Melâmet Hırkası

Ben melamet hırkasını
Kendim giydim eynime
Ar u namus şişesini
Taşa çaldım kime ne

Sofular haram demişler
Bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim
Günah benim kime ne

Sofular secde ederler
Mescidin mihrabına
Yâr eşiği secdegâhım
Yüz sürerim kime ne

Gâh çıkarım gökyüzüne
Seyrederim âlemi
Gâh inerim yeryüzüne
Seyreyler âlem beni

Gâh giderim medreseye
Ders okurum hak için
Gâh inerim meyhaneye
Dem çekerim aşk için

Nesimi'ye sorsalar ki
Yârin ile hoş musun?
Hoş olayım olmayayım
O yâr benim kime ne

ben melâmet hırkasını kendim giydim, der; bu cümlede "kendim" sözü, dışarıdan tevdi edilen bir paye değil, içeride yürütülen bir icraat olduğunu gösterir; hırka, bir kumaş değil, taşıyanın gözünün kendi üzerine dönmesiyle dokunan bir ikinci ten, hatta teni söküp alan bir iç kapıdır; kökünde "yırtık, dikiş, dâhilî iz" çağrışımı bulunan bu ad, örtmek için değil, insanın kendinde gizlediği parıltıyı kör etmek için durur; çünkü melâmet, övünç ışığını söndürerek insanı kendi karanlık muayenesine bırakan bir mekteptir; dıştan giydirilen her nişân, hâlâ kalabalığın diline bağlıdır; içeriden giyilen hırka ise, kalabalığın dilini susturup kişinin kendi dil sürçmesine kulak kesilir.

melâmet hırkası, "iyi görünmek" ile "görünmemek" arasındaki bir tercih değildir; melâmet, görünürlük ekonomisinden bütünüyle çekilme iradesidir; övgü kadar yergiyi de reddeder; çünkü her ikisi de "ben" denen merkezin azığını çoğaltır; hırka, övgüye siper değildir, benliğin azığını kesen iç bıçaktır.

hırkayı üstüne alan, aslında onu içeriden giyer; bu nedenle hırka bir unvan değil, içte işleyen bir fiildir; adı var ama adın kendisi değildir; ad, sadece eşiğe yazılan bir işarettir; eşikten geçenin omuzlarına çöken ise, kendini saklamanın değil, kendinden saklanamamanın ağırlığıdır; bu ağırlık taşınmadıkça, melâmet bir edebî süs, bir cemiyet rolü, bir fotoğraf pozu olmaktan ileri gitmez; siz, hırkayı omuzda değil, nefeste arayın.

ar’u namus şişesini taşa çaldım, kime ne; burada kırılan, değer değil, değeri şişeye çevirmiş kabuktur; şişe, başkalarının bakışıyla katılaşmış ve insanın iç ateşini muhafaza ettiğini sanan camdan bir hapishanedir; melâmet, camı kırıp ateşi dışarı saçmak değildir; ateşi, camın soğuk güvenliğinden kurtarmaktır; çünkü cam, ateşi unutkan yapar; şişe sağlam kaldıkça, içteki ısıyı kendine mal eden bir "ben" üretilir; taş, şişeyi hatırlatır: katı ve dilsiz bir hakikat; cam, taşla buluşunca dil kırılır, fakat ürettiği sessizlik, şişenin saydam yalanından daha sahih bir susuştur.

ar ve namus dediğiniz, içten doğan bir asaleti göstermez çoğu kez; toplumun gözünden geçirilip damgalanan bir tedâvül adıdır; şişeyi taşa çalmak, ahlâkı inkâr değil, ahlâkı teşhir eden vitrin düzenini bozmaktır; vitrin sönerse, insan nesne olmaktan kurtulur; melâmet, insanı yeniden özne kılan bir kırılmadır.

şişeyi kıran, sefil bir pervasızlık değildir; bilakis, görünüşten medet uman benliğin kabuğunu çatlatan bir vakar hareketidir; elini taşın üstüne koymadan şişe kırılmaz; taş yoksa, camın saydamlığı aldatır; bu yüzden melâmet ehli, taşın ağırlığını küçümsemez; ağırlık, kabuğu parçalayan ilâhî paydır.

gah çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi; gah inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni; bu çift hareket, iniş-çıkışlı bir ruh hâlinin kroniği değildir; burada söz konusu olan, insanın içindeki dikey çekimin -yukarıya bağlanma itkisi- ile yatay çekimin -insan bakışına yakalanma mecburiyeti- arasında salınan bir sarkaçtır; yukarı, "görmek"tir; aşağı, "görülmek"; melâmet, görülmeyi görenin içine gömmek, bakışı, bakılanın hükmünden kurtarmaktır.

yukarı bakış, kendini büyütmek için göğe çıkmak değildir; orada "büyüklük" diye bir ölçek yoktur; aşağı iniş ise, halkın gözünü kandırmak için yere eğilmek değildir; orada da "küçüklük" diye bir mükâfat yoktur; yukarıda ölçü yok, aşağıda hüküm yok; ölçüyü, hükmü kuran, görünürlük ekonomisidir; melâmet, o ekonomiyi fesheder.

insan yukarıda görür, aşağıda imtihan edilir; yukarıda görüp aşağıda görünmemek, işte hırkanın içten giyilmiş olmasıdır; bu sarkaç durduğunda, övgü ve yergi aynı ağırlığa iner.

sofular haram demişler bu aşkın badesine; ben doldurur ben içerim, günah benim, kime ne; burada "bâde", dünyanın ölçüleriyle tarif edilemeyen bir doluluk; dışarıdan bakılınca tek bir yudum, içerideyse ömür boyu süren bir içimdir; haram/hâlâl tartışması, toplumsal reglânın kelimeleriyle yürür; melâmet kıyısında ise mesele, isimlerin şemsiye hükmünü kırmak ve hâlin çıplak sorumluluğunu üstlenmektir; ben doldurur, ben içerim: dışarıda görünen fiil, içeride kendisini içen bir kendiliktir.

"günah benim" demek, kanunsuz bir meydan okuma değil, sorumluluğun araya insanı koymadan kabul edilmesidir; melâmet, suçu başkasına ihale etme imkânını ortadan kaldırır; "kime ne" sözü, toplumdan kaçış değil, kendi hesabını başkasının terazisine teslim etmeme kararıdır.

bâde, dilden dile dolaşan bir efsane kadeh değildir; kadehi içen dil değil, dildir ama; dil, içtiğini anlatmaya yeltendikçe bâdenin buharı uçar; o yüzden melâmet dili, ne çok konuşur ne suskunluğunu satar; o dil, içtiğini taşıyan dildir.

"ben doldurur ben içerim" sözünde, özne ile nesne aynı halkada buluşur; çokları için içmek pasif bir fiildir; melâmette içmek, dolduranın, doldurduğunu kendi içinde yararak kendine dökmesidir; burada kap, kap olmayandır; kabın adı "ben" ise, içilen şey ben’i ben olmaktan çıkarmadıkça içilmemiştir; melâmetin ölçüsü, kadehin sesiyle değil, içenin yerine geçen içkinin hâliyle anlaşılır.

özne olmak, kontrol etmek değildir; içmek, kontrolü gevşetmek de değildir; özne, melâmet halka­sında nesneleşerek asal bir fiil doğurur; bu fiil, dışarıdan bakana bir ihlâl gibi, içeriden bakan içinse bir iade gibidir; iade nereye? kendine değil; kendini aşan o sessiz merkeze.

"ben" sözü melâmette ya buharlaşır ya ağırlaşır; hafiflerse vitrine çıkar; ağırlaşırsa içe gömülür; hırka, vitrinden içe gömülmenin kumaşıdır.

"yâr ile hoş musun?" diye sorulur; burada sorulan, bir yüzün hatırına neşelenmek değil, sevgiyi taşıyacak kadar ağır olup olmadığındır; hoşluk, hazın cilası değil, yükle birlikte durmanın adıdır; yâr, dışarıdan bakılınca bir insan, içeride ise insanı kendinden alan bir merkezdir; o merkeze yaklaşan, kendi etrafında dönen iştahını durdurur, çünkü sevgi, övülmek veya yerilmek için değil, mesuliyetle taşınmak için vardır.

"hoşum" diye söylenen çoğu cümle, kalabalığa gösterilen bir yüzdür; yâr ile hoş olmak, kalabalığa gösterilecek bir yüz değil, içeride sessizce taşınacak bir yük ister; hoşluk, başkasının takdirine yaslandıkça hafifler, hafifledikçe menfaate döner; sevgi, menfaatle birlikte yürüyemez; yürürse adı kalır, kendisi söner.

yâr, insanın içindeki gizli tartıyı doğruya çeviren ağırlıktır; bu yüzden yâr ile olmak, hislerin köpüğüne kapılmak değil, benliğin pazarlığını kesmektir; sevdiğini övmek kolay, sevdiğinin yanında sükût etmek zordur; melâmet ehli, övgüyü kısmakla değil, sükûtun hakkını vermekle imtihanını verir.

şunu da bilin: yâr, insanı büyütmek için değil, insanı kendine iade etmek için gelir; yanında küçülten değildir, görünmez bir ölçünün önünde eşitleyendir; bu ölçüde hoşluk, duygunun ferahlığı değil, sadakatin sürekliliğidir; sadakat, alkışla beslenmez, gizli emekle yaşar; gizli emek görünür olursa alışveriş başlar, alışveriş başladığında sevgi, pazarlığın diline düşer.

son söz yerine: "yâr ile hoş musun?" sorusuna verilecek sahici cevap tek kelimedir; evet ya da hayır değil; nefes; çünkü sevgi konuşurken azalır, taşınırken çoğalır; nefesiniz yettiği kadar sevin, yetmediğinde yanın; yanıp kavrulmak , sevginin en ağır ve en doğru cümlesidir.

melâmet, övülmemeye razı olmakla bitmez; övülecek hiçbir şey bırakmamaya niyet eder; yergiyle beslenmek değildir, yergiyi azığa çevirmemektir; görünürlük ekonomisi övgü ve yergiyi aynı kasada tutar; melâmet o kasayı kapatır; siz, övüldüğünüzde içinizde büyüyen gizli iştahı, yerildiğinizde içinizde kabaran gizli savunmayı izleyin; o iki dalgalanma durmadıkça hırka sadece bir kıyafettir.

melâmet, "kendimi yeriyorum" diyerek kendini gizlice yüceltmek değildir; içteki "iyi görünme" ihtiyacının ayaklarını tek tek çözmektir; melâmet, başarı hikâyesi yazmaz, özgeçmiş tutmaz; melâmetin hafızası, insanın kendi işitmek istemediği cümlelerin arşividir.

yerilmekten memnun olmak da bir tuzaktır; çünkü memnuniyet, görünmez bir methiyedir; melâmet, memnuniyeti bile iştah sanır ve oradan çekilir.

melâmet, adını çoğaltmaz; ad, eşiğe yazılır; içe giren, adından soyunur; bu soyunmayı dışta gösteriye çevirmek melâmetin en zarif tuzağıdır; adını silen, "adımı sildim" cümlesini de silmedikçe adından kurtulamaz; ad, eşyaya düzen vermek için lazımdır; melâmet, düzeni inkâr etmez; fakat adın şöhrete dönüştüğü yerde ad kesilir; ad, köprüdür; köprüde beklemek yol değildir; geçersin; geçtikten sonra arkana köprü diye bakmazsın.

adını değiştirmek, kendini değiştirmeye yetmez; çünkü ad, sadece çağrı; gelen kim? hırkanın içten giydirildiği o çıplak kişi; ad, onu çağırır; melâmet, o çağrıyı iç sessizliğe taşır.

ar, çoğu kez bakışların kenetlediği bir maskedir; maskeyi taşımak, içerideki yüzü unutturur; namus, vitrindeki camdır; vitrinde duran şey, satılık hale gelir; melâmet, satılmayanı korur; bu koruma, bir eylem değil, bir geri çekiliştir; camı kırdığınızda, alışveriş bozulur; bozulunca panik olur; panik, melâmet ehline değil, vitrinin bekçilerine aittir.

melâmet, kaide düşmanlığı değildir; kaidenin reklamına düşmanlıktır; kaide sessizce yaşanırsa, içte kök olur; vitrine asıldığında, kök kesilir, yaprak kalır; melâmet, kökü savunur.

şişe kırılınca, sıvı yere dökülür sanırsınız; oysa melâmette kırılan, kabuk olduğu için öz, toprağa sızar ve orada kalınır; kalındıkça da reklam bite­r.

aşkın badesi hafifletmez; ağırlaştırır; hafifleyen, kalabalığa uygun hale gelen bir hazdır; ağırlaşan, taşıyışı kutsal kılan bir hal; "hoş musun?" sorusu, bu ağırlıkla durabiliyor musun demektir; melâmet ehli, ağırlığı hafif göstermez; hafif göstermedikçe, yük gösterişe dönüşmez; gösterişe dönüşmeyen yük, gizli bir sevinç üretir; bu sevinç anlatılmaz; anlatıldıkça ağzında bir şeker, içte bir eksilme olur; susmak, bu sevinci çoğaltır.

anlatılan her hâl, pazara girer; pazara giren her hâl, etiket ister; etiket, o hâli öldürür; melâmet, etiketsiz kalma sanatıdır; sanatı da satmaz.

sevincinize isim vermeyin; isim verildi mi vaaz başlar; melâmet, vaaz dinlemez; içteki sessizliğe kulak verir.

kime ne, küstahlık değildir; mesuliyeti araya aracılar koymadan üstlenme cesaretidir; toplumsal bakış, her hâli etiketlemek ister; melâmet, etiketi söküp atar; etiketi sökme fiilinin kendisini de etiketletmemek için başını eğerek yürür; çünkü melâmette baş, "ben"in bayrağı değil, içteki terazinin ibresidir.

"kime ne" demek, başkasının acısını umursamamak değildir; bilakis, başkasının acısına göz dikmeden kendi yükünü taşımaktır; merhamet görünmez; görünürse, alışveriş başlar; melâmet, merhameti alışverişe düşürmez.

"kime ne"nin keskinliği, vazgeçiş değil, vaz’ediştir; kendini ortaya koyup çekilmektir; çekilince kalan, ancak hakikatle temas edebilir.

içte iki çekim çalışır: biri yukarıya doğru, sessiz; diğeri yana doğru, gürültülü; yukarıya çalışan, övgüyü ve yergiyi aynı çizgide eritir; yana çalışan, ikisini de başka başka kasalarda biriktirir; melâmet, bu kasaları dağıtır; dağıtmanın yolu, kasayı gizlice besleyen küçük iştahları görmektir; iştah, ekseriyetle iyilik kılığında gezer; iyilik görünmek ister; görünmek, melâmetin boğazını sıkar; o yüzden melâmet, yaptığı iyiliği unutmakla yetinmez; iyiliğin kendisine verdiği gizli tatlıyı da oruç sayar.

iç mekanik, teorilerle çizilince kolaylaşır; hayatın içinde ise çizgiler bulanıktır; melâmette kesin şema yoktur; çünkü kesin şema, reklam panosuna dönüşür; reklâm yok, kayıt yok; sadece yük ve onu taşıyan nefes.

nefesiniz daralınca, şema aramayın; daralan yerde hırka ağırlaşır; ağırlık kaçış için değil, kalış içindir.

kadeh masaya vurulunca bir ses çıkar; bu ses kalabalığa nimettir; melâmet, kadehi masaya değil, kalbine bırakır; kalbe bırakılan kadeh ses vermez; ses vermeyen kadeh, huzme huzme içe sızar; dışarıdan bakan hiçbir şey görmez; görmediği için hüküm veremez; hüküm veremeyince merak artar; melâmet merakı da satmaz; merak sorar: ne içtin? o cevap vermez: içtim.

sır, özgüven gösterisi değildir; sır, gösterişin öldüremediği canlılıktır; melâmet, sırrı büyütmek için saklamaz; saklamadığı için büyür.

sırrı söylemek için değil, taşımak için varsanız, melâmet hırkanız ağırlaşır ve ağırlaştıkça yeriniz belli olur.

o yâr benim, başkasına meydan okumanın sertliğiyle değil, yâr’ın bıraktığı mesuliyetin ağırlığıyla anlaşılır. oyuğu taşımak, acı çekmenin ötesinde bir ikamet etmektir; çünkü yâr, insanın içini boşaltmaz, insanı kendi içine yerleştirir.

kapıdan girersiniz; eşikte adınız kalır; içeri geçtiğinizde hırka ağırlaşır; ağırlaştıkça bedeniniz değil, benliğiniz yorulur; işte burası melâmetin çalışma sahasıdır; övgü burada işe yaramaz; yergi de; işe yarayan tek şey, nefesin kesintisiz işçiliğidir; nefes, içe üfledikçe ad sessizleşir; ad sessizleştikçe yük konuşur; konuşan yüktür; yük, konuştuğunda insanı hafifletmez; insanı insan eden ağırlığı yerine koyar.

kapıda beklemek kolaydır; eşikte oyalanmak daha da kolay; içe geçirmek ise daima pahalıya mâl olur; hırka, pahası olduğu için kıymetlidir; kıymeti olduğu için anlatılmaz; anlatılsa ucuzlar.

eşikte bekleyen anlatır; içeri geçen susar; susan satmaz.

melâmet, görünürlüğün en kıymetli meta olduğu bir pazarda, bütün fiyatları bozan bir tavırdır; övgü ve yergi aynı kasada saklanır, melâmet o kasayı mühürler; çünkü bilinir ki, görünür olan her hâl tüketilmeye mecburdur. insan görünürlüğün tadına vardıkça, görünmezliğin meskeninden uzaklaşır; oysa hakikî seyrin yolu, görünmezliğin sabrından geçer.

görünmez kalmak, tembellik ya da edilgenlik değildir; görünmezliğin iktisadı, kendi kendini tüketmeyen bir hâlin korunmasıdır. melâmet, pazarın bütün paralarını tedavülden kaldırır, ama bunu bağırarak değil, sessizce çekilerek yapar.

görünürlük ekonomisinin yıkıldığı yerde, insanın iç terazisi işlemeye başlar; o terazi, kimseye gösterilmez, sadece taşınır.

aşk dile dökülünce küçülür; çünkü dil, pazara açılan ilk kapıdır; aşkın adı konur konmaz, reklam olur. melâmet, bu tuzağı bilir; o yüzden dili kullanır ama dilin kendisini değil, suskunluğunu çoğaltır. suskunluk, aşkın yükünü hafifletmez; bilakis, taşınabilir hâle getirir.

çok konuşulan aşk, hafifler; susulan aşk, ağırlaşır. dil, aşkı anlatmak için değil, aşkın içte açtığı yükü taşımak için vardır.

melâmet dili, ne şairdir ne suskun; iki ucun ortasında, yükü taşıyan bir nefes gibidir.

yâr ile hoş musun sorusu, vaadin değil mesuliyetin sorusudur. vaad, geleceğe kesilen senettir; melâmet, senedi bugünde yırtar. yâr, geleceğe bırakılmaz; çünkü geleceğe bırakılan her şey kalabalığın tüketimine düşer.

vaade bağlanan sevgi, şartlıdır; şartlı olan, alışveriştir. melâmet sevgisi, alışverişi ortadan kaldırır; yâr ile olunacaksa, şimdi olunur, yarına bırakılmaz.

vaadin iptal edildiği yerde sadakat doğar; sadakat, bugünün sessiz ağırlığıdır.

övüldüğünde içte tatlı bir haz doğar; yerildiğinde içte gizli bir savunma kabarır. melâmet, bu iki tatlıyı da oruç sayar. oruç, sadece ağızla değil, benliğin iştahıyla tutulur. gizli tatlı yenmedikçe, hırka ağırlaşır; ağırlaştıkça insan kendi terazisini bulur.

övgüye sevinmek kadar, yerilmekten memnun olmak da aynı tuzaktır; çünkü her ikisi de görünürlüğün parasıdır. melâmet, bu parayı geçersiz kılar.

tatlı görünmezse, içte sabır doğar; sabır, melâmetin ekmeğidir.

melâmet, kalabalık içinde yalnızlık çoğaltmaktır; yalnızlık içinde kalabalığı azaltmaktır. övülüp yerilmenin ortasında sessiz durabilmek, en büyük kalabalığın ortasında kendi iç meskenine çekilmektir.

yalnızlık, toplumdan kaçış değildir; kalabalığın ortasında kendini satmamaktır. kalabalık insanı yutar, yalnızlık ise insanı büyütür.

kalabalık içinde sessizlik, melâmetin en güçlü nefesidir.

hırka, isimle taşınmaz; isim, eşikte kalır. isim taşındığında, hırka unvana döner; unvan, melâmetin en zarif tuzağıdır. hırka, ismin gölgesi değil, ismi gömen bir ağırlıktır.

adını silmek yetmez, "adımı sildim" cümlesini de silmek gerekir. isim, köprüdür; melâmet, köprüde oyalanmaz, geçer.

isim unutulduğunda, hırka ağırlığını bulur.

kadeh, masaya vurulunca ses çıkarır; kalabalık o sesi nimet sayar. melâmet, kadehi kalbine bırakır; kalbe bırakılan kadeh ses çıkarmaz. ses çıkmadığında sır doğar. sır, gösterilmek için değil, taşınmak için vardır.

sır, gizem üretmek değildir; gösterişin öldüremediği canlılıktır. melâmet sırrı satmaz, sırrı taşır.

kadehin sesi değil, sessizliği melâmetin yüküdür.

haydar haydar, diye tekrar eden nakarat, melâmetin dilinde bir ismi çoğaltmak değil, bir yükün her nefeste tekrar geri dönmesidir. bu tekrar, kalabalığa söylenmiş bir ilahi değil, içte yankılanan bir mesuliyetin adıdır. nesîmî’nin sözlerinde melâmet, nihai şeklini alır: övgüyü söküp atan, yergiyi de azığa çevirmeyen; acıyı vitrine taşımayan, görünürlük ekonomisini reddeden, yalnızlığın mesuliyetini üstlenen bir hâl.

melâmet bir rol, bir unvan, bir hırka değildir; melâmet, insanın kendi üzerine yürüyüşüdür. nesîmî’nin dili bu yürüyüşün şiiridir. o şiir, kalabalığa değil, suskunluğun iç terazisine söylenir. ve melâmet ehli için son söz yoktur, sadece nefes vardır; nefesin taşıdığı yük vardır; ve o yük, "kime ne"nin keskinliğinde, insanı kendine teslim eden sessizliktir.

Ahmet Turan Esin