Kendini kınayan nefs, insanın kendi üzerine yürüyüşünde ilk gerçek ve ileri derece sarsıntıdır; sahnede görünen benin, kendini “haklı çıkarmaya” ayarlı alışkanlıklarını bir durduran ve “ben şimdi ne yaptım?” sorusunu zorla içeri sokan iç tanıktır. Tökezleyişte, pişmanlıkta ve yüzleşmede kendini gösteren, fakat aslı itibarıyla bir yüzleşme imkânı olan bu halin ismi, sahnenin üstünde kalarak konuşan bir ses değildir yalnızca, zeminden sahneye açılan bir menfezdir: kişi, sahnede yaptığı şeyin arkasındaki menşe ile temasa davet edilir burada.
Sahnede olup biten her şey, zeminin bilfiil bilinmediği hâllerde bir “artış–eksiliş” oyunu gibi görünür; kınayan nefsin müdahalesi bu oyunu keser, çünkü kendini temize çıkarma güdüsünü askıya alıp “söz”ün ardındaki aslı çağırır; bu çağrı, bir bilgi yığılması değil, bir intikal ihtarı olur. Sahneden sahneye değil, sahneden asla doğru; dikkat etmek gerekir, kınama sesi sahnede duyulur ama kökü orada değildir, sahnenin üstünde kavga eden yanımızın değil, sahneyi kuran menşein bizdeki izinin yankısıdır. Çünkü kınayan nefs, kişinin içindeki “müfettiş” değil, iç tanığın ilk uyanığıdır; suçu başkasında arayan alışkanlığı, suçu kendinde aramaya çeviren kırılma anıdır; kendi payını teşhis eden, özeleştiriyi cezaya değil, idrake bağlayan, pişmanlığı bir imkâna dönüştüren bilinç biçimi. Burada amaç, kendini yargılamak değil, kendini hakikate bağlayacak kapıyı bulmaktır; sahnede yapılan kusur, zeminde idrak edilmedikçe kusur olmaya devam eder; idrak edilince de işaret olur.
Bu halin dili “muhasebe”dir; muhasebe ise tablete yazılan bir bilanço değil sahnede görülenle zeminde olan arasındaki uyuşmazlığı fark etme cesaretidir. Kişinin kendi hikâyesini cemaatin kapalı devre onay mekanizmalarına göre düzeltmesi değil, yolcunun, yol gösterenle birlikte açık devre bir dönüşümün içine girmesidir.
Kınayan nefsin ilk tezahürü pişmanlık olur. Pişmanlık, kendini inkâr etmek değil, kendini haklı çıkarma zorunluluğundan vazgeçebilmektir. Kişi, yanlış yaptığı şeyin “niçinini” başkalarının yargısına göre değil iç tanıklığıyla görür; bu ışık, çoğu zaman rahatsız edicidir; fakat rahatsızlık, duvarı çatlatan çizgidir; duvar çatlayınca sahnede kurulan temsillerin arası açılır ve sahneye sızan hava menşeden gelir; dikkat etmek gerekir, kınama, menşeyi hatırlattığı ölçüde ıslah edicidir, aksi hâlde yalnızca suçlayıcı bir benliğin başka bir kostümüdür. Neden? Çünkü İçtendeki karanlık kıpırdayınca insan çoğu kez başka isimler altına saklanmak ister; kimliklerini sıkılaştırır, haklılık argümanlarını çoğaltır, hatta “iyi niyet”i zırh yapar; oysa bu savunma, sahnede yeni dekorlar kurmaktan ibarettir; kınayan nefsin çağrısıysa dekoru değil, taşıyıcı kolonları görmeye davettir; bu nedenle bu çağrı, bilgi çoğaltmaz; bilginin ardına saklanan zihin gürültüsünü susturur. Sessizlik başladığında da görüntü düşer, görüntü düştüğünde çıplak olan kalır.
Kınayan nefs, rastgele bir “iç eleştirmen” değildir; içimizdeki cezalandırıcının diliyle konuşmaz; o dil, çoğu kez benliği parlatır: “ben ne kadar hassasım” diyerek kendini yüceltir; kınayan nefs ise hassasiyetin değil, hakikat yöneliminin dilidir. Bu yüzden sesi kısa ve keskindir; kişiyi utanca, rezaile değil, yüzleşmeye ve dönüşe çağırır. O yüzden kendini kınamak değil, nefsin kınayıcı hâline kulak verip onu menşeye bağlamak gerekir.
Sahnede “ben” bir merkez kurar bu merkez kendini korumak için her eleştiriyi tehlike sayar, her yeni bilgiyi sarsıntı sayar; kınayan nefsin dokunuşu bu merkezi görünür kılar; görünür olunca katılığı çözülür; çözülme başladığında zihin, açıklama üretir; açıklama, teması geciktirir; dikkat etmek gerekir, açıklama değil temas; yorum değil maruz kalış; kınamanın değdiği yerde anlam çoğalmamalı, sessizlik derinleşmelidir. Çünkü sözün düştüğü yer, muhasebenin başladığı yerdir; kişi kendini haklı çıkaracak hikâyeler kurmadığında, kınayan nefse boş alan açar; o boşluk korkutucudur; fakat tam da bu boşlukta “yeniden süslenmemiş niyet” görünür; niyet, kınamanın hedefidir; hareket değil, hareketi kuran kasıt; sahnede görünen değil, sahneyi kuran payanda. Kınayan nefs, niyeti temizlerken hareketi kendiliğinden ıslah eder.
Kınayan nefsin mertebesi, nefsin en alt isteklerinin boyunduruğundan kurtulmanın değil de, o isteklerle çıplak temas ederek onları menşeye bağlamanın eşiğidir. Kişi o isteklerle kavga etmez, onları yüceltmez de; onları saklamadan taşır; taşırken sessizlik gerekir; sessizlik, zihnin işlemediği yerin adıdır; burada karar değil, duruş vardır; duruşta açılan açıklık, suçsuz bir pişmanlığın mekânıdır. Bu eşikte “cemaat” onayı değil, “yol” gerekir; çünkü cemaat, kapalı devre bir onay halkasıdır; yol ise açık devre bir dönüşüm. Kınayan nefsin sesi, kapalı devrelerin alkışında körelir; bireysel idrak, açık devrenin sorumluluğudur; kişi, sahnenin alkışından çekilip menşeye yönelmedikçe kınama sesi ya susar ya da suçlayıcı bir benliğe tahvil olur; dikkat etmek gerekir: yol, parçayı bütüne yamamak değil, bütünü ferde “tek” surette içirmenin adıdır. Kınayan nefs, pişmanlıkla başlar; pişmanlık, tevazu ile derinleşir; tevazu, bir başkasının gözünde küçülmek değil, menşenin önünde kendini olduğu kadar görmek; kendini olduğundan büyük göstermemek, olduğundan küçük de göstermemek; “ben”in merkezini gevşetmek; bu gevşeme, iç tanığın görüş alanını genişletir; genişledikçe kınama, suçlayıcı bir iç ses olmaktan çıkıp rehber bir işarete dönüşür.
Kınayan nefsin çağrısına uyulduğunda, kişi “ben buyum” cümlesini fabrika ayarına döndürür; büyük iddialar sönüp sahnenin ışıkları kısılınca aradaki mesafeler görünür olur ve menfaat, korku, beğenilme arzusu, gizli rekabet, gizli haz… bunların her biri, kınamanın ışığında görünür olur; bu görünürlük, insanı utanca değil, kabule çağırır; kabul, teslim değildir; kabul, tedavi edici bir aynadır; zaten bir yerde aynaya bakmadan hakikatle temas olmaz.
Kınayan nefs, “hakikat karşısında sus” demektir. Susmak, kaçmak değildir. Susmak, düşüncenin kendini sürdürmek için ürettiği anlatılara ara verip, teması geciktiren bütün kapıları içeriden aralamaktır; bu susmada ne bir biçim ne bir yöntem dayatılır; yalnızca açıklık kalır; açıklık, kınamanın asıl hediyesidir; açıklıkta hükmeden benlik, yerini taşıyan varlığa bırakır. Ama sahnede “kınama”yı yalnızca bir duygulanım olarak yaşayan, onu menşeye bağlayamadığında, pişmanlığı tüketen bir hazza dönüştürür; ağlamak, anlatmak, kendini yerden yere vurmak; bütün bunlar sahnede kalırsa, sahne alkışıyla avunan bir vicdan üretir; oysa kınayan nefs, alkış istemez; menşe ister; menşe ile bağ kurduğunda; kişiler, olaylar, ayrıntılar önemini yitirir. Niyetin menşeye çevrili oluşu tek kritere dönüşür.
Kınayan nefs halindeki insan, başkasının kusurunu daha az görür; çünkü kendi payını görmeye alışır; alıştıkça dışarıdaki kusurları teşhis ederken içerideki payı gözden kaçırmaz; böylece hüküm vermekten sakınır; zira hüküm, sahnenin iktidarıdır; kınama, menşenin işaretidir; tekrar edelim: hüküm dille, kınama gözle; dilden göze geçen her şey, hikmete yaklaşır. Kınayan nefsin işareti, “dünya”yı yıkmak değil, “benlik”teki düzenekleri gevşetmektir; düzenekler gevşeyince kendini temize çıkarma ihtiyacı söner; söndükçe insan, içinde sakladığı karanlıkla dürüstçe temas edebilir; o karanlık başkasına fırlatılacak bir itham değil, içeride çalışılması gereken ham madde gibidir; bu hammaddeyle kavga etmeden, onu kutsamadan, onu menşeye doğru taşımak gerekir; dikkat etmek gerekir. Kınayan nefsin sahihliğini ayırt etmek için şu belirtinin üstünde duralım:
Hakiki kınama, anlam çoğaltmaz, sohbet uzatmaz, suç dosyası kabartmaz; tam tersine, kısa ve derin bir sessizlik bırakır; o sessizlikte, yeni hikâyeler kurulmaz; yalnızca ağırlığı olan bir yöneliş kalır; yönelişin ağırlığı, kınamanın doğruluğudur. Bu hâlin mertebe olarak yeri, yalnızca alttaki itkilerden bir anlığına sıyrılıp yukarı bakmak değildir; bakışı menşeye çevirmek ve bakışın sürekliliği için sahnenin ışıklarını kısmaktır; insan, kınama gelince ışıkları kısmayı öğrenir; fazla ışık gururu büyütür, az ışık yüzleşmeyi iptal eder; kınayan nefs, ışığı ayarlayan bir el gibidir; ne çok, ne az; kararınca. Kınayan nefsin çağrısına kulak veremeyen benliğin tipik tepkisi “konu değiştirmek”tir; konu değiştikçe merkez korunur; merkez korununca sahne yenilenir; yenilenmiş bir sahnede aynı oyun sürer; oysa kınamanın önerisi tek cümledir: “konuyu kapat ve kal”; kalmak, düşünmemek değildir; kalmak, düşüncenin sürdürme arzusu karşısında, varlığın çıplak akışına yer açmaktır.
Kınayan nefs, bir mertebenin adı olduğu kadar bir ahlâkın işaretidir de. Öz savunmayı asgariye indirmek, bahane repertuarını dağıtmak, haklılık alışkanlığını gevşetmek, başkasının gölgesinde büyüyen üstünlük duygusunu söndürmek; insan böylece incelir. inceldikçe de kırılganlaşmaz aksine daha çok taşıyıcı hale gelir; taşıyıcılık da menşeden gelen yükü rahatça omuzlayabilmektir.
Bütün bunların “nasıl”ı, hazır reçeteler değildir; hazır reçete cemaat mantığıdır; yol ise kişiye göredir; sahnede görünen aynı hatayı iki kişi aynı şekilde işlemez; bu yüzden iki kişinin kınaması da aynı kelimelerle yaşanmaz. Ama menşe tektir; tek olan, her ferde “tek” surette gelir; anlaşılması gereken budur.
Kınayan nefs, sonuç değil eşiktir; bir kapı. O kapıdan girince “daha üstteki sükûn” işaret verir; sükûn, edilginlik değildir; sahnenin gürültüsüne karşı menşenin sessiz kudretidir; bu sükûnda insan, artık kınamanın sesini bile kısmayı öğrenir; çünkü başlangıçta ses lazımdı; menşeye yaklaştıkça sessizlik yeter; dikkat etmek gerekir: ses işaretti, maksat değil. Kınayan nefsin dayanağı “yeminle işaret edilen” derin bir hakikattir: kişinin kendini kınayabilmesi, hesap gününde duyacağı pişmanlığın dünyadaki şimdiki izdüşümüne açılan bir lütuf penceresi; yani sonradan kaçınılmaz olacak yüzleşmenin erkene alınmış hâli; bu yüzleşme dünyada iken kabullenilirse, kınama rahmete döner; rahmet, kişiyi menşeye taşır; kısaca: pişmanlık burada nimet olur.
Kınayan nefs ile yaşayan insanın dili değişir; az konuşur, öz taşır; “ben haklıydım” yerine “benim payım şudur” demeyi öğrenir; “bana bunu yaptılar” yerine “bende bu zemin buna müsaitti” diyebilir; “onlar yüzünden” yerine “benim niyetim bozuldu” diyebilir; bu dil, kendini küçültmez; kendini menşeye açık hale getirir; menşeye açıklık, kınamanın meyvesidir.
Ve her şeyin sonunda kınayan nefs nihayetinde bir isim değil bir yönelimdir. Bilinir ki isimlerin toplandığı raflarda çürütülür; yönelimin beslendiği sükûtta ise kök salınır. Yani kastın, çıkışın. Bu yüzden kıymeti, tariflerin zarafetiyle değil, kişinin sahnesinde taşıdığı dönüşümle ölçülür. Ama dönüşüm görünür bir şova dönüşürse, sahne menşeyi örter; sahne menşeyi örttüğünde de kınama sesi çekilir; çekildiğinde insan yeniden gürültüye sığınır.
Bu risalenin bu kısmında, yalnızca kapıyı gösterdik; kapının ardı, kınamanın duyulduğu her yeni sahnede tekrar tekrar açılır; her açılışta kişi, “aynı hatayı” görse bile, artık “aynı kişi” değildir; çünkü kınama, kişiyi aynı bende bırakmaz; değişen, olayların listesi değil, menşeye bağlanan niyettir; niyet menşeye bağlandıkça, aynı hatanın dahi manası değişir; anlaşılması gereken budur.
Son söz yerine değil, yola eşlik için: kınayan nefs, insanın kendine zulmünü teşhir etmek için değil, kendine merhametini öğrenmesi için vardır; merhamet, menşenin dilidir; bu dil, sahnede bağırmaz; sahnede bağıran benliğe “sus” der; susmak, “yutkunmak” değildir; susmak, yer açmaktır; o boşlukta rahmet eser; rahmet eserken kınama sönmez, incelir; ince kınama, sükûnun eşiğidir. Ve kınayan nefs, insanı suçlu kılmak için değil, şahid kılmak için vardır. Aslında suçlu, sahnenin dilindedir, şahid ise menşenin dilinde. Şahid oldukça insanın dili kısalır, gözleri açılır; gözleri açıldıkça sesler diner; sesler dindikçe menşe görünür; görünür olan, sahiplenilmez; yalnızca taşınır; taşımaksa ancak sükûnda mümkündür.
Dikkat etmek gerekir: kınayan nefsin çağrısını duyan, onu suçlayan bir iç polis olarak değil, menşeden gelen bir ikaz olarak tutsun; ikazı tutan kişi, yolu tutmuş olur; yolu tutan, kapıyı bulur; kapıyı bulan, sükûna varır; sükûn geldiğinde, kınama susmaz daha derinden fısıldar; bu fısıltı, artık benliğin değil, hakikatin sesidir; bu ses, rehberliğin değil, varlığın sesidir; ve bu ses, sahnenin ışıklarını kısar; ışıklar kısılınca asıl görünen, asıldır.