Riya, sadece "görünme isteği" diye küçültülecek bir zaaf değildir. Daha derinde, var olabilmek için görünmeye mecbur kalmış, zemini kaymış bir ruhun sahnedeki telaşıdır. İnsan bunu anlamadan riyayı anlayamaz. Çünkü bugün dünya, koca bir sahneye dönüştü. Bu sahnede görünmek artık bir seçenek değil, neredeyse zorunluluk. Öyle ki, görünmeyen yok gibi. Görünmek, varlıkla eş tutuluyor. Ama sahnedeki hiçbir varoluş tam anlamıyla gerçek değil. Her şey kaydediliyor, her tebessüm bir surete çevriliyor, her acı bile estetik bir gösteriye dönüştürülüyor. İnsan yaşamıyor artık; kendi hayatını seyrediyor, başkalarına seyrettiriyor. Riya, işte bu çağın en yaygın, en sessiz putu. Ve bu puta eğilmemiş insan kalmadı denecek kadar az.
Bir iyilik yapıldığında, insan artık içten bir sükûnet hissetmiyor; sahneye dönüyor, bir göz, bir kamera, bir alkış arıyor. Bir acı yaşadığında içine çekilip susmuyor; kelimelerle anıt dikmeye çalışıyor. Bir hakikat işittiğinde secdeye kapanmak yerine, paylaş butonuna basıyor. Oysa hakikat paylaşılmaz. Hakikat bir meta değildir. Hakikat, zeminde yaşanır ve taşıyanı yakar. Sahneye düşen her kıvılcımsa yalnızca bir iz bırakır. İzde ruh olmaz; sadece gösteri vardır.
Mürşid, sâlikin ekranına bakmadı. O ekranın kör ettiği göze baktı. O gözün esir aldığı kalbine baktı. Bir hayır işinin ilanı… Bir arif sözünün altına düşülmüş süslü bir iç çekiş… Paylaşılmış bir teslimiyetin altına yazılmış bir "ben" çığlığı… "Bunu neden paylaştın?" diye sormadı. Çünkü bu soru sahnedekine sorulur. Zeminden konuşmak isteyen susar. Ve sadece dedi ki: "Sen neredesin ki, gösterdiğin orada olsun?" Sâlik sustu. Çünkü "Allah rızası için" bile dese, o rızayı arayan "ben" sahnenin tam ortasındaydı. Ve riya, orada susmuyordu.
Modern insanın riyası dijital bir salgın gibi. Eskiden yüzle, dille yapılırdı; şimdi parmak ucuyla, bir "tık"la oluyor. Eskiden kalabalığa yapılırdı; şimdi adına "algoritma" denen görünmez bir göze yapılıyor. Ama özü hiç değişmedi: İçerideki boşluktan kaçıp, dışarıdaki bir suretle var olmaya çalışmak. Oysa hakikat görünmekle değil, görünür olan her şeyden soyunmakla doğar. Görünmekten vazgeçemeyen, hakikate dokunamaz. Artık riya sadece dindarın, müridin, sâlikin meselesi değil. Bu, hepimizin varoluş krizi. Hepimiz onunla doğuyoruz, onunla büyüyoruz, onunla konuşuyor, onunla susuyoruz. Onunla dua ediyor, onunla isyan ediyoruz. Görünmek istemeyen kimse kalmadı. Çünkü görünmemek, yok olmak gibi sanılıyor. Ama şunu unutmamak gerekir: Görünmek isteyenin içinde, çoğu zaman, görülmeye değer bir şey kalmamıştır.
Taslak benlik, insanın kendine çizdiği ama aslında hiç yaşamadığı, zeminde karşılığı olmayan bir hayal görüntüdür. Bir idealmiş gibi durur, ama içi boştur. Her eylem, bu görüntüyü başkasının zihnine bir çivi gibi çakmak içindir. Ama ironik olan şudur: o görüntü, insanın kendi zihnine bile yerleşmemiştir. Daha kendisinin bile inanmadığı bir imajı, başkalarına satmaya çalışır. İşte riya tam burada en çıplak hâline kavuşur: yalnızca başkasını değil, insanı kendi kendine de yabancılaştırır. Çünkü bu, sadece bir aldatma değil, katıksız bir ihanettir. Oysa hakikat aldatmaz. Hakikat ne olduğundan az gösterir ne de fazla. Olduğu kadardır. Vardır; o kadar.
Mürşid der ki: "Kendini göstermeyi bıraktığın an, var olmaya başlarsın. Çünkü ilk defa sahneden çekilir ve gerçek olanla, yani görünmeyenle temas edersin." Görünmeyen, görünenin karşıtı değil, zeminidir. Gösterilen değil, olan’dır. Ve mürşid bunu uzun nutuklarla değil, suskunluğuyla öğretir. Bazen sadece bakışını çekerek. Çünkü hakikatin dili gösteri değil, yokluktur.
İnsan çoğu zaman ait olmadığı yerde durur, kendini yabancı bir sahnede zorlar. Ama o sahneden çıkışı da bir gösteri olmamalıdır. Hakikat, seninle hep olduğun yerden konuşur. Yani yoksunluğundan. Senin eksikliğinden. Senin sakladığın o sessizlikten. Ve orada, hakikatin dili hep aynı kalır: yokluk.
Gözün yalanından kendini koruyabilen, kalbin körlüğüne çare arayabilen çok azdır. Çünkü göz çoğu zaman hakikatin dostu değil, celladıdır. Göz gördüğüyle hükmeder. Görmek, bildiğini sanmaktır. Ve bu, gafletin en çıplak hâlidir. Oysa hakikat böyle görülür bir şey değildir; hakikat, taşıyanı yakar, içine dokunanı sarsar. Göz dışı okur ama içi göremez. Önünde parlayan her şey, içeride bir karanlık bırakır. Ve insan, sahnenin parıltılarına yöneldikçe içindeki zemini yitirir. Modern çağ görselliği kutsallaştırdı. Gösteri artık neredeyse ibadet gibi. Parlak olan doğru kabul ediliyor. Kalabalığın gördüğü şey hakikat yerine geçiyor. İşte riya, bu göz kültürünün en parlak ve en sahte meyvesi.
Göz yalnızca dışı tanır. Ama dış, çoğu zaman içi saklamak için vardır. Hele de dışarıdan görünmeye çalışan iç, neredeyse hep boştur. İnsan kendine gözle bakmaya başladığında kalbinden kopar. Mürşid, sâlikin gözlerine bakar; orada bir ışık görürse susar. Çünkü bilir: O ışık, hakikatin değil, sahnenin ışığıdır. Kalbin karanlığına bakabilmek için başka bir görme gerekir. Ama kimse karanlığa bakmak istemez. Herkes ışığa koşar. Oysa ışık göz içindir, kalp için değil.
Kalp görüntü istemez. Kalp olmak ister. Olmak için susar. Göz ise konuşur, ister, arzular. Göz sahneye bağımlıdır. Kalp zemine çekilir. Riyanın kaynağı da tam buradadır: kalpten göze yönelmiş, onay dilenen bir arzu. Göz tarafından kabul görmek, içte olmayanı varmış gibi yaşamak demektir.
Göz yalnız dışarı bakmaz. Bazen içeriden de dışa döner. Sen kendine "başkaları beni nasıl görüyor?" diye bakmaya başladığında riya başlar. O anda bakışın sana ait olmaktan çıkar. Başkasının seni nasıl göreceğini tahmin ederek bir suret kurarsın. Ve işte bu, hakikatin en gizli katlidir.
Mürşid der ki: "Sen gözden korkmuyorsun. Sen kalbinin sessizliğine inemediğin için gözün gürültüsüyle var olmaya çalışıyorsun." Bu yüzden riya bir gösteri değil, bir kaçıştır. Kendi zeminine inemeyen, başkasının sahnesine sığınır. Gözle tanımlanmak ister. Oysa kalp tanımaz, kalp yalnızca olur. Kalp olduğu zaman, göz kendiliğinden kapanır. Çünkü hakikatin ışığı gözle görülmez. O ışık içte bir sessizlik açar. En yüksek görüş budur: gözsüz görmek. Ve gözsüz görülen şey artık kelimelere dökülemez. Kelimeye dökülen her hakikat sahnenin parıltısına bulaşır. Bulaştığı anda gösteriye dönüşür. Gösteri ise göz içindir, kalp için değil.
Riyanın kökü gözde değil, zeminsizliktedir. Ama göz onun ilk aracıdır, sahnenin kapısıdır. Kalbin, gözün tiranlığından kurtulması gerekir. Görünmenin cazibesinden soyunması gerekir. Çünkü görünmenin cazibesi sadece alkışla değil, içten gelen boşluğun baskısıyla işler. Ve o boşluk, ancak göz sustuğunda dinginleşir.
Ama bunun bir istisnası vardır. O da denklemin tersine çevrilmesidir. Çünkü çoğu zaman göz baskındır, kalp ya yoktur ya da kandırılmak istenen yerdir. Fakat bir de kalbin içte bildiğinin yüze taşması vardır. Kalp, gözden taşarsa, o bambaşka bir hâle işaret eder. Orada göz artık göz değildir. Bu sadece âşıkların sırrıdır. Sahneye çevrilemez, dile dökülemez.
Mürşid, kalbi yüzüne vurmuş olanı görürse, işte o zaman susmaz. Konuşur. Ama bu konuşmayı herkes duyamaz. Duysa da anlayamaz. Çünkü kelam, sadece duyanla söyleyen arasında vardır.
Riyadan söz ederken, bir de iyilikle beslenen kötülüğe ve ahlakın riya ile kirlenişine değinmek gerekir. Çünkü bu, riyanın en gizli ve en zehirli hâlidir.
Kötülük, kötülük olarak tanındığında insanda bir direnç doğar. Ama iyilik maskesiyle gelen kötülüğe karşı kimse korunamaz. İşte riya en çok burada, bu sahte iyilik pazarında yayılır. İyiliğin yüzü takılarak kötülüğün derinleştiği bir çağdayız. Yardım, gösteriye; tevazu, bir yarışa; doğruluk, slogana; dindarlık, kimlik kartına dönüşüyor. İnsan artık içinden gelen bir itkiyle iyi olmuyor; sahnede iyi görünmek için iyi oluyor. İyilik, bir yöneliş değil, bir vitrin süsüne dönüyor. Ve vitrinde ne varsa, hakikat değildir. Hakikat vitrine konmaz. Gösterilmez. Dolaşıma sokulmaz. Kullanılmaz. En önemlisi de: alkışla büyümez, aksine alkışla kirlenir.
Bir insan yardım ettiğinde içi genişlemiyor ama gözlerin kendini izlediğini bildiği anda harekete geçiyorsa, o iyilik değildir. Bu çağın çocukları, "İyilik görünmezse eksiktir" diyen görünmez bir fısıltıyı dinliyor. O eksiklik hissi hakikatin değil, sahnenin eksikliğidir. Onay görmeyen şey değersiz sayılıyor. Görülmeyen iyilik yok hükmünde. Duyulmayan dua boşa nefes. Bilinmeyen sabır ziyan. Oysa hakikat, en çok bilinmeden yaşandığında hakikattir.
Mürşid, sâliki camiden çıkarken yere gizlice para bırakıp sonra içgüdüsel olarak etrafına baktığında durdurdu. O bakış, parayı kimin aldığını aramıyordu; parayı vereni kimin gördüğünü arıyordu. Mürşid dedi ki: "Sen sadaka vermedin. Sen nefsine borç verdin. Hem de en tehlikeli alacaklıya." Çünkü iyilik başkasının gözü için değil, kendi içindeki mutlak Şahit için yapılır. Ve o Şahit, başkasının gözüyle değil, senin yoksunluğundan doğar. Yoksunluğunu taşıyabilen iyidir. Onu örtmeye çalışan, sahte olur. Riya, işte bu örtmenin en zarif, en ahlaklı görünen biçimidir.
İyilik yapıp görünmek isteyen, aslında iyiliği değil görünürlüğü sever. Tevazu gösterip fark edilmeyi isteyen, alçakgönüllü değil, alkışa bağımlıdır. Bu biçimiyle riya, en masum davranışların içine bile sızar. Dualara, sadakalara, hizmetlere, gece kalkıp kılınan namazlara… Dışarıdan "görünmesin" diye yapılır, ama içeriden hep birilerinin duyması, bilmesi, takdir etmesi istenir. "Yalnız Allah bilsin" cümlesi bile çoğu kez vitrin süsüne dönüşür. Bu cümlenin kendisi, "Ben ne kadar ihlaslıyım" demenin kibar yoludur.
Modern dünyada iyi görünmek, iyi olmaktan daha kıymetli hale geldi. Çünkü görünüş dolaşıma giriyor, pazarlanıyor, değer kazanıyor. Hakikatse yalnız kalıyor. Sosyal medyada paylaşılan bir iyilik fotoğrafı, hakikati değil; insanın kendini aklama, kendini sahneye yerleştirme çabasını gösteriyor. Ve bu çaba, iyilik değil, riyadır. Ahlak sessizlikte büyür. Riya gürültüde. Ahlak unutuldukça köklenir. Riya hatırlanıp hatırlatıldıkça yayılır. Mürşid der ki: "İyilik yaptığında, sen de unut. Hatırladığın sürece, kendi riyanı takip ediyorsun."
İyilik görünmez olmak zorunda değil, ama hatırlanmamalıdır. Çünkü görünmeyen unutulabilir. Hatırlanan ise bir gün mutlaka anlatılır, bir şekilde dışarıya sızar. Anlatılan her iyilik, içteki bir boşluğu kapatmak için dile dökülür: "Ben de iyiyim." "Ben de yaptım." "Ben de taşıyorum." Bu "ben" konuştuğu sürece, hakikat geri çekilir. Ve riya, işte bu konuşan iyiliğin arasından sızan ince, parazit bir sestir.
Ahlakın özü, kendini unutabilmektir. Ama bu çağ, insana kendini unutturmaz. Tam tersine, hep "kendini kur" der. Kendini göster. Kendini anlat. Kendini parlat. Kendinle gurur duy. Ve bu gurur, artık kötülükten değil, iyiliğin içinden yürür. Çünkü kötülük gösterildiğinde herkes tarafından çirkin bulunur. Ama iyilik, gösterildiğinde bozulur. Ve en tehlikeli kötülüğe dönüşür.
En tehlikeli riya, kutsal olana karışandır. Çünkü hakikate en yakın görünen yerde saklanan yalan, en çok alkışlanır ve en zor fark edilir. Bir diz çöküş, bir baş eğiş, bir suskunluk… Dışarıdan bakıldığında mutlak teslimiyet gibi görünür, ama içte yakıcı bir beğenilme arzusu gizlidir. İnsan, kutsalı taşımak yerine onu göstermeye yönelir. Çünkü taşımak zor gelir; taşımak yakar, bitirir, yok eder. Göstermekse hafifletir, parlatır, var edermiş gibi yapar. Taşıyan yanar. Gösteren parlar. Riya, işte burada parıltının nur suretine bürünmüş hâlidir.
Mürşid, bir dervişin geceler boyu zikir yaptığını, sabahlara kadar ağladığını işitir. Bir sabah yanına çağırır ve şöyle der: "Sen Allah’a döndüğünü sanıyorsun, ama hâlâ kendi etrafında dönüyorsun. Zikrin, kendi benliğini alkışlayan bir sesten ibaret." Çünkü insan sahneden vazgeçmeden zikre yönelirse, o zikir de kendine döner. Secde görünmek için yapılmaz. Dua duyulmak için edilmez. İbadet ilan edilmez. Ama çağımız her şeyi sahneye çıkarmak, her hâli sergilemek istiyor. Ruhaniyet bile bir dekor, bir kimlik, bir rol hâline geliyor. Sessizliği gösteren, gösterişin en rafine, en incelikli biçimini yaşar.
Kutsalın içine sızan riya fark edilmez. Çünkü sessizdir. Gözyaşıyla gelir, sabırla bekler, edeple konuşur. Ama içte hâlâ bir tanınma arzusu vardır. "Ne sabırlı insan" densin ister. "Ne derin bir arif" desinler. Oysa derinlik bilinmez. Ârif tanınmaz. Gerçek mürid görünmez. Görünürlük yolun sonudur; hakikatin değil, sahnenin sonudur.
Ruhsal riya, mürşidin yakınında bile gizlenebilir. Onun yanında diz çöker ama o dizi başkalarına göstermek ister. Susar ama suskunluğunu vitrine koyar. "Hiçim" der ama o hiçliği bir bayrak gibi taşır. İşte bütün bunlar ruhsal riyanın maskeleridir. Ve en çok da bu maskeler övülür.
Oysa ruhaniyet, görünmediği sürece gerçektir. Çünkü görünmeyen korunur. Açığa çıkan her hâl, sahneye düşen her sır bozulmaya başlar. Hele ki o hâl anlatılırsa… Hele ki bir kimliğe, bir hikâyeye dönüşürse… Riya tam orada konuşur. "Bir gece şöyle bir hâl yaşadım" diye başlayan her cümlede bir maske vardır. O maske Allah’a değil, alkışa döner.
Ruhsallığını unut. Unutabiliyorsan, o zaten hakiki değildir. Gerçek olan seninle bilinmez; seninle birlikte kaybolur. "Ben oldum" dediğin anda bitmişsindir. "Ben yandım" dediğinde sönmüşsündür. "Ben vardım" dediğinde yoksundur.
Mürşid şöyle der: "Hâlleriyle övünenin hâli yoktur. Fâniliğiyle övünenin benliği, en sağlam kalede oturuyordur." Bu söz, ruhsal riyanın mezar taşıdır. Ve o taşın üstünde tek bir yazı vardır: suskunluk. Suskunluk gösterilmediği, anlatılmadığı, fark ettirilmediği sürece kıymetlidir.
Hakikat, gösterilmeyen bir yangındır. Göz değince sönmez ama anlatılınca yok olur. Riyanın en ölümcül biçimi, kutsala dokunan, onu sahneye çeken eldir. O el hakikati göstermez; üzerine maske örter. Ve maske zamanla hakikat sanılır. Bu yüzden ruhaniyet sessiz kalmalıdır. Kendini anlatan ruh, kaybolmuş ruhtur.
Hakikaten yanan ruhlar birbirlerini tanır. Ama bu tanıma kelimeyle, sahneyle, ilanla olmaz. Onların konuşması da bir tür suskunluk alışverişidir.
Mürşid bir gün sâlike bir taş verir: "Bu taşı herkese göster," der. "Ama kimse anlamazsa da taşımaya devam et." Sâlik başta itiraz eder, bu emrin hikmetini sorgular. Sonra taşı alır, dolaşır. Herkese gösterir. Kimse ilgilenmez. Kimisi güler, kimisi omuz silker. En sonunda yorgun, umutsuz bir şekilde taşı bırakır.
Mürşid sorar: "Niye bıraktın?" Sâlik cevap verir: "Kimse değerini görmedi."
Mürşid susar. Çünkü cevabın kendisi riyadır. Kendi taşıdığına inanmayan, değerini kendi zemininde bulamayan her varlık, sonunda bir alkış uğruna taşır. Alkış gelmeyince yük ağır gelir. Oysa sâlik, taşın değerini kendi bilseydi, bırakmazdı. Göstermezdi. Sadece taşırdı.
Beğenilme arzusu, varoluşun en ince çarpıklıklarından biridir. Çünkü öz, kendiyle kalmak ister. Gölge ise başkasıyla. Riya, gölgenin ışığa—sahneye—muhtaç hâlidir. İnsan, kendine ait olmayan bir özlemle yaşar. Görünmek istemek, fark edilmekten çok, fark edilmediğinde var olamayacağına inanmaktır. Ve bu varlık arayışı, ister istemez bir sahneye dönüşür. Her sahne izleyici ister. İzleyicisiz sahne olmaz. Modern insanın riya hâli işte budur: sahnesiz kalmaktan korkan oyunculuk bilinci.
Beğenilme arzusu sadece sosyal bir hastalık değil; içsel, sessiz bir salgındır. Alttan beslenen, fark ettirmeden yöneten bir iç diyalogdur. Hep şunu fısıldar: "Beni fark et." "Beni onayla." "Ben bir şeyim." Ama asla şunu diyemez: "Ben yokum."
Çünkü "yokum" dediği anda alkış kesilir, ışıklar söner, sahne kapanır. Ve geriye sadece kendisi kalır. Ama kendiyle baş başa kaldığında da orada bir "ben" yoktur. Başkasının gözüyle şekillenmiş bir ben, yalnızlığın içinde buhar gibi dağılır.
Kendini fark ettirme çabanı izle. İçinden geçen her fısıltıyı fark et: görünmek için susmak bile riyadır. Sessizliğini fark ettirmek de konuşmak kadar gösteridir. O yüzden görünmez olmayı kabul et. Hatta kimsenin fark etmediğini kimsenin anlamamasını da kabul et. Çünkü hakikat fark edilmez. Hakikat yalnızca olur. Ve olan, görünmez. Sadece taşınır.
Beğenilme arzusu, çoğu kez duyulmamış bir çocukluk sesidir. Sevilmemiş, sarılınmamış, dinlenmemiş bir çocuğun içten hâlâ fısıldayan, "Beni sevin" diye yalvaran sesi. Yetişkinlikte o sesin üstüne bir maske inşa edilir. Kimlik güçlü, derin, sessiz, fedakâr, âlim, olgun görünür. Ama içinde hâlâ o çocuk, sevilmek için ağlamaktadır. Riya, işte o kırılganlığın gözden saklanıp erdeme büründürülmüş sahnesidir.
İnsan aslında yalnız kalmaktan korkmaz. Korktuğu, kendi sesini duymaktır. Kendi boşluğuyla yüzleşmektir. Bu yüzden kalabalığı sever. Bir topluluğun, bir cemaatin, bir "biz"in içinde var olmak ister. Çünkü kendiyle yüzleşmenin ağırlığını ancak başkalarının bakışıyla, gürültüsüyle örtebilir. Ve topluluklar, bu bakışın cennetidir. Herkes birbirine bakar, herkes birbirini onaylar, herkes birbirini alkışlar. Ama kimse gerçekten görmez. Görülmeyen yerdeyse riya büyür. Çünkü riya, sadece fark edilmeye çalışırken değil; fark ediliyormuş gibi yaparken kök salar.
Kalabalık, görünmenin kolay, sorumluluğun dağıldığı yerdir. Yüzler çoğalır. Ve tek tek hakikatle yüzleşemeyenler, topluca görünmekle, bir davanın parçası olmakla avutulurlar. "Cemaat," "topluluk," "yol," "ekip," "hizmet," "dava," "ümmet," "niyet birliği," "kalp bağı"… İsimler değişir ama içten en az bir kez "beni burada fark etsinler" diyen bir ses çıkar. İşte o anda riya, bir virüs gibi merkeze sızar. Çünkü artık birlik değil, kişilik devrededir. Ve kişiliğin olduğu yerde gösteri kaçınılmazdır.
Mürşid, halka oturmuş sâliklerin arasında sessizlikle dolaşır. Kimisi gözlerini yumar, kimisi secdeye kapanır, kimisi sükûnetle bekler. Ama mürşid bilir: Sessizlikte bile gösteri vardır. "En çok susan benim," "en derin huşuyu ben yaşıyorum" diye içinden geçen bir düşünce, en rafine riyanın işaretidir. Susarak fark edilmek, konuşarak alkışlanmaktan daha gizlidir. Ama daha tehlikelidir.
Toplulukta herkesin bir rolü vardır. "Hizmet ehli," "zikir yolcusu," "alçakgönüllü," "aşkla yanan," "gönülleri okşayan," "sessiz ve derin"… Roller, zamanla benliğe deri gibi yapışır. Artık kimse kimseyi görmez. Herkes rolünü oynar, herkes başkasının rolüne hayran olur. Gerçek unutulur, rol kalır. Ve rol, riya doğurur.
Birlikte yaşanan duygular bile gösteriye dönüşebilir. "Ne çok ağladık," "nasıl bir geceydi," "hepimiz sarsıldık," "kalplerimiz bir oldu"… Bu sözler başladığında, hakikatin yerini anlatı alır. Anlatılan şey, artık yaşanan değil; yaşanmak istenenin parıltısıdır. Ve riya, bu parıltının içinden yürür. Hakikat anlatılmaz. Yaşanır. Ve unutulur.
Toplulukta var olmak için değil, yok olmak için bulun. Adın anılmasın. Göz sana değmesin. Övgü sana uğramasın. Yerinde boşluk kalsın ama o boşluk senin adınla dolmasın. Hizmetin görülsün ama sana yazılmasın. Çünkü hakiki aidiyet, kendini unutabilmektir. Kendini unutmayan her aidiyet, bir süre sonra kendi etrafında bir riya kalesi kurar.
Mürşid der ki: "Sen bu yola girmedin, bu yolda görünmek için geldin." Bu söz kalabalığın ortasında yankı gibi çarpar. Herkes susar. Ama kimse kendini susturamaz. Ve riya, işte en çok bu gösterişli suskunlukta konuşur.
Tevazu, dilde değil, yoklukta olur. Ama dilin tevazusu çoğu zaman kibrin en gizli, en ince hâlidir. "Ben bir hiçim" diyenin sesi duyuluyorsa, orada hiçlik değil, hâlâ varlık vardır. "Ben yokum" diyenin yüzü parlıyorsa, orada yokluk değil, görünürlük yanıyordur. Riya, işte bu parıltının altına sığınır. Sessiz görünür ama fark edilir. Geri durur ama herkes onu hisseder. Konuşmaz ama sustuğuyla iz bırakır. Tevazu, bir gösteriye dönüştüğünde artık tevazu değildir; sessiz kibirdir.
Mürşid en çok sâlikin tevazusundan korkar. Çünkü en kolay kirletilen, en kolay taklit edilen erdem odur. Gösterilmeden gösterilen, fark ettirilmeden inşa edilen sahnedir o. "Ben bu yolda yokum" diyen biri, eğer yoksa, neden kendinden söz eder? "Ben susmayı seçtim" diyen biri, bu seçimi niçin başkasına bildirir? "Ben geride kalırım" diyen biri, aslında en öne geçmiştir.
Tevazu, susarak konuşmak değildir; sustuğunu bile unutabilmektir. Hatırlanan her suskunluk hâlâ bir "ben" taşır. Unutulan suskunluk ise sahneden çekilmiş bir benliktir. Ve sahneden çekilen, görünmez olur. Hakikat saklanır. Bu yüzden mürşid, en çok konuşmayanı dinler ama ona inanmaz. Çünkü onun suskunluğu bile bir rol olabilir. Gözleri yaşlı nice dervişin adımlarını izler ve geçer. Çünkü o yaş, bir duygudan çok bir işaret olabilir: "Beni görün, benim derdimi anlayın." Bu, riyanın gözyaşıdır.
Modern insan tevazuyu kostüm gibi giyer. Kullandığı kelimelerden, reddettiği övgülerden, kabul etmediği mevkilerden kendini belli eder. Ama bütün bu işaretlerin altında tek bir bağırış vardır: "Beni farklı görün. Beni derin bilin. Beni yüce sanın." Oysa derinlik gösterilmez. Derin olan deniz gibi görünmez; kara gibidir, sessizdir, içtedir. Tevazu bir sıfat değil, bir unutmadır. Kendini unutan tevazuya ermiştir. Kendini tevazu sahibi sanan, hâlâ kibrin en ağır maskesini taşır.
Tevazunu unut. Sessizliğini unut. Geri durduğunu bilme. Öne çıkmadığını hissetme. Susarak var olma; susarak yok ol. Çünkü fark edilen her tevazu, görünme arzusunu taşır. Ve görünmek isteyenin içi hâlâ kalabalıktır.
Mürşid şöyle der: "Alçakgönüllülüğün en tehlikeli biçimi, kendini yere yatırıp insanların üstünden geçmesini beklemektir. Çünkü o bekleyişin içinde bile bir tanınma arzusu vardır. Sessizce sevilmek. Sakince övülmek. Susarak alkışlanmak." Bu söz, sessizliği erdem sanan herkesin kalbine bir hançer gibi girer. Çünkü gerçek sessizlik alkışsızdır. Ve alkışsız sessizlik, yalnızlık ister. Tevazu, gösteride değil, yalnızlıkta parlar.
Yalnızlık, görmeyen gözün, duymayan kulağın, dokunmayan elin olmadığı yerdir. Orada yalnızca sen varsındır. Ama bu "sen", kendi kendine bile bakamadığın bir sessizliktir. Çünkü yalnızlığın en büyük tehlikesi, başkasının değil, kendi gözünün sana dönmesidir. Riyanın yeniden doğması için bir bakış yeter. O bakış başkasına ait değilse, içten gelir. "Ben burada ne yapıyorum?" "Beni gören olsaydı" diyen iç ses… işte bu, görünme arzusunun son sığınağıdır.
Mürşid, sâliki bir dağın yamacındaki kulübeye yollar. Ne ayna vardır orada, ne ses, ne göz. Bir hafta sonra döner. Sâlik gözyaşlarıyla diz çöker: "Orada kendimi bile tanıyamadım, yok oldum sandım," der. Mürşid gülümser: "İşte şimdi başlıyorsun."
Çünkü riya, kendini tanımaya, kimlik kurmaya çalışırken başlar. Kendini unutmaya, yok olmaya razı olan, onunla vedalaşabilir.
Hiçlik, yalnızlığın derinleşmiş hâlidir. Orada sen bile kalmazsın. Kendini tanıtmak değil, tanımamak arzusu doğar. "Ben kimim?" sorusu yerini "Ben yokum" gerçeğine bırakır. Hiçliğe razı olmayan, riya üretmeye devam eder. Çünkü hiçlik, görünmemenin ötesidir: artık gösterilecek hiçbir şeyin kalmamasıdır. Ne anlatılacak bir geçmiş, ne savunulacak bir hâl, ne parlatılacak bir kimlik vardır. Hiçlik boşluktur. Ama bu boşluk korkunç değil; arındırıcıdır.
Kendini kendine bile gösterme. İç sesini sustur. Geriye sadece taşıyan kalırsa, anlarsın: taşıdığın şey sana ait değildir. O, sadece bir emanettir. Yalnızlık sana seni anlatmaz; senden seni alır. Hiçlikse, senden kalan gölgeleri de siler. Ve orada başlayan o mutlak sessizlik, riya için ölümden farksızdır.
Modern insan yalnızlığa dayanamaz. Çünkü yalnızlık, kendi yalanlarını işitmek demektir. Sessizlik, içteki alkışsızlığı duymak demektir. Riya, alkışsız yaşayamayan benliğin tek sesidir. O ses kesildiğinde boşluk doğar. O boşluğu taşımayı göze alan, riyanın ilk çatlağını açar. Çatlayan yerden hakikat sızar. Ama hakikat yalnızlara konuşur. Ve yalnızlık kendiliğinden gelmez; seçilir. Yalnızlık terk edilmek değil, çağrılmaktır.
Mürşid şöyle der: "Kendini kimseye anlatamadığın değil; artık anlatma ihtiyacı duymadığın yerdeysen, işte orada riya ölmüştür."
Her göz bir dilektir. Her bakış bir çağrıdır. Her görünme arzusu, bir varlık ilanıdır. Ve riya, bu arzunun surete dönüşmüş hâlidir. İnsan gösterilmek için bir şey yapmaz önce; sadece görülmek ister. Görülmeden yaşayamayacağına inanır. Hep göz arar. Hep bir tanık, hep bir şahit, hep bir onay.
Mürşid, bu döngüyü kırmak için önce konuşmaz. Sonra bakmaz. En son, görmez.
Mürşid sustuğunda sâlik, kendi sahte sesine çarpar. Mürşid bakmadığında sâlik, kendi boşluğunu duvar gibi hisseder. Mürşid görmediğinde sâlik, artık görünmediğini anlar. Görünmeyen bir şey sahnede yankı bırakmaz. Riya yankı ister. Riya göz ister. O yüzden mürşid, son darbeyi göze indirir: gözünü çeker.
Sâlik ne yaparsa yapsın, mürşid artık dönüp bakmaz. Çünkü bakarsa, sâlik kendini o bakışta yeniden kurar. Oysa hakikat kurulmaz; hakikat sökülür. Ve göz, en son sökülecek şeydir.
İnsan mürşidin gözüyle yaşar. Onun onayıyla yön bulur. Onun gözleriyle kendine bakar. En büyük riya, mürşidin gözünde şekil almaktır: "O beni gördü," "O beni beğendi," "O bana işaret etti." Ama gözle gelen, gözle gider.
Bu yüzden mürşid gözünü çeker. Ve o çekiş, riya için ölümdür. Artık gösterecek kimse yoktur. Onay verecek kimse yoktur. Yaptıklarına anlam katacak sahne yoktur. Ve işte burada, hakiki yol başlar: zemine doğru kanlı ama sessiz yürüyüş.
Kendini mürşidin gözünden bile çıkar. Mürşidin susuşunda boğulmayı göze al. Onun terk gibi görünen boşluğunda kal. Çünkü o terk değil, terbiyedir. O susuş, inkâr değil, en yüksek tanımadır. Tanıma, seni tanımadan; senden seni kurtararak gelir.
Mürşid son kez konuşur. Ama kelimeyle değil. Bir bakışla, bir yoklukla, bir sessizlikle: "Sen kendini anlatmayı bıraktığında, ben seni duyarım. Sen görünmekten vazgeçtiğinde, ben seni görürüm. Sen ‘ben’ olmaktan vazgeçtiğinde, ben seni taşırım."
Ve orada riya ölür. Göz susar. Dil susar. Kalp susar. Geriye yalnızca bir şey kalır: Olmamak.
Olmayanın gösterisi olmaz. Olmayanın sesi olmaz. Olmayanın tanığı gerekmez. Olmayan kendini anlatmaz. Olmayan fark edilmez. Olmayan yıkılmaz. Çünkü olmayan, artık hiçbir şeyin nesnesi değildir. Ve ancak hiçbir şeyin nesnesi olmayan, hakikatin taşıyıcısı olabilir.
Mürşid gözünü indirir. Sâlik başını kaldırmaz. Çünkü bilir: bakılacak bir şey kalmamıştır. Gösterilecek bir hâl, anlatılacak bir yol kalmamıştır. Geriye yalnızca susturulmuş bir iç kalmıştır.
Ve riya, işte orada ölmüştür.