Doğumla başlar, ölüme rağmen devam eder. Annelik, bu şefkatin en görünür biçimidir. Meryem’in şefkati, yalnızca oğlunun doğumunda değil, tüm hayatının her anında hissedildi. Bu süreklilik, şefkatin zaman üstü bir nitelik taşıdığını göstermez mi?
Annelik, şefkat ve adalet birleştiğinde emanet korunur. Annelik, emaneti taşır; şefkat, emaneti korur; adalet, emanete hürmet eder. Meryem’in kıssası, bu üçlünün birlikteliğini gösterdi. İnsan, şefkati adaletle, adaleti şefkatle yürütmedikçe emanete sadık kalamaz.
Masumiyet, savunmayla değil, kendi diliyle korunur. Meryem’in kıssasında masumiyet, beşikte çıkan kelâm ile ilan edildi. O söz, iftirayı dikkate almadan masumiyeti işaret etti. Savunmaya gerek kalmadan hakikat ortaya çıktı.
Beşikte konuşan çocuk, sadece annesini temize çıkarmadı; masumiyetin kendi diliyle ilan edilebileceğini gösterdi. Bu, insan için en büyük derslerden biridir: hakikat, kendini sadece savunmaz; hakikat, kendini söyler.
İftira, kör bir dildir. Körlük, hakikati küçültmek ister. Meryem’e yöneltilen iftiralar, mucizenin ağırlığını taşıyamayanların körlüğüydü. Ama beşiğin şahitliği, bu körlüğü açığa çıkardı.
Hürmet, dengeli olduğunda hakikati korur. Ne taşkınlığa kayar ne tahkire. Gerçek hürmet, insanı emanete bağlar. Çünkü hürmet, insanın değil, insanda tecelli eden hakikatin korunmasıdır.
Sonuç açıktır: masumiyet, savunmayla değil, kendi diliyle yaşar; hürmet, putlaştırmayla değil, ölçüyle çoğalır. Meryem’in kıssası, masumiyetle hürmetin birliğidir. Hakikatin iftiradan da taşkınlıktan da korunarak yaşatılması.
Yahudi geleneğinde kimi metinlerde Meryem’e yöneltilen iftiralar, masumiyetin ağırlığını taşıyamayanların dilinden döküldü. Bu sözler, aslında mucizeyi küçültme çabasıydı. İnsan kavrayamadığını küçültmek ister; anlayamadığını kendi seviyesine indirmeye çalışır. Meryem’e atılan iftiralar da bu psikolojinin ürünüdür: mucizenin karşısında yetersiz kalan ruhun savunması.
Hristiyan geleneğinde ise başka bir aşırılık doğdu. Bu kez Meryem, kul olmaktan çıkarılarak salt ilahlaştırılmaya başlandı. İslam, iki ucu da reddetti. Meryem ne iftiralara maruz bırakıldığı gibi kirli bir kadın ne de taşkınca yüceltildiği gibi ilahî bir figürdür. O, seçilmiş ama kul, iffetli ama insan, sorumluluğu ağır ama şerefi kul oluşunda olan biridir. Bu denge, insan için en zor olan; ama hakikat için en gerekli olandır.
Kur’an’da Meryem’in iffeti defalarca vurgulandı. Bu vurgular, yalnızca bir kadın için değil, masumiyet için yapılmıştır. Masumiyet, iftiralarla kirlenmez; çünkü masumiyetin kaynağı insandan değil, ilahî iradeden gelir.
Meryem’in kıssası, iman ve inkâr arasında bir kavşaktır. İman edenler mucizeyi işitip teslim oldular; inkâr edenler iftira ile sustular. Aynı mucize, iki farklı cevabı açığa çıkardı: kimisi şükürle yüceldi, kimisi iftirayla küçüldü.
Denge, kalabalığın dilinde değil, kulun kendi içinde işitmesinde doğar. İslam’ın Meryem portresi, bu ince çizgide yürüdü. Ne aşağılayıcı ne yüceltici oldu. Meryem’in büyüklüğü, salt ilahî bir payeye sahip olmasında değil, aynı zamanda kul oluşunu unutmamasındadır. Onun seçilmişliği, kulluğunu ortadan kaldırmadı; aksine kulluğunu daha berrak kıldı.
Mabedin sessizliği, dışarıdan küçümsense de içte bir gök genişliğidir. Sessizlik, kalbin işitmesini sağlar. Meryem’in odası, sessizliğin mekânıydı; işitmek için önce susmak gerekiyordu. Her girişinde Zekeriyya’nın yanında hazır bulunan rızık, yalnızca bir mucize kaydı değildi. Oda, görünmez bir merkeze açılıyordu. Bu merkez, dışarıya kapalı ama hakikate açıktı. Oda, kaynağı unutmayan teslimiyetin mekânıydı. Rızık, sadece ekmek veya meyve değil; işitilişin görünür hâlidir. “Bu nereden geldi?” sorusuna “Bu, katındandır” cevabı, insanın gözüyle değil kalbiyle görmesi gerektiğini öğretir. Şükür, nimeti kaynağına iade etmektir.
Sessizlik, insanın kendi sesini kısmayı öğrenmesidir. Meryem’in sessizliği, dışarıdan gelen seslere değil, kendi kalbine kulak verişiydi. Bu sessizlik, kelâmı hazırlayan bir disiplin oluyordu.
İşitmek, kulakla değil, gönlün safiyetiyle olur. Meryem’in odasında işitilen, dışarıdan gelen bir gürültü değil; safiyetin yankısıydı. İnsan ne kadar susarsa, o kadar işitir; ne kadar işitirse, o kadar şükreder. Diğer yandan rızık, hem bollukta hem yoklukta imtihandır. Bolluk şımartır, yokluk kırar. Rızkın hakikati, şımartmayan, kırmayan, kaynağa döndüren dengedir. Meryem’in kıssasında rızık, bu dengenin sembolü olmuştur.
Mabedin odası gözlerden gizliydi. Gizlilik, mahremiyetin değil, korunmuşluğun işaretiydi. Hakikat, kalabalığın gösterişinde değil; gizlilikte filizlenir. Meryem’in kıssası, gösterişli meydanlarda değil, küçük bir odada başladı.
Ve nazar yalnızca bakmak değildir; nazar, yöneliştir. İnsan nereye bakarsa oraya bağlanır. Meryem’in kıssasında en kritik an, bakışın yönünde gizlidir. Kalabalığın bakışı söylentiye dönmüştü, onun bakışı ise kaynağa. İşte bu, nazarın terbiyesidir: görünene değil, görünüşün ardındakine yönelmek.
Zekeriyya’nın sorusu “Bu sana nereden geldi?” idi. Bu soru, insana açılan bir kapıdır. Cevap ise daha derin geldi: “Bu, Katındandır.” Sorunun yüzeyi, cevabın derinliğiyle birleşti. Böylece insan için en temel eğitim ortaya çıktı: nimetin kaynağını hatırlamak.
Görünüş çoğu kez aldatıcıdır. İnsan, görünenle yetindiğinde yanılır. İftira da bu aldanışın ürünüdür: görüneni tek gerçek saymak. Meryem’in kıssası, görünüşün ötesine bakmayı öğretir. Hakikati göremeyen, söylentinin parıltısına kapılır.
Kaynağa yönelen, görünüşün ağırlığına teslim olmaz. Meryem’in suskunluğu, kaynağa yönelişin göstergesiydi. Onun sessizliği yenilgi değil, derin bir bakış oldu. Çünkü kaynağa dönen nazar, kalabalığın taşından da söylentinin sesinden de korur.
Direniş her zaman bağırarak olmaz. Bazen en güçlü direniş, sessizliktir. Meryem’in direnişi, böyleydi: kalabalığa karşı bağırmadı, sessizliğini korudu. Onun sessizliği, kalabalığın gürültüsünden daha gürültülüydü.
Farklı inançlar, Meryem’i farklı yorumladı: kimi küçümsedi, kimi putlaştırdı, kimi dengeyi gözetti. Ama hepsinin ortak paydası şudur: onun adı, masumiyetle anıldı. Bu ortak payda, insanlığın birbirine yaklaşması için bir köprü oldu.
Meryem’in anneliği, yalnızca İsa’ya değil, insanlığa yöneliktir. O, masumiyetiyle bütün insanlığın annesi gibidir. Bu yüzden anneliği biyolojik bir rol değil; insanlık için bir şefkat işaretidir.
Meryem’e duyulan hürmet, sadece bir inanç grubuna ait değildir. Onun adı, farklı dillerde dualarda, şiirlerde, ilahilerde yaşar. Bu evrensellik, hürmetin insana özgü bir ihtiyaç olduğunu gösterir: masumiyetin sembolüne saygı duyma ihtiyacı.
Kalabalığın atmaya hazırlandığı taş, en sonunda yere düştü. Hakikat, taşı havada bıraktı. Meryem’in kıssası, taşın düşüşü ve hakikatin ayakta kalışıyla insana ders oldu.