Melek Hanımefendinin Âziz Hatırasına

Bir kızıl goncaya benzer dudağın
Açılan tek gülüsün sen bu bağın

Kurulur kalplere sevda otağın
Kim bilir hangi gönüldür durağın

Her gören göğsüme taksam seni der
Kimi ateş gibi yaktın beni der

Kimi billur bakışından söz eder
Kim bilir hangi gönüldür durağın

Melek Hiç

Bir kızıl goncadır dudak; kapalı bir sır gibi, henüz söylemediği sözü içerde tutan, içerden gelen nefesi dışarıya emanetle taşıyan, taşıdığıyla yanına yaklaşanı hem koruyan hem de sınayan; çünkü kırmızı, hem uyarıdır hem davet, hem "gelme"nin işareti hem "gel"in çağrısıdır; bu yüzden goncaya bakan, aslında kendi içindeki ölçüsüz arzuyu, telaşlı merakını ve bir türlü olgunlaşamayan bekleyişini görür; evet, anlaşılması gereken budur: gonca, yalnızca biçim değildir, idrak için bir terbiye halkasıdır.

Dudak, iki çizgi; aralarında bir uçurum değil, rahmet aralığı; oradan bir harf sızdığında varlık yeni bir düzen alır, sızmadığında ise suskunluğun ılık ısrarı kalbi eğitir; burada dikkat etmek gerekir: "kızıl", dışarıdan bakana ait bir renkten fazlasıdır, içeriden gelen sıcaklığın, yani canlı oluşun işareti; kızıl gonca, tutuşmaz; kuşatır; yakmaz; olgunlaştırır; çünkü onda "ateş" ile "su" anlaşma yapmıştır; evet, bu cümle ağır, fakat doğrudur; bir kelimenin nefesiyle içe dolan serinlik, yüzeydeki harı sükûnete dönüştürür.

Söz, dudaktan doğar sanırız; hayır; söz içte, daha derinde, isimsiz bir kıpırtı olarak uyanır; dudak yalnızca eşiğe isim verir; o eşiğin ötesinde kim duruyorsa söz ona varır; nitekim goncayı "dudak" diye okuyan ile "sözün beşiği" diye okuyan aynı kişide birleşmez; biri görüntüde kalır, diğeri manayı taşır; anlaşılması gereken budur.

Kızıl gonca-evet, bu ısrarlı sembol-Melek Hanımefendi’nin Hz. Peygamber’e yazdığı hitabette yalnızca bir methiye değil, terbiyedir; "dudağın" derken övdüğü, güzel bir suretten öte, sözün ahlakıdır; çünkü dudak hakkı olmayanı dışarı sızdırmaz; kalpte tartılmayanı dillendirmez; yarım olanı tamam gibi göstermez; "kızıl" da işte burada mahremiyetin mührüdür: "buraya, usul ile." tekrar edelim: gülün goncalığı, acelecinin sabrını sınar; sabır, sevgiyi korkuya çevirmeden bekleyişe dönüştürür; bekleyiş, aşağılanma değil, hazırlanmadır.

"Kurulur kalplere sevda otağın." Otağ, dışarıda bir çadır değil; içeride bir toplanma; dağınık seslerin bir merkeze toplanması; çağırılmamış misafirlerin kenara çekilmesi; içerinin, iç oluşuna ikna edilmesi; insan göğsünde iki meydan vardır: biri esip savurur, diğeri toplar ve taşır; sevda, esip savurana terk edilirse heves olur; toplayana bırakırsak, nefes olur; evet, nefes; çünkü sevda önce ritimdir; iç ritim; ritim bozulursa ses çirkinleşir; çirkinleşen ses, söylenenin içine sızı yapar; o yüzden sevdanın otağına ilkin sükûnet kurulur; sükûnet, hareketsizlik değildir; ölçüdür.

Kalbe kurulan otağın direği güven, urganı edep, örtüsü mahremiyettir; direk eğilirse otağ söner; urgan gevşerse rüzgâr içeri ne varsa götürür; örtü kalkarsa gösteri başlar; gösteri başlarsa hakikat kaçar; anlaşılması gereken budur: sevdanın otağında "görünsün" değil, "olunsun" istenir; çünkü sevgi, şahit aramaz; şahit istiyorsa gösteriyi sever; gösteri sevildikçe hakikatin sesi kısılır; insanda en sinsi yorgunluk, hep görünme isteminden doğar; sevda, görünmekten değil, taşımaktan güç alır.

Melek Hanımefendi’nin cümlesi, bir hanım kalbinin zarafetiyle erkeklerin pervasız dilini ilga ediyor: "kalplere kurulur." Zorla alınmaz; fetihle değil, davetle gelir; davet ise yalnızca temizlenmiş yerlere iner; insanın içi, hoyrat alışkanlıkların yüküyle doluyken oraya kurulan sevda, gecikmeden pazar yerine döner; pazar yeri gürültüsü, aşkın sesini boğar; boğulan ses, manayı taşıyamaz; manayı taşıyamayan sevgi, yüzünde parıltı bırakan ama içte iz bırakmayan bir oyuna dönüşür; evet, dikkat etmek gerekir: otağın kurulması bir merasime muhtaçtır; merasim, gösteri değildir; hazırlıktır; temizliktir; sözün önündeki fazlalıkların çekilip alınmasıdır.

"Kim bilir hangi gönüldür durağın." İşte burası acıtır; çünkü insan, aslında sevdiğinin kimde durduğunu değil, kendisinde durup durmadığını merak eder; dürüst olunursa mesele şudur: "bende durur mu?" Durmak, yalnızca kalmaya niyet etmek değildir; kalındığında içeriyi dağıtmamak, içerinin düzenine riayet etmek, içeridekini kendine benzetmeye kalkışmamaktır; bencilliğin en kurnaz sureti, karşısındakini "iyileştirme" bahanesiyle dönüştürme iştahıdır; iyi niyetle gizlenen bu iştah, aşkın boynuna yular olur; yular olan sevgi, yürürken sürükler; sürüklenen sevgi, incitir; incinen sevgi ise kendini "haklı" sayarak merhameti terk eder; tekrar edelim: aşk, merhametsiz akıllanmaz.

"Durağın" meçhul bırakılması, kıskançlığın ateşine su döker; çünkü meçhul olan, kıyaslanamaz; kıyas, insanın ruhunu küstürür; "neden ben değil?" sorusunun içinde saklanan kibri fark etmek, ağır bir çabadır; ama şarttır; zira "bende durdu" sevinciyle şımarmak başka, "bende emanet duruyor" şükrüyle eğilmek başkadır; emanetle şımaran, emaneti kaybeder; emanetle eğilen, emaneti taşır; anlaşılması gereken budur.

Burada peygambere adanan bakış, bir methiyeden fazlasını hedefler: "durağın" sorusu, bizi seçilmiş olma vehminden, seçilmiş olmanın yüküne taşır; seçildiğine inanan kişi, övünmek yerine titremeyi öğrenir; çünkü yük, görünmeyen bir disiplin kurar; o disiplin, sözü israf etmeyi yasaklar; bakışı, izinsiz dolaştırmaz; yüzü, yüz olmaya davet eder; yüz, yüz olunca dil usul öğrenir; dil usul öğrenince gönül sabırla genişler; genişleyen gönül, kendine gelmez; kendinde kendini bırakır.

"Kimi ateş gibi yaktın beni der." Ateş, yalnızca yakmak için değildir; ayrıştırmak içindir; sahiciyi sahte olandan, temiz olanı bulanıktan, niyeti gösteriden; ateş değmemiş bir sevgi, yüzeyde kalır; yüzeyde kalan, ilk rüzgârda donar; oysa ateşin terbiyesi, donmaya çare, dağılığa cedel; burada dikkat etmek gerekir: yakmak, zulüm değildir; ölçüsüzlük zulümdür; ölçüsüzlük, aşkı bahane ederek kırıp dökmek, sonra bunu "derinlik" diye pazarlamaktır; derinlik, kırılanı onarma iradesinde başlar; onarmak istemeyen, derinliği yalnızca bir süs olarak taşır.

Yanmak, onurlu bir fiildir; ama kim için, ne uğruna; işte mesele; yanmanın ahlakı olmazsa geriye sadece kül kalır; kül, rüzgârın oyuncağı; yanmanın ahlakı, ateşi kendi üstünde tutmaktır; başkasını yakmayı "sembol" sayan hevesin ardına saklanan kibri söndürmektir; ateş evi ısıtır, ev sahibini de uyarır; "dikkat"; evin içinde yanarken dışarıya işkence etmez; burada anlaşılması gereken budur: "yaktın" diyen, bir suçlama değil, bir ikrar söyler; "ben bu ateşle ayrıştım; kabuklarım düştü; kalbim çıplaklaştı; evet, sancılı; ama bereketli."

Ateş, insanın kendi hikâyesini yalanlardan ayırır; mazur görün, kelime ağır; ama başka türlü olmuyor; insan kendine kurduğu bahaneleri ateşe tutmadan sevdiğini iddia etmesin; çünkü bahaneler, en tatlı maskedir; maske yırtılmadıkça yüz, yüz olmaz; yüz olmadan bakış, şahitlik kılmaz; "ateş gibi yaktın" cümlesi, işte bu maskelerin usul usul çözülmesine razı olmanın cümlesidir; razı olmak, pes etmek değildir; yükümlülüktür.

"Kimi billur bakışından söz eder." Billur, şeffaflık demektir; ama şeffaflık, teşhir değildir; içiyle dışının kavga etmediği bir dinginliktir; bakış, görünenden önce görendir; gördüğünü sandığıyla sarhoş olmadan önce, gören oluşunun mesuliyetini fark edendir; bir bakışın ekmeği vardır: hakikate saygı; saygı, bakışı doyurur; doymayan bakış, her şeyi yemek ister; yedikçe yoksullaşır; yoksullaşan bakış, en sonunda en kıymetliyi bile çiğner; o yüzden billur bakış, tüketmez; saklar; sakladığını parlatmaz; sakladığını taşıyarak olgunlaştırır.

Bakışın edebi, bakılanı mülke çevirmemektedir; mülk edinilen her şey, hızla değersizleşir; insan, eline geçirdiğini hızla sıradanlaştırır; sıradanlaştırdığını da çabucak terk eder; terk ettiği şeyi ise kötüleyerek unutur; bu kısır döngü, bakışın açlığından doğar; Melek Hanımefendi’nin "billur" demesi, işte bu açlığa bir zapt getirir; "parla ama yakma, göster ama yağmalama, sev ama sahiplenme; taşı; taşıyabildiğin kadar." tekrar edelim: taşıyamayan sevmiyor, sadece istiyor.

Billur bakış, peygamberî bakıştır; öyle buyurgan bir söz değil bu; nezaketle söylenmiş bir gerçektir; çünkü o bakış, gördüğünü kendine yazmaz; gördüğünü yerine koyar; yerine koyduğu şey büyür; büyüyen şükür olur; şükür, barışı içerde kurar; içte kurulan barış, dışarıya taşınca ses kesilir; kesilen ses, boşluk değildir; doluluk; evet, kelime ağır ve zor, ama doğrusu bu; doluluk, bağırmaz; bağırmadan da anlaşılır.

"Her gören göğsüme taksam seni der." İnsan içgüdüsüyle süs ister; süs, değerli olanın izidir; göğse takılan, kalbe yakın dursun istenen şeydir; fakat burada bir tehlike var: süs, gösteriye dönerse emanet zayi olur; emanet zayi olursa kalp, süsün ağırlığını taşıyamaz; taşıyamadığı ağırlığı hafifletmek için anlamı küçültür; anlam küçülünce sevgi, anlık zevke dönüşür; zevk biter; sevdadan geriye bir yorgunluk kalır; anlaşılması gereken budur: kalpte taşınacak olan "süs" değil, nişandır; nişan, hatırlatır; hatırlatan ise kişinin kendisine verdiği sözdür.

Göğse takmak, görünmek için değil, hatırlamak içindir; "ben neye söz verdim?" söz verilen unutulursa, nişan taş gibi soğur; insan taşı ısıtmak için çırpınır; çırpındıkça taş daha da ağırlaşır; ağırlaşan taşla yürümek, yürümekten bezdirir; bezginlik, nankörlüğe kapı açar; nankörlük, daha ağırını getirir: küskünlük; küskünlük, sevgiyi dilsiz bırakır; o yüzden nişanın ahlakı vardır: az konuşmak, çok taşımak, gösteriyi azaltmak, taşıyışı çoğaltmak.

Burada Hz. Peygamber’e adanan nişan, bir göğüs gereci gibi takılıp çıkarılacak bir aksesuar değildir; "her an"a vurulan mühürdür; mühür, kapatmaz; korur; koruduğunu da haps etmez; emaneti bekler; beklemek sabırdır; sabır, yanlışa kılıf değil, doğruya hazırlıktır; doğru, bizde başlayıp bizde bitmez; doğru, bizden geçer; bizden geçerken bizi düzeltir; düzelttiğini övmez; yürütür.

Dönelim "durağın" meselesine; kıskançlık, sevgiyi yiyip bitiren sinsi bir kurt; sevdiğini sahiplenmek, onu kendine benzetmek, kendi ritmine çekmek, kendi alışkanlıklarına uydurmak; bunlar, sevginin beşiğinde uyuyan kibirdir; kibir, sevgiye elbise dikemez; çünkü sevgi elbise istemez; çıplaklık ister; bu cümle ürkütmesin; çıplaklık, teşhir değil, yapmacığın düşüşüdür; insan kendini süslerden arındırmadıkça hizmete giremez; hizmete girmeyen sevgi, hükmetmeye heves eder; hükmettikçe küçülür; küçüldükçe bağırır; bağırdıkça sağırlaşır; sağırlaşan sevgi, kendini bile duyamaz.

İhtiyar-karar demektir; yaş değil; karar, ağırlık alır; ağırlık alan kişi, hükmetmekten vazgeçer; hizmete tutunur; hizmet, öne çıkmak değil, yer açmaktır; yer açan kişi, sevdiğini kalbine değil, kalbinin içindeki sükûna emanet eder; sükûn, yer açar; yer açıldıkça sevgi büyür; büyüdükçe alçakgönüllülük öğrenir; alçakgönüllülük olmadan büyüklük bir hastalıktır; hastalık, mazeret değildir; mazeret, hakikate perde olur; tekrar edelim: sevda, mazeret kabul etmez; çünkü o, bahane ile değil, bahşedilenle yaşar.

Melek Hanımefendi "söz eder" derken, uzun uzun anlatmayı kastetmez; söz, usul ister; usul, önce dinlemektir; dinlemeyen, sözü israf eder; israf, hakikati angaryaya koşar; angarya, ruhu yorar; yorgun ruh, kolay olanı seçer: ya suskunluğa sığınır ya gevezeliğe; biri donukluk, diğeri dağınıklık; ikisi de aynı yerden gelir: ölçüsüzlük; oysa ölçü, şefkattir; şefkat, sözü yerinde söyler; yerinde söylenen söz, çok değil; derindir; derin olan, az konuşur; az konuşan, çok taşır.

Sessizliğin hakkı vardır; sessizlik, sözün düşmanı değildir; sözün aslıdır; sessizlik bozulmadan söz doğmaz; doğan söz de büyüyemez; büyüyemeyen söz, kulaktan içeri giremez; içeri giremeyen söz ise davranışa dönüşemez; davranışa dönüşmeyen söz, süstür; süs, yorar; yorulan sevgi, kaderi suçlar; kader, suçlanınca insan kendi eksikliğini göremez; göremeyince düzelemez; düzelemeyince sevdiğini kırar; kırdığını onarmak ise daha zor olur; anlaşılması gereken budur.

Ateş tek başına kalırsa yakar; su tek başına kalırsa söndürür; ikisi nikâhlanırsa hamur olur; hamur, ekmeğe yürür; ekmek, paylaşmaya davet eder; aşk, ateşle suyu barıştıran bir düzen ister; düzen, yasaktır değil; ölçüdür; ölçüyü "kural" diye okuyan daralır; ölçüyü "ahenk" diye okuyan genişler; ahenk, bir melodinin iç ritmidir; ritim kaçınca melodinin güzelliği kaybolur; güzellik kaybolunca, geriye gürültü kalır; gürültü, hakikatin sesini bastırır; bastırılan ses, içte huzursuzluğa dönüşür; huzursuzluk, sevgiye yorgunluk yapar; yorgunluk, "bitti" dedirtir; hayır; biten sevgi değil, ölçüsüzlüktür.

Gül, koklanır; koparılmaz; koparıldığında kısa bir süre daha kokar ama gül olmaktan çıkar; sevgi de böyledir; kokla; eğil; başını koy; sus; şükret; yürürken gösterme, taşırken dökme, severken sahiplenme; sahiplenmek, en mahrem aldatmacadır; "ben seviyorum" cümlesinin içine gizlenen "benim ol" arzusudur; o arzu doymaz; doyurmak mümkün değildir; doyurulmaya çalışıldıkça sevgi ziyan olur; anlaşılması gereken budur.

Ahmet Turan Esin