Melek Hiç
Bir kızıl goncadır dudak; kapalı bir sır gibi, henüz söylemediği sözü içerde tutan, içerden gelen nefesi dışarıya emanetle taşıyan, taşıdığıyla yanına yaklaşanı hem koruyan hem de sınayan; çünkü kırmızı, hem uyarıdır hem davet, hem "gelme"nin işareti hem "gel"in çağrısıdır; bu yüzden goncaya bakan, aslında kendi içindeki ölçüsüz arzuyu, telaşlı merakını ve bir türlü olgunlaşamayan bekleyişini görür; evet, anlaşılması gereken budur: gonca, yalnızca biçim değildir, idrak için bir terbiye halkasıdır.
Dudak, iki çizgi; aralarında bir uçurum değil, rahmet aralığı; oradan bir harf sızdığında varlık yeni bir düzen alır, sızmadığında ise suskunluğun ılık ısrarı kalbi eğitir; burada dikkat etmek gerekir: "kızıl", dışarıdan bakana ait bir renkten fazlasıdır, içeriden gelen sıcaklığın, yani canlı oluşun işareti; kızıl gonca, tutuşmaz; kuşatır; yakmaz; olgunlaştırır; çünkü onda "ateş" ile "su" anlaşma yapmıştır; evet, bu cümle ağır, fakat doğrudur; bir kelimenin nefesiyle içe dolan serinlik, yüzeydeki harı sükûnete dönüştürür.
Söz, dudaktan doğar sanırız; hayır; söz içte, daha derinde, isimsiz bir kıpırtı olarak uyanır; dudak yalnızca eşiğe isim verir; o eşiğin ötesinde kim duruyorsa söz ona varır; nitekim goncayı "dudak" diye okuyan ile "sözün beşiği" diye okuyan aynı kişide birleşmez; biri görüntüde kalır, diğeri manayı taşır; anlaşılması gereken budur.
Kızıl gonca-evet, bu ısrarlı sembol-Melek Hanımefendi’nin Hz. Peygamber’e yazdığı hitabette yalnızca bir methiye değil, terbiyedir; "dudağın" derken övdüğü, güzel bir suretten öte, sözün ahlakıdır; çünkü dudak hakkı olmayanı dışarı sızdırmaz; kalpte tartılmayanı dillendirmez; yarım olanı tamam gibi göstermez; "kızıl" da işte burada mahremiyetin mührüdür: "buraya, usul ile." tekrar edelim: gülün goncalığı, acelecinin sabrını sınar; sabır, sevgiyi korkuya çevirmeden bekleyişe dönüştürür; bekleyiş, aşağılanma değil, hazırlanmadır.
"Kurulur kalplere sevda otağın." Otağ, dışarıda bir çadır değil; içeride bir toplanma; dağınık seslerin bir merkeze toplanması; çağırılmamış misafirlerin kenara çekilmesi; içerinin, iç oluşuna ikna edilmesi; insan göğsünde iki meydan vardır: biri esip savurur, diğeri toplar ve taşır; sevda, esip savurana terk edilirse heves olur; toplayana bırakırsak, nefes olur; evet, nefes; çünkü sevda önce ritimdir; iç ritim; ritim bozulursa ses çirkinleşir; çirkinleşen ses, söylenenin içine sızı yapar; o yüzden sevdanın otağına ilkin sükûnet kurulur; sükûnet, hareketsizlik değildir; ölçüdür.
Kalbe kurulan otağın direği güven, urganı edep, örtüsü mahremiyettir; direk eğilirse otağ söner; urgan gevşerse rüzgâr içeri ne varsa götürür; örtü kalkarsa gösteri başlar; gösteri başlarsa hakikat kaçar; anlaşılması gereken budur: sevdanın otağında "görünsün" değil, "olunsun" istenir; çünkü sevgi, şahit aramaz; şahit istiyorsa gösteriyi sever; gösteri sevildikçe hakikatin sesi kısılır; insanda en sinsi yorgunluk, hep görünme isteminden doğar; sevda, görünmekten değil, taşımaktan güç alır.
Melek Hanımefendi’nin cümlesi, bir hanım kalbinin zarafetiyle erkeklerin pervasız dilini ilga ediyor: "kalplere kurulur." Zorla alınmaz; fetihle değil, davetle gelir; davet ise yalnızca temizlenmiş yerlere iner; insanın içi, hoyrat alışkanlıkların yüküyle doluyken oraya kurulan sevda, gecikmeden pazar yerine döner; pazar yeri gürültüsü, aşkın sesini boğar; boğulan ses, manayı taşıyamaz; manayı taşıyamayan sevgi, yüzünde parıltı bırakan ama içte iz bırakmayan bir oyuna dönüşür; evet, dikkat etmek gerekir: otağın kurulması bir merasime muhtaçtır; merasim, gösteri değildir; hazırlıktır; temizliktir; sözün önündeki fazlalıkların çekilip alınmasıdır.
"Kim bilir hangi gönüldür durağın." İşte burası acıtır; çünkü insan, aslında sevdiğinin kimde durduğunu değil, kendisinde durup durmadığını merak eder; dürüst olunursa mesele şudur: "bende durur mu?" Durmak, yalnızca kalmaya niyet etmek değildir; kalındığında içeriyi dağıtmamak, içerinin düzenine riayet etmek, içeridekini kendine benzetmeye kalkışmamaktır; bencilliğin en kurnaz sureti, karşısındakini "iyileştirme" bahanesiyle dönüştürme iştahıdır; iyi niyetle gizlenen bu iştah, aşkın boynuna yular olur; yular olan sevgi, yürürken sürükler; sürüklenen sevgi, incitir; incinen sevgi ise kendini "haklı" sayarak merhameti terk eder; tekrar edelim: aşk, merhametsiz akıllanmaz.
"Durağın" meçhul bırakılması, kıskançlığın ateşine su döker; çünkü meçhul olan, kıyaslanamaz; kıyas, insanın ruhunu küstürür; "neden ben değil?" sorusunun içinde saklanan kibri fark etmek, ağır bir çabadır; ama şarttır; zira "bende durdu" sevinciyle şımarmak başka, "bende emanet duruyor" şükrüyle eğilmek başkadır; emanetle şımaran, emaneti kaybeder; emanetle eğilen, emaneti taşır; anlaşılması gereken budur.
Burada peygambere adanan bakış, bir methiyeden fazlasını hedefler: "durağın" sorusu, bizi seçilmiş olma vehminden, seçilmiş olmanın yüküne taşır; seçildiğine inanan kişi, övünmek yerine titremeyi öğrenir; çünkü yük, görünmeyen bir disiplin kurar; o disiplin, sözü israf etmeyi yasaklar; bakışı, izinsiz dolaştırmaz; yüzü, yüz olmaya davet eder; yüz, yüz olunca dil usul öğrenir; dil usul öğrenince gönül sabırla genişler; genişleyen gönül, kendine gelmez; kendinde kendini bırakır.
"Kimi ateş gibi yaktın beni der." Ateş, yalnızca yakmak için değildir; ayrıştırmak içindir; sahiciyi sahte olandan, temiz olanı bulanıktan, niyeti gösteriden; ateş değmemiş bir sevgi, yüzeyde kalır; yüzeyde kalan, ilk rüzgârda donar; oysa ateşin terbiyesi, donmaya çare, dağılığa cedel; burada dikkat etmek gerekir: yakmak, zulüm değildir; ölçüsüzlük zulümdür; ölçüsüzlük, aşkı bahane ederek kırıp dökmek, sonra bunu "derinlik" diye pazarlamaktır; derinlik, kırılanı onarma iradesinde başlar; onarmak istemeyen, derinliği yalnızca bir süs olarak taşır.
Yanmak, onurlu bir fiildir; ama kim için, ne uğruna; işte mesele; yanmanın ahlakı olmazsa geriye sadece kül kalır; kül, rüzgârın oyuncağı; yanmanın ahlakı, ateşi kendi üstünde tutmaktır; başkasını yakmayı "sembol" sayan hevesin ardına saklanan kibri söndürmektir; ateş evi ısıtır, ev sahibini de uyarır; "dikkat"; evin içinde yanarken dışarıya işkence etmez; burada anlaşılması gereken budur: "yaktın" diyen, bir suçlama değil, bir ikrar söyler; "ben bu ateşle ayrıştım; kabuklarım düştü; kalbim çıplaklaştı; evet, sancılı; ama bereketli."
Ateş, insanın kendi hikâyesini yalanlardan ayırır; mazur görün, kelime ağır; ama başka türlü olmuyor; insan kendine kurduğu bahaneleri ateşe tutmadan sevdiğini iddia etmesin; çünkü bahaneler, en tatlı maskedir; maske yırtılmadıkça yüz, yüz olmaz; yüz olmadan bakış, şahitlik kılmaz; "ateş gibi yaktın" cümlesi, işte bu maskelerin usul usul çözülmesine razı olmanın cümlesidir; razı olmak, pes etmek değildir; yükümlülüktür.
"Kimi billur bakışından söz eder." Billur, şeffaflık demektir; ama şeffaflık, teşhir değildir; içiyle dışının kavga etmediği bir dinginliktir; bakış, görünenden önce görendir; gördüğünü sandığıyla sarhoş olmadan önce, gören oluşunun mesuliyetini fark edendir; bir bakışın ekmeği vardır: hakikate saygı; saygı, bakışı doyurur; doymayan bakış, her şeyi yemek ister; yedikçe yoksullaşır; yoksullaşan bakış, en sonunda en kıymetliyi bile çiğner; o yüzden billur bakış, tüketmez; saklar; sakladığını parlatmaz; sakladığını taşıyarak olgunlaştırır.
Bakışın edebi, bakılanı mülke çevirmemektedir; mülk edinilen her şey, hızla değersizleşir; insan, eline geçirdiğini hızla sıradanlaştırır; sıradanlaştırdığını da çabucak terk eder; terk ettiği şeyi ise kötüleyerek unutur; bu kısır döngü, bakışın açlığından doğar; Melek Hanımefendi’nin "billur" demesi, işte bu açlığa bir zapt getirir; "parla ama yakma, göster ama yağmalama, sev ama sahiplenme; taşı; taşıyabildiğin kadar." tekrar edelim: taşıyamayan sevmiyor, sadece istiyor.
Billur bakış, peygamberî bakıştır; öyle buyurgan bir söz değil bu; nezaketle söylenmiş bir gerçektir; çünkü o bakış, gördüğünü kendine yazmaz; gördüğünü yerine koyar; yerine koyduğu şey büyür; büyüyen şükür olur; şükür, barışı içerde kurar; içte kurulan barış, dışarıya taşınca ses kesilir; kesilen ses, boşluk değildir; doluluk; evet, kelime ağır ve zor, ama doğrusu bu; doluluk, bağırmaz; bağırmadan da anlaşılır.
"Her gören göğsüme taksam seni der." İnsan içgüdüsüyle süs ister; süs, değerli olanın izidir; göğse takılan, kalbe yakın dursun istenen şeydir; fakat burada bir tehlike var: süs, gösteriye dönerse emanet zayi olur; emanet zayi olursa kalp, süsün ağırlığını taşıyamaz; taşıyamadığı ağırlığı hafifletmek için anlamı küçültür; anlam küçülünce sevgi, anlık zevke dönüşür; zevk biter; sevdadan geriye bir yorgunluk kalır; anlaşılması gereken budur: kalpte taşınacak olan "süs" değil, nişandır; nişan, hatırlatır; hatırlatan ise kişinin kendisine verdiği sözdür.
Göğse takmak, görünmek için değil, hatırlamak içindir; "ben neye söz verdim?" söz verilen unutulursa, nişan taş gibi soğur; insan taşı ısıtmak için çırpınır; çırpındıkça taş daha da ağırlaşır; ağırlaşan taşla yürümek, yürümekten bezdirir; bezginlik, nankörlüğe kapı açar; nankörlük, daha ağırını getirir: küskünlük; küskünlük, sevgiyi dilsiz bırakır; o yüzden nişanın ahlakı vardır: az konuşmak, çok taşımak, gösteriyi azaltmak, taşıyışı çoğaltmak.
Burada Hz. Peygamber’e adanan nişan, bir göğüs gereci gibi takılıp çıkarılacak bir aksesuar değildir; "her an"a vurulan mühürdür; mühür, kapatmaz; korur; koruduğunu da haps etmez; emaneti bekler; beklemek sabırdır; sabır, yanlışa kılıf değil, doğruya hazırlıktır; doğru, bizde başlayıp bizde bitmez; doğru, bizden geçer; bizden geçerken bizi düzeltir; düzelttiğini övmez; yürütür.
Dönelim "durağın" meselesine; kıskançlık, sevgiyi yiyip bitiren sinsi bir kurt; sevdiğini sahiplenmek, onu kendine benzetmek, kendi ritmine çekmek, kendi alışkanlıklarına uydurmak; bunlar, sevginin beşiğinde uyuyan kibirdir; kibir, sevgiye elbise dikemez; çünkü sevgi elbise istemez; çıplaklık ister; bu cümle ürkütmesin; çıplaklık, teşhir değil, yapmacığın düşüşüdür; insan kendini süslerden arındırmadıkça hizmete giremez; hizmete girmeyen sevgi, hükmetmeye heves eder; hükmettikçe küçülür; küçüldükçe bağırır; bağırdıkça sağırlaşır; sağırlaşan sevgi, kendini bile duyamaz.
İhtiyar-karar demektir; yaş değil; karar, ağırlık alır; ağırlık alan kişi, hükmetmekten vazgeçer; hizmete tutunur; hizmet, öne çıkmak değil, yer açmaktır; yer açan kişi, sevdiğini kalbine değil, kalbinin içindeki sükûna emanet eder; sükûn, yer açar; yer açıldıkça sevgi büyür; büyüdükçe alçakgönüllülük öğrenir; alçakgönüllülük olmadan büyüklük bir hastalıktır; hastalık, mazeret değildir; mazeret, hakikate perde olur; tekrar edelim: sevda, mazeret kabul etmez; çünkü o, bahane ile değil, bahşedilenle yaşar.
Melek Hanımefendi "söz eder" derken, uzun uzun anlatmayı kastetmez; söz, usul ister; usul, önce dinlemektir; dinlemeyen, sözü israf eder; israf, hakikati angaryaya koşar; angarya, ruhu yorar; yorgun ruh, kolay olanı seçer: ya suskunluğa sığınır ya gevezeliğe; biri donukluk, diğeri dağınıklık; ikisi de aynı yerden gelir: ölçüsüzlük; oysa ölçü, şefkattir; şefkat, sözü yerinde söyler; yerinde söylenen söz, çok değil; derindir; derin olan, az konuşur; az konuşan, çok taşır.
Sessizliğin hakkı vardır; sessizlik, sözün düşmanı değildir; sözün aslıdır; sessizlik bozulmadan söz doğmaz; doğan söz de büyüyemez; büyüyemeyen söz, kulaktan içeri giremez; içeri giremeyen söz ise davranışa dönüşemez; davranışa dönüşmeyen söz, süstür; süs, yorar; yorulan sevgi, kaderi suçlar; kader, suçlanınca insan kendi eksikliğini göremez; göremeyince düzelemez; düzelemeyince sevdiğini kırar; kırdığını onarmak ise daha zor olur; anlaşılması gereken budur.
Ateş tek başına kalırsa yakar; su tek başına kalırsa söndürür; ikisi nikâhlanırsa hamur olur; hamur, ekmeğe yürür; ekmek, paylaşmaya davet eder; aşk, ateşle suyu barıştıran bir düzen ister; düzen, yasaktır değil; ölçüdür; ölçüyü "kural" diye okuyan daralır; ölçüyü "ahenk" diye okuyan genişler; ahenk, bir melodinin iç ritmidir; ritim kaçınca melodinin güzelliği kaybolur; güzellik kaybolunca, geriye gürültü kalır; gürültü, hakikatin sesini bastırır; bastırılan ses, içte huzursuzluğa dönüşür; huzursuzluk, sevgiye yorgunluk yapar; yorgunluk, "bitti" dedirtir; hayır; biten sevgi değil, ölçüsüzlüktür.
Gül, koklanır; koparılmaz; koparıldığında kısa bir süre daha kokar ama gül olmaktan çıkar; sevgi de böyledir; kokla; eğil; başını koy; sus; şükret; yürürken gösterme, taşırken dökme, severken sahiplenme; sahiplenmek, en mahrem aldatmacadır; "ben seviyorum" cümlesinin içine gizlenen "benim ol" arzusudur; o arzu doymaz; doyurmak mümkün değildir; doyurulmaya çalışıldıkça sevgi ziyan olur; anlaşılması gereken budur.