Nefsi emmarenin sıfatları - 10 - Kibir

Bu yazıda baz alınan katman, beşerin, düşkün cihetten nefs-i emmaresidir.

Beşer, düşkün cihetten zamanın akışına tabidir. Beden olarak, asli iç olmayan, dışa-izafi bir iç, ve bu iç’e dış olarak kültüre, evrime, biyolojik kayıtlara ve, gelişim adı verilen arardalığa tabi ama düşkün zeminde yer alan ruhsal etkileşime tabidir. Böyle bir nefs ise, kısmîdir; ve bireyin diğer katmanlarını kuşatmaz.

Dolayısıyla aşağıdaki yazı, farklı katmanları da faal olan, ve farklı nitelikleri de cereyan eden nefsler için bağlam dışındadır.

Bu uyarı iyi anlaşılmadan, aşağıdaki yazıyla acele hükme varılmaması gerekir.


Kibir, nefsi emmarenin bütün niteliklerinin kalbindeki en sinsi, en derinden işleyen, en sessiz kalan damardır.

Kibir; yalnızca bir tavır yahut psikolojik bir hâl değildir. O, varlığın kendi kendisini tefsir ettiği, kendine dair bir şerh düştüğü ontolojik pozisyondur. Yüksek sesle haykırmaz, çünkü buna ihtiyacı yoktur. Sessiz bir tasdikle, benliğin merkezine yerleşerek konuşur. Ve bu konuşma bazen bir bakışın yönünde, bazen bir suskunluğun semantiğinde, bazen bir cümlenin dağınık sentaksında, bazen de bir teşekkürün ardına gizlenmiş ince bir imada kendini belli eder. Tevazunun elbisesine bürünmesi bile mümkündür. Çünkü kibir, "ben"in merkezini sessizce sabitleyen bir sağırlaşmadır: Mutlak Olan’dan söz ediyormuş gibi yaparken aslında kendi sesini dinleyen ontolojik bir sağırlık.

Kibrin kurucu eylemi, hep aynı yerden başlar: içsel bir mekân, bir topos talebiyle. İlk beyanı şudur: "Ben varım." Fakat bu varoluşsal bir açılım değil, doğrudan bir işgaldir. Çünkü "ben"in merkezleştiği o an, bütün topografya yeniden çizilir. Gördüğünü sandığı her şey, aslında kendi gölgesinin perdelediği bir hakikat parçasıdır. O gölge, kibir tarafından ışık sanılır. Ve böylece anlaşılması gereken temel diyalektik doğar: karanlık, ışık yerine ikame edilir. Kibrin gafleti budur.

Sanılanın aksine, kibrin ilk "ben"i zenginlikte yahut kudrette dile gelmek zorunda değildir. Bazen bir şairin mısraında, bazen bir vaizin makamlı sesinde, bazen bir kadının aynasına düşen bakışında, bazen bir hocanın sükûtunda gizlenir. Kibir, kimi zaman konuşarak, kimi zaman da susuyormuş gibi yaparak konuşur. O suskunluk, hakikatin sessizliği değil; nefsin, kendi varlığını perdelemek için kurduğu bir tiyatrodur. Bu yüzden en çok sessiz duranlara kulak kesilmek gerekir. Çünkü söz bazen yokluğu örter, susmak ise kibrin en gür hâlidir.

Kibir yalnızca yüceltmek değildir, daha çok gizlemektir. Onun en kuvvetli ânı, kendini tevazu kisvesiyle örttüğü andır. "Estağfurullah" derken bile yüzün çizgilerinde gizli bir "ama ben öyle biriyim ki…" okunur. "Ben bir hiçim" diyenin bakışında, "ama her şey benden sorulur" parıltısı kalır. "Biz bir hiçiz" ifadesi, aslında hiçbir şeyin dışında kalamayacak kadar dolu bir benliği taşır. Böylece kibir, tekil bir psikolojik hâl olmaktan çıkar, topluma dağılır. Cemaatlerde, tarikatlarda, örgütlü dinî yapılarda, kutsallaşmış aidiyetlerde, ilim halkalarında, söz erbabında, estetik putunu taşıyan kadınlarda, günah işlememeyi üstünlük zannedenlerde büyür. Her biri bir gölge taşır. O gölge zamanla hakikat maskesi takar. Söz güzelleştikçe hakikat silinir. Yüz güzelleştikçe tevazu çürür. Bilgi çoğaldıkça göz kapanır. Secde uzadıkça kalp kararır. Ve bütün bu sûretlerin altında kalan tek şey vardır: Ben.

Ama bu "ben" artık kendini bile tanımaz. Çünkü kendine bir ilah ismi takmıştır. Bunu fısıltıyla yapar, bazen dua ederken yapar, bazen susarken yapar, bazen yokmuş gibi davranırken yapar. Ve işte o anda kibir, hâle dönüşür. Kişi artık kendi varlığının dışına çıkamaz. O varlığın dışında hakikat de yoktur.

Kibrin ilk katmanı budur: var olmayanı merkeze koymak, sonra da bu merkezin etrafında bir karanlık kurarak hakikatin ışığını taklit etmek. Kendini taşıyamayanın kendine tapar hâle gelmesi. Kendini bırakmayanın kendini hakikat zannetmesi. Ve bu sanı, artık bir benlik değil, karanlığın coğrafyasıdır.

Orada hiçbir ses duyulmaz.

Her varlık kendi yerinde durduğunda, düzen sessizce işler. Ama bir varlık, kendinden menkul bir merkez olma arzusuna kapıldığında, bütün denge bozulur. Çünkü merkez birdir. Ve hakikatin merkezinde yalnızca O vardır. Ondan başkasının oraya oturması imkânsızdır. Ama "ben" diyen bunu bilmez. Bilse de unutur, unutmak ister. Çünkü "ben" yalnızca bir bilinç değildir; bir yer arzusudur. Varlıkla arasına mesafe koyma, ötekiye isim takma, her şeyi kendi çevresinde konumlandırma arzusudur. İşte bu arzu, en eski şirk biçimidir.

Kibirli olan sadece kendini merkez yapmaz; geri kalan her şeyi de çevresine dizer. O artık yalnızca bilen değil, hükmeden olur. Tayin eden, ayıran, sıralayan. Bilgiyi kendi merkezinde toplar. Ahlâkı kendi varlığına göre biçer. Duyguyu kendi çizdiği sınırlara sıkıştırır. Güzelliği kendi bakışına, iyiliği kendi niyetine, inancı kendi istikametine bağlar. Artık kendisinin yönelmesine gerek yoktur; çünkü herkes ona göre konumlandırılmıştır. Herkes onun çevresindedir.

O yüzden kibirlilerin kalbinde pusula yoktur. Onlar, varlığın ortasına kendini yerleştirenlerdir. Ve o yeri Tanrı’dan çalmışlardır. Ama bunu Tanrı’ya karşı değil, Tanrı adına yaptıklarını sanarak yaparlar. Her biri kendisini Tanrı’nın vekili gibi hisseder. "Ben doğruyu söylüyorum" der; ama içinde "hakikatin temsilcisiyim" demek ister. "Ben tevazu sahibiyim" derken, aslında "hakikat bana indi" demektedir. "Ben susuyorum" derken, "benim sessizliğimde bile Allah konuşuyor" zannını taşır. Bu sözleri yüksek sesle kurmaz. Gerek yoktur. Çünkü kibir, ontolojik bir hâlde kelimesiz konuşur. Onun duruşu bile şirk taşır.

Çünkü "ben" varlığın merkezine yerleştiğinde, yalnızca Tanrı’yı değil, tüm varlığı da dışlar. Bu dışlama, yüksek bir reddedişle değil; içten içe kabul edilmiş bir yerleştirmeyle olur. Kibirli kişi kendi varlığını bütünün özeti gibi hisseder. Sanki kâinat onun şahsında toplanmıştır. "Benim susuşum evrensel bir sükûttur." "Benim tevazum, kâinatın secdesidir." "Benim bakışım, Tanrı’nın gör dediği yerdir." Bu cümleler ağza alınmaz, ama hepsi oradadır.

Çünkü kibir kelimesiz bir dildir. Hissedilir ama açıklanmaz. Duyulur ama konuşulmaz. Ve nihayetinde, her yere sızar.

Kibirli olan çoğu zaman çok şey bilir. Çok okumuştur. Çok yazmıştır. Çok söylemiştir. Ama bilmedikleri üzerine hiç susmamıştır. Çünkü susmak, bilmediğini itiraf etmektir. Ve bu, onun için eksilmek demektir. Oysa hakikatin en çok uğradığı yer, kendi eksikliğini kabul eden kalptir.

Kibirli kalp doludur. Bilgiyle doludur. Kavramla doludur. Metinle doludur. Dipnotlarla, tezlerle, ifadelerle doludur. Ama işte o doluluğun ortasında, hakikatin sızacağı en küçük bir boşluk kalmamıştır. Her şey tarif edilmiştir. Her şey düzenlenmiştir. Hiçbir şeyin yerinde boşluk bırakılmamıştır.

Kibirli bilge konuştuğunda herkes susar. Çünkü onun cümleleri uzundur. Onun kelimeleri ağırdır. Onun sesi sükûnetli görünür. Ama o sükûnetin altında, kendinden menkul bir hüküm saklıdır. Her kelimesi bir bakış tayin eder. Her cümlesi bir sınır çizer.

Oysa hakikat yalnızca hükümle konuşmaz. Hakikat, diz çökenin kalbine iner. Kibirli olan ise diz çökmez. Onun bilgiyle ördüğü taht sarsılmaz görünür. Fakat içten içe çürüyordur. Çürümeye mahkûmdur. Çünkü hakikat uzaklaştıkça bilgi artar; bilgi arttıkça kibir büyür; kibir büyüdükçe hakikat daha da uzaklaşır.

Ve sonunda, hakikatsizliğe varır. Ondan sonrası da, her taraftan bir felakettir.

Güç, şöhret, güzellik, iktidar… Her biri kendi içinde bir merkez kurar. Her biri bir görünürlük, bir sağlamlık, bir dayanak inşa eder. Ama bütün bu katmanların dibinde çürüyen tek bir şey vardır: ben. Çünkü bu merkezlerin hiçbirinde hiçliğe yer yoktur. Oysa hakikat, yalnızca hiçliğe iner.

Ne kadar zengin olursan ol. Ne kadar güzel, ne kadar bilge, ne kadar sevilen, ne kadar güçlü olursan ol. Eğer içinde bir hiçlik taşımıyorsan, hakikat sana uğramaz.

Ve bu uğramayış, gürültülü bir terk ediş değildir. Sessiz, derinden bir yüz çevirmedir.

Kibirli bunu kavrayamaz. Çünkü hâlâ kendini merkeze oturtmuştur. Ve merkezde duran, yüz çevrilişin sessizliğini duyamaz.

Günah yalnızca bir düşüş değildir. Çoğu zaman insana yönünü gösteren ilk kırılmadır. Günah, bazen gözyaşının eşiğidir. Bazen secdenin köküdür. Bazen duanın gövdesidir. Günahı bilen, kendini tanır. Kendini tanıyan, hiçliğe yaklaşır.

Ama hiç günah işlememiş olan —ya da hiç işlememiş gibi duran— çoğu kez, günahı taşıyanlardan daha uzağa düşer. Çünkü onun "hiçliği" bir eksiklik değil, bir gururdur. "Ben hiç yapmadım." "Ben hiç düşmedim." "Ben öyle olmadım." İşte bu olmayış, içte bir yük gibi büyür. Ve o boşluk, aslında kibirle dolar.

Günahsızlıkla övünenin kalbi kolay kırılmaz. Çünkü kırılacak bir şey taşıdığını sanmaz. Onun tövbeye ihtiyacı yoktur. Diz çökmesine gerek yoktur. Onun için secde bir arınma değil, bir alışkanlıktır. Susuşu mahcubiyet değil, meziyettir. O yüzden affetmeyi bilmez; çünkü hiç affedilmemiştir. Affedilmemiş olan, affetmenin ağırlığını anlayamaz. Günahı olmamış biri, günahkârın titreyen bakışına eğilmez. O bakış, ona uzak gelir. Ve o uzaklık içte bir sabitliğe dönüşür. Fakat o sabitlik, hakikatin sızamayacağı bir kalınlıktır. Görülmez.

Günahı olmayan kendini Tanrı’ya yakın sanır. Oysa Tanrı, en çok düşenin gözyaşına yaklaşır. Suçlunun içten çırpınışına dokunur. Ama suçsuz olan çırpınmaz. Yalvarmaz. Sığınmaz. Çünkü zaten kendiyle barışıktır. Ama bu barış, ilahî değil; kör bir sabitleşmedir. Bu yüzden onun duası taş gibi, secdesi tören gibidir. Çünkü içte çözülme yoktur. Ve çözülmeyen kalpte hakikat görünmez.

Kibir bir yerden sonra Tanrı’ya karşı kurulmaz; Tanrı adına kurulur. Kimi kibir, "ben Tanrı’yı tanımam" derken dile gelir; kimi kibir de "ben yalnızca O’nun adına konuşurum" derken büyür. Ve işte bu ikinci tür, en derin, en sinsi, en korunaklı kibirdir. Çünkü bu kibir, kutsalın diliyle konuşur ama kalbin içi hâlâ benliktir. Allah’tan söz eder, fakat Allah’ı duymaz. Allah için ağlar, ama Allah için susamaz. Kendini Tanrı’nın gölgesi gibi sunar, ama çoktan gölge olmaktan çıkmış, ışığın yerine geçmiş bir sûrete dönüşmüştür.

Vaizler, Tanrı adına konuşurken susmayı unutanlardır. Söz onlar için saltanattır. Her kelime nüfuzdur. Her ayet bir çağrı değil, bir sınırdır. Her hikmet, kendine çevrilen bakışları biraz daha sabitlemek içindir. Çünkü vaiz için artık önemli olan hakikatin kendisi değil; hakikatin ona uğradığı görüntüsüdür. Minber, bir tefekkür yeri değil, bir tahttır. Ve o tahta çıkınca önünde bir âlem görür, o âlemi yönetme arzusuyla dolar. Artık yalnızca anlatan değildir; yöneten olmuştur. Oysa anlatıcı yönetmeye başladığında hakikat susar. Hakikat yalnızca dinleyenin dizinin dibine iner.

Softalar, cehennemi işaret eden ama kendi içlerindeki ateşe dokunamayanlardır. Hüküm verirler ama kendilerine dokunmazlar. Hep dışarıya bakarlar. Hep başkasını tartarlar. Haramı işaret ederler ama içlerinde büyümüş tanrıcığı görmezler. Onların kibri fetvalıdır. Sessiz değildir, bağırır. Ve o bağırış, içlerindeki korkunun üstünü örtmek için çıkar. Hakikat, onların gözünde bir düşmana, günahkâr bir kitleye dönüşür. Oysa hakikat düşman edinilmez. Hakikat ancak eğilen kalplere iner. Softanın kalbi ise dizini yere değirmemiş bir yukarıdanlığa hapsolmuştur.

Âlimlerin durumu daha gariptir. Onlar kelimelere gömülmüştür. Bilgiye hâkimdirler ama kendilerine değil. Satırları bilirler, sûreleri bilirler, kaynakları bilirler. Ama aynaya bakamazlar. Çünkü o aynada ne kadar küçük olduklarını görürler. Ve o küçüklüğü göze alamazlar. Bu yüzden kelimeleri büyütürler. Cümleleri kalınlaştırırlar. Her konuşmayı bir derinlik gösterisine çevirirler. Sesleri gürdür. Ve o gür sesin taşıdığı bilgi, hakikati önce boğar. Ama onlar bunu bilmez. Âlimler meselesine ayrıca daha tafsilatlı dönülecek.

Zâhidler de tuhaftır. Çünkü onların en büyük handikapı, dünyayı terk etmeyi başardıktan sonra dönüp terk etmeleriyle övünmeleridir. Hiçliklerini anlatırlar, ama anlatırken doludurlar. Yokluk iddiaları varlık hâline gelir. Artık sade görünerek hükmederler. Gösterişsizliği gösteridir. Susuşları bile konuşur. Çünkü kalplerinde hâlâ tanınma arzusu vardır. Biriktirmezler, göstermezler; fakat görülmeyi beklerler. Bu bekleyiş bir yokluk değil, gizli bir yücelme arzusudur. Zâhid, yeryüzünü terk etmiştir ama kendi gövdesini kutsamıştır. Hakikat oraya da inmez.

Allah adına konuşan ama O’nu duymayan herkes, hakikatin kelamını kendi sesine çevirir. Artık hakikat değil, ses konuşur. Artık hakikat değil, bilgi akar. Artık hakikat değil, idare eden büyür. Ama Tanrı bu büyüklükte durmaz. Çünkü O, küçük olanı sever. Eğileni, silineni, susanı. O yüzden vaiz konuşur, hakikat susar. Âlim anlatır, hakikat gizlenir. Zâhid görünür, hakikat çekilir. Cemaatler çoğalır, çoğaldıkça Hak yalnızlaşır.

Şimdi merkezde olanların kibrini gördük. Peki ya merkezden çekilmiş gibi görünenlerin kibri?

Bu kibir, daha tehlikelidir. Çünkü görünmezliğini maske yapar. "Ben merkezde değilim" diyen, çoğu zaman kendi merkezini çoktan kurmuştur. "Ben o değilim" diyerek yeni bir "ben" üretmiştir. Ayrık insan, merkezin dışında kaldığını söyleyerek kendi çevresine yeni bir kutsiyet inşa eden insandır. Bu yüzden onun tevazusu bile gösterişlidir. Hâlâ işaret üretir, hâlâ bir yol çizer, hâlâ "ben başka yerdeyim" der. Ve o başka yer, artık yeni merkezdir.

Ayrık olan, hakikate yakın durur gibi görünür. Çünkü hakikatin merkezde değil, merkez dışında olduğunu bilir. Ama bilmek yetmez. Bilmek, kendi merkezini kurmamakla sınanır. Ayrık insan çoğu zaman bu sınavı kaybeder. Çünkü merkezden uzaklaştıkça özgürleştiğini sanır. Oysa hâlâ kendindedir. Yalnızca merkezin dilini terk etmiştir. Ama gölgesini taşımaya devam eder. Yalnızdır ama yalnızlığı bir iddiadır. Dışarıdadır ama dışarıda oluşu bir içe kapanış değil, bir afiştir. Susar ama suskunluğu bir söz gibidir. Ve söze dönüşen her suskunluk, artık kibir taşır.

Ayrık olanın kibri sessizlikle konuşur. "Ben orada değilim" derken bile görünür hâle gelir. "Ben sustum" der, ama o susuş hâlâ ben’i gösterir. Gösterişsizlik gösteriye dönüşür. Ve kibir, en rahat yerini burada bulur. Çünkü kimse onu kibirli sanmaz. Herkes onu hakikate yakın sayar. O yüzden en derin kibir, bazen sessizce oturan birinin omzunda görünür. Onun bakışında, yürüyüşünde, hiçbir yere ait değilmiş gibi duruşunda bir üstünlük gizlidir.

Bu üstünlük dile gelmez. Ama her duruş, her geri çekiliş, her kabullenmeme, her dışarıda kalış şunu fısıldar: "Ben sizden farklıyım." Bu farklılık, artık hakikate ulaşma çabası değil, bir ayrıcalıktır. Ve kibir, ayrıcalıkla beslenir. Ayrık insan kendini ayırarak büyütür. Onun birliğe katılmayışı bir parçalanma değil, bir hüküm taşır. "Ben sizden değilim" derken aslında "sizsiz daha derinim" demektedir. Bu cümle ağızdan çıkmaz. Ama içeride hep çalışır. Ve o iç çalışmada, hakikat geri çekilir.

Kadının kibrinde gizli bir cümle vardır: "Ben seçerim." "Ben dokunurum, ama ben seçilmem." "Ben görülürüm, ama ben bakmam."

Bu üst bakış, yalnızca karşısındaki erkeği değil; bütün alanı denetler. Kadın artık bir beden değil, bir sistem olur. Güzelliğiyle yürürken gövdesini değil, hâkimiyetini taşır. Her bakışında kontrol, her gülüşünde mesafe gizlidir. Ve bu mesafe, onu korumaz; tam tersine onu merkez yapar. O artık bir kıymet değil; bir ölçek hâline gelir. İnsanlar ona göre yön bulur, kendilerini onunla sınar. Ve bu sınama, sessizce kibrin hükmünü kurar.

Kadının güzelliği, kendini gösterdiği kadar değil; göstermediği kadar anlam üretir. Gizlenenin gücü, açığa çıkanın arzusunu bastırır. Bastırılan her şey daha çok güç üretir. Kadın bu gücü bilerek kullanmasa da hisseder. Bilmeden yön verir. Bilmeden sürükler. Ama sürüklemek de merkezleşmektir. Ve merkezde duran, kibrin imtihanına girer.

Cinsellik, kadının en eski ve en örtülü iktidar alanıdır. Kadın bunu açıkça kullanmasa da, onun yankısı bakışlarında taşınır. Cinsellik doğrudan bir sunuş değil, bir çekimdir. Bu çekim dillendirilmez; ama kibri besler. İçte sessizce şu sözler dolaşır: "Beni istiyorlar. Bana bakıyorlar. Ben merkezim. Ben dokunulmak istenenim." Bu cümleler ağızdan çıkmaz ama içeride hep vardır. Ve bu iç cümleler, kadını hakikatten uzaklaştırır. Çünkü hakikat, dokunulmak istenen değil; bırakılan olandır.

Kibirli kadın, kendini taşımaz, kendini yönetir. O artık bir kişi değil, bir sahnedir. Ona bakan herkes, onunla değil; onun kurduğu temsil düzeniyle karşılaşır. Temsil ise hakikati taşımaz. Hakikat temsil istemez. Hakikat kendi gelir, kendi görünür, kendi geçer. Ama kibirli kadın geçişi reddeder. Kalmak ister. Bakışları kendi üstünde tutmak ister. Ve bu istek, içten içe bir tanrıcık doğurur.

Erkeğe yukarıdan bakan kadın, yalnızca erkeği küçümsemez; kendini de ilahlaştırır. "O beni anlayamaz. O beni taşıyamaz. Ben başkayım." Bu başkalık, hakiki bir farklılık değil; mesafedir. Ve mesafede hakikat yürümez. Çünkü hakikat yakınlığı sever. Kibirli kadınsa yakınlıktan korkar. Çünkü yakınlıkta görünmeyen açığa çıkar. Yakınlıkta merkez çözülür. Yakınlıkta herkes eşittir. Ama kibirli kadın eşitliği istemez. O yukarıda kalmak ister. O seçici olmak ister. O son sözü söylemek ister. Onun kalbinde hâlâ şu yankı vardır: "Benim onayım önemli."

Ama hakikat onay istemez. Hakikat kendini onaylatmaz. Hakikat eğilir, dokunur, geçer. Ve geçerken seçmez. Kadının onu taşıyıp taşımamasıyla ilgilenmez. Kadının onayıyla da. Hakikat oraya iner ya da inmez. Ve kibirli kadının tuttuğu her şey, hakikati oradan uzaklaştırır.

Kimi düşünerek direnir hakikate, kimi hiç düşünmeden. Kimi kendini kutsal bilgiyle örter, kimi sadece tekrar ederek görünür. Ama her ikisinin de kalbinde aynı perde vardır: değişmemek. Çünkü kibir, en çok değişime karşı kurulur.

Ve bu direnişin en kör biçimi, şeklin içini anlam sanan, ezberi hakikat yerine koyan, başkasını yalnızca yanlışta görmekle var olan bir zihin yapısında büyür. Şekilcinin kibrinde katılık vardır. Ezbercinin kibrinde çaresizlik. Yobazın kibrinde ise korku. Ve bu üçü, en çok kendini Tanrı’ya yakın zanneder. Oysa Tanrı orada değildir.

Şekilci için hakikat, dışarıdan görünenle sabittir. Hangi kıyafet, hangi duruş, hangi davranış, hangi ton, hangi kelime… Tüm hakikat, bu işaretlerin toplamına indirgenir. Onun secdesi, yalnızca alnın yere değmesidir. İbadeti, yalnızca görünür ritüeldir. Ama içte ne vardır, kalpte ne döner, dudakta hangi niyet dolaşır, onu bilmez. Bilmek istemez. Çünkü bilirse yıkılır. Şekil, anlamın ölüsüdür. Hakikat şekli kırarak iner. Ama o kırılmaz. Çünkü şekli kendine gövde yapmıştır. Şekil yıkılırsa, kendi yok olacağını zanneder. Bu yüzden şekilcinin kibrinde titizlik değil, içsel bir taşlaşma vardır.

Ezberci bilmediğini hiç düşünmez. Duyduğu her şeyi tekrar eder. Ama tekrar, bilmek değildir. Tekrar, korunmaktır. Ve ezberci en çok kendini korur. Yeni cümleye kapalıdır. Farklı sese kördür. Çünkü yenilik tehdit getirir, farklılık yıkar. Oysa hakikat daima yeni gelir. Bu yüzden ezberci, hakikatin her kapısını sapkınlıkla karıştırır. Hâlâ ilk duyduğundadır. İlk duyduğuna tapar. Hakikatin yürüyüşünü kaçırır. Çünkü hakikat sabit durmaz. Ama ezberci sabitliği erdem sanır. Bu zan, kibrin ta kendisidir. "Ben değişmedim." diyerek övünür. Ama hakikatin her gelişinde geride kalır.

Yobazın kibri yalnızca cehaletten değil, korkudan doğar. Çünkü hakikatin ne olduğunu sezmiştir; ama onun sarsıcı doğasını taşıyamayacağını bilir. O yüzden inkâr eder. Her şeyi inkâr eder: kendini, seni, bilgiyi, hissi, yeniliği, farklılığı, yaşamı. Onun için dünya çoktan hükme bağlanmıştır. Doğru bellidir. Yanlış bellidir. Hiç kimseye kulak vermez. Çünkü hakikatin avucunda olduğunu sanır. Ama avucundaki, hakikat değil; taşlaşmış bir hurafedir. Ve o taşı bırakmaz. O taşı başkasına atmak için değil, kendine kale yapmak için tutar. Çünkü o taş, onun tek duvarıdır.

Bilginin kibrinde, bilgi taşınmaz; sergilenir. Gösterilir, sunulur, anlatılır. Ama açıklanmaz. Hakikat aranmaz; üretilir. Ve bu üretim bir inşa değil, bir tüketimdir. Çünkü her cümle, her açıklama, her şema, her örnek hakikatin değil; anlatıcının kendi merkezinin etrafına ördüğü duvarların taşlarıdır. Bilgi, orada sığınılacak bir mekân değil; hüküm sürülecek bir tahttır. Anlatan, bilgiyle yürüyen biri değil; bilgiyle duran biridir. Çünkü o hep bilir. Ve hep bildiği için asla çözülmez. Asla susmaz.

İlim sahibi olduğunu düşünen, hakikatin tek kişilik mülküne konmuş gibidir. Her şeyin anahtarı ondadır. Her metnin, her sözün, her kaynağın bir açıklaması vardır. Ama açıklamak, anlamak değildir. Açıklayan çoğu kez soruyu öldürür. Anlayan ise sorunun kendisine döner. Bilgili olan soru almaz; çünkü o cevap taşır. Ve cevap taşıyan artık aramaz. Bulduğunu zanneder. Ama hakikat, yalnızca arayanda kalır. Bulduğunu sananda kararır.

İlim sahibi kişi eğer bilgiyi taşıyamazsa, en hızlı çürüyen merkez olur. Çünkü bilgi benliği genişletir. Genişleyen her benlik, hakikatin ışığını gölgeler. Bilgi susmuyorsa, kibir konuşuyordur. Anlatıcının içinde hâlâ "ben biliyorum" diyen bir ses varsa, hakikat orada durmaz. Çünkü hakikat yalnızca "ben bilmiyorum" diyene açılır.

İnsan bir kez çözüldüğünde, her şey bitmiş gibi görünür. Taş yerinden oynamış, gölge çekilmiş, ses susmuş, merkez yıkılmıştır. Kalp çıplaktır. Dil utangaçtır. Bakış kırılmıştır. Ve işte tam bu hâl, hakikate en yakın olan andır.

Ama tam orada eskiye dönme arzusu baş gösterir. Çünkü boşluk taşınamaz. Suskunluk ürkütücüdür. "Ben"siz kalmak, yokluğun sınırına oturmaktır. Ve yokluk, alışkın olmayana dehşettir. Kibir kırıldığında ölmez; sessizleşir. Geri çekilir. Bekler. Sonra eskiyi yeniden inşa etmek isteyen kalbin içinden usulca doğar.

Kibir bazen bağırarak değil, özlemle döner. "Ben eskisi gibi olmak istemiyorum." der. Ama o sözün içinde eski hâli çağırır. "Orada da iyiydim." der. "Yine de işe yaramıştım." der. "O kadar da kötü değildim." der. Ve bu özürlü cümlelerin her biri, eski benliğin tuğlasıdır. Her "zaten", her "ama", her "yine de" ile çökmüş olan yeniden dikilir. İlk başta fark edilmez. Çünkü yeni kurulan benlik, eskisine hiç benzemez. Daha sade, daha sessiz, daha dikkatli görünür. Ama hâlâ "ben"dedir.

İnsan eskiye dönmek ister, çünkü yeniye yürüyecek gücü kalmamıştır. Çünkü yeni olan bilinmezdir. Çünkü yeni olan "ben"sizdir. Ve "ben"siz yürümek çok az kişiye nasip olur. O yüzden insan, eski benliğini yeni kisvelerle yeniden kurar. Eski bilgiye yeni anlamlar giydirir. Eski tavra yeni maskeler takar. Ve sonunda eski kibir, yeni bir sûrette hüküm sürmeye başlar.

Bu en tehlikeli andır. Çünkü kişi artık kibirli olduğunu sanmaz. "Ben çöktüm." der. "Ben döküldüm." der. "Ben sustum." der. Ve bu sözler onu temize çeker. "Ben o hâlden geçtim." der. Ama geçmek, dönmemektir. Eğer dönülüyorsa, hiç geçilmemiştir. Eğer içte hâlâ bir "ben oldum" sesi varsa, kibir oradadır. Çünkü "oldum" diyen, bitmiştir. Hakikat, "oldum" diyene inmez.

Eskiye dönmenin en sinsi tarafı, her şeyin yerli yerinde oluşudur. Ama içte hâlâ biri vardır. Hâlâ bir merkez. Hâlâ bir iz bırakma arzusu. Hâlâ yön verme isteği. Hâlâ biri sessizce şöyle der: "Ben artık kibirli değilim."

Ama hakikat, kibirsiz olduğunu söyleyenin kalbine inmez.

Çünkü kibirsizlik söylenmez. Kibirsizlik yaşanmaz. Kibirsizlik gösterilmez. Kibirsizlik unutulur. Ancak unutulmuş olan taşır hakikati. Ancak tekrar edilmeyen.

Hakikat o an iner.

Ve "ben" yoksa, yalnızca O kalır.

"Ben" söndüğünde sessizlik başlar. Ama bu sessizlik artık bir geçiş değil, bir varlık hâlidir. Çünkü hiçbir sesin yükü kalmamıştır. Merkez çözülmüş, dışarıya dönük her istek geri çekilmiştir. Ve içeride bir boşluk doğmuştur. Bu boşluk yokluğun sesi değil; hakikatin yerleşeceği bir rahimdir. Sükûnet ilk kez gerçek olur. Ve o sükûnetin ortasında, hiçbir davet olmadan, hiçbir niyetle çağrılmadan, hiçbir merasim olmadan… O iner.

O yalnızca boşluğa yerleşir. Kendine ait olanın artık kendine ait olmadığını bilen kalbe. Hiçbir bilgi taşımayan ama her şeyi taşıyabilecek kadar hafif kalmış kalbe. O, yalnızca unutulmuş olana iner. Çünkü hatırlanan her şeyde hâlâ bir "ben" yankısı vardır. Ama burada yankı yoktur. İç ses de susmuştur. Ve geriye yalnızca sessiz bir doluluk kalmıştır. Ne düşünce, ne niyet, ne istek, ne hatıra, ne duygu, ne hedef… Sadece bir "olma". Sadece bir "orada kalma". Sadece bir "yer bırakma".

O kalınca, başka hiçbir şey kalmaz. Çünkü O’nun olduğu yere başka hiçbir şey sığmaz. Bu yüzden "ben"in yok olması yetmez; "ben"in geri dönmeyeceği bilinmelidir. Çünkü O ancak orada kalır. Gelip geçen değil, kalan O’dur. Kalıcı olan, ancak tüm geçiciliğin tükendiği yere yerleşir. Ve hakikat, sadece kalıcı olanı sever.

Bu yer konuşmaz. Konuşmaya ihtiyaç duymaz. Bu yer göstermez. Gösterilmeye ihtiyaç duymaz. Bu yer anlamaz. Anlamaya gerek duymaz. Çünkü artık her şey olup bitmiştir. Ve olup bitmiş olanın içine O gelir.

O geldiğinde cümle kurulmaz. O geldiğinde "geldi" bile denmez. Çünkü bu geliş bir hareket değil, bir örtülüş gibidir. Üzerine bir durgunluk iner. Ama o durgunluk taş gibi değil; su gibidir. Dokunduğu yeri eritmez. Ama dokunduğu yeri açar. Açtığı yerde yara yoktur. Sadece yer vardır. Ve o yer, artık kalptir.

Kibir yok olduğunda, yerine bir kudret yerleşmez. Zafer de gelmez. Sadece sessizlik yerleşir. Ve o sessizlikte hiçbir hüküm kalmaz. Ne doğru ne yanlış. Ne ışık ne karanlık. Ne anlam ne yorum. Sadece her şeyin birlikte aktığı bir yer vardır. Orada ölçü yoktur. Orada üstünlük yoktur. Orada isim yoktur.

Yalnızca çıplak bir kalış. Ve bu kalışta O kalır

Ahmet Turan Esin