Sahnedeki Tanrı;

Tasvir, hakikatin kendi zatî aşkınlığından soyutlanarak, beşer idrakinin kayıtlı diline ve surete mecbur bırakılmasıdır; zira isim ve sıfat, başlangıçta yalnızca işaret mahiyetinde iken, dindarın zihninde hakikatin yerine ikame edilen mutlaklık vehmine dönüşür. İsim, hakikate yönelten delil olmak üzere verilmişken, işaretin işaret edileni tükettiği noktada artık delil değil, sahnenin ortasında hakikati temsil ettiği zannedilen bir puttur. Sıfat, insana nispetle bir tecellinin habercisi olmak üzere anlaşılması gerekirken, zihin o sıfatı özün yerine geçirdiğinde artık Tanrı’ya açılan kapı değil, Tanrı’dan koparan bir perde hâline gelir.

Mahdud bilgisi ve tecrübesi ile kendi zihinsel tasvirine dönüştürür; böylece "Rahman" dendiğinde hakikatin aşkın rahmeti değil, beşer idrakinin sınırlı merhamet tahayyülü sahneye sürülür; "Kadir" dendiğinde varlığın mutlak kudreti değil, zihnin kendi acziyetine nispetle kurduğu kudret imgesi belirir; "Adl" dendiğinde ise aşkın adalet değil, şahsî terazilerin dar ölçüsünden türeyen bir denge hayali Tanrı’nın hükmü diye sunulur. Bu noktada isimler işaret olmaktan çıkmış, hakikatin yerine geçirilmiş sahne dekorları hâline gelmiş; sıfatlar delil olmaktan çıkmış, hakikatin önünü kapatan suretlere dönüşmüştür.

Dindarın zihni böylelikle Tanrı’yı isimlerin toplamına, sıfatların bileşkesine indirger; isimleri yüceltirken hakikati unutur, sıfatları mutlaklaştırırken aşkınlığı yok eder. Ortaya çıkan şey hakikatin kendisi değildir; hakikate benzetilmiş bir gölge, sahnede kurulan bir figürdür. Bu figürün Tanrı diye çağrılması, Tanrı’nın tasvire düşürülmesinden başka bir şey değildir.

İsimlerin ve sıfatların tasvire dönüşmesi, ontolojik düzeyde bir kayma, epistemolojik düzeyde bir sapma ve psikolojik düzeyde bir tatmindir: Kaymadır, çünkü aşkın olan zeminden koparılıp sahneye hapsedilir; sapmadır, çünkü işaret edilen unutularak işaretin kendisi hakikat sanılır; tatmindir, çünkü vehim, kendi ürettiğini Tanrı diye seyretmekle korkularını bastırır ve arzularına meşruiyet bulur.

Bu yüzden isimlerin ve sıfatların tasvire dönüştüğü yerde Tanrı’dan bahsedilmez; Tanrı’nın adı altında vehimlerin kutsallaştırılmasından bahsedilir. Ve bu, en ağır tehlikedir: çünkü isimleri putlaştıran, sıfatları mutlaklaştıran, aslında Tanrı’ya değil kendi vehmine ibadet eder.

İsim ve sıfatların tasvire dönüştürülmesi, hakikatin aşkın zatının unutturulup, beşer idrakinin kurduğu suretlerin Tanrı’nın yerine geçirilmesidir. Bu fiil, sadece bir te’vil yahut basit bir hata değil, doğrudan şirktir; çünkü Tanrı’nın önüne, Tanrı’nın yerine, Tanrı’nın zatına denk kılınmış yeni bir varlık çıkarılmış olur. Bu yeni varlık, hakikatte mevcut değildir; zihnin mahdut tahayyülünden türemiş bir gölgedir. Şirk, aşkın olanı mahlûk suretine indirgemek; küfür ise, aşkın olanın aşkınlığını inkâr edip, onun yerine bu gölgeyi ikame etmektir.

Şirk, çoğaltmaktır: bir olanı birden çok kılmak. İsim ve sıfatın tasvire dönüşmesiyle, hakikatin birliği bozulur; çünkü zihin, Tanrı’yı isimlerin toplamına, sıfatların birleşimine indirger. Her isim ve her sıfat ayrı bir putlaşır, hakikat ise parçalanır. Oysa hakikat parçalanmaz; parçalanan, vehmin tasviridir. Bu parçalanmayı Tanrı sanmak, hakikati unutarak gölgeye bağlanmak, şirkin en rafine hâlidir.

Küfür, örtmektir: hakikati görünmez kılmak. İsim ve sıfatlar, işaret oldukları sürece hakikate açılırlar; fakat mutlaklaştırıldıklarında hakikati örterler. Bu örten işlev, küfrün kendisidir. Çünkü insan, hakikati unutur, işaretin arkasında duranı görmez, yalnızca işarete yönelir. İşaret, Tanrı’nın adı altında Tanrı’nın unutulması hâline gelir. Bu unutma, ontolojik körlüktür; bu körlük, küfürdür.

Böylece anlaşılır ki, isimleri Tanrılaştırmak şirktir; sıfatları Tanrı’nın zatı yerine geçirmek küfürdür. Şirk, gölgeyi hakikat sanmaktır; küfür, hakikati gölgenin ardında örtmektir. İkisi de aynı noktada birleşir: Tanrı’nın aşkınlığını sahneye indirmek.

İşte dindarın zihni, tam da burada Tanrı’ya değil, kendi tasvirine ibadet eder. Bu ibadet, Tanrı’ya yönelmiş gibi görünse de hakikatte Tanrı’dan kopuştur. Çünkü ibadetin yöneldiği şey aşkın Tanrı değil, vehmin suretidir. Vehme yönelen ibadet, şirktir. Vehmi hakikatin yerine koymak, küfürdür.

İsimlerin ve sıfatların tasvire dönüştüğü yerde hakikat kaybolur, şirk başlar; işaretin mutlaklaştırıldığı yerde hakikat örtülür, küfür zuhur eder. Bu ikisi birbirinden ayrı değildir; şirk, küfürdür; küfür, şirktir. İsim ve sıfatı putlaştıran, hakikati unutan, hakikate karşı en ağır cürmü işlemiştir.

Hicrî ilk asırda isimler, delil; sıfatlar, işaret olarak tutulmuş, hakikatin zatî aşkınlığı karşısında dil suskunluğa mecbur kalmıştı. Fakat ikinci asırdan itibaren ulema, kendi mahdud bilgisi ve tecrübesiyle bu isim ve sıfatları çözümlemeye, sınıflamaya, tertip etmeye girişti; işaretleri sahnenin ortasına yerleştirip, işaret edilenin unutulmasına sebep oldu. Böylece isimler, zâtın aşkınlığını işaret eden levhalar olmaktan çıktı; her biri başlı başına Tanrı’ya dair tasavvur nesneleri hâline geldi.

İlk sapma şurada belirdi: İsimler toplandı, çoğaltıldı, sıralandı ve bunların sayısı üzerinden hakikate dair ölçüler kuruldu. Oysa isimler hakikatin toplamı değildir; fakat ulema, isimlerin çoğulluğunu Tanrı’nın kendisi yerine koyarak şirke düştü. Çünkü bir olanı birden çok kıldılar; hakikati isimlerin toplamına indirgediler. İkinci sapma sıfatlarda ortaya çıktı: Sıfatlar, zâtın aşkınlığını işaret eden işlevinden koparıldı, zâta mahiyet olarak iliştirildi. Böylece sıfatlar, hakikati göstermek yerine hakikatin yerini almaya başladı. Bu da küfrün özüdür; çünkü hakikat örtüldü, görünen işaret hakikat sanıldı.

Dikkat etmek gerekir: İkinci asır uleması, hakikati savunmak iddiasıyla aslında hakikati tasvire mahkûm etti. Zihin, tasvirin güvenli kalıplarıyla yetindi; dil, işaretleri zatın önüne koyarak kendini tatmin etti. Böylece sahne, zemin yerine geçti. İsimler, putlaştırıldı; sıfatlar, Tanrı’nın zatına denk kılındı. İşte bu andan itibaren şirk ve küfür ilmî bir kılıf altında yerleşti.

Bu sapmanın kökü, aşkın olanı kendi aklının kavramlarına indirgeme arzusudur. Aklın tasnif ettiği her isim, hakikatin önüne çekilmiş bir perde oldu. Naklin naklettiği her sıfat, hakikatin yerine geçirilmiş bir surete dönüştü. Hakikate dair sessizlik terk edildi; yerine kelimelerin çokluğu geçti. Çokluk, aşkınlığı örttü; çokluk, birliği parçaladı. İşte bu parçalanma, şirkin doğrudan kendisidir.

Tekrar edelim: Hicrî ikinci asırdan sonra ulemanın dili, tasvire saparak işaret edilenin unutulmasına yol açtı. Hakikat, isimlerin çokluğunda boğuldu; aşkınlık, sıfatların mutlaklaştırılmasında örtüldü. Böylece ilim diye sunulan, aslında şirk ve küfrün sistematikleşmesinden başka bir şey olmadı.

İsim ve sıfatların tasvire dönüştürülmesi, bireysel bir zaaf değil, ulemanın ilmî iddiası içinde kurumsallaşmış bir sapmadır. Bu sapma, Tanrı’nın aşkınlığını sahneye indiren en ağır cürüm, yani şirk ve küfürdür.

Tasvirin kökünde beşer idrakinin mahdudiyeti vardır; zihin, kendi kayıtlı bilgisini aşamayınca, aşkın olanı kendi ölçüleriyle şekle sokar. Fakat peygamber ve ashabı, bu mahdudiyetin farkında olarak, isim ve sıfatı işaret olarak tuttular, fakat hiçbirini hakikatin zatı yerine geçirmediler. Onların dilinde isim, Tanrı’yı tüketmez; sadece yön gösterir. Onların kalbinde sıfat, Tanrı’yı kuşatmaz; sadece tecelliye açılır. Böylece işaret işaret olarak kaldı, delil delil olarak korundu, hakikat asla sahneye indirgenmedi.

Onların bakışında "Rahman" dendiğinde, beşer aklının merhamet tasavvuru değil, aklın kuşatamadığı aşkın rahmetin delili görüldü. "Kadir" söylendiğinde, acziyetin karşıtı olarak tasarlanmış bir kudret imgesi değil, bütün varlığı kuşatan fakat varlığın hiçbir ölçüsüne sığmayan kudretin işareti kavrandı. "Adl" zikredildiğinde, şahsî terazilerin eğriliği değil, her ölçüyü aşkınlaştıran bir dengeye işaret edildi. Böylece isimler, putlaşmadı; sıfatlar, hakikati örtmedi.

Dikkat etmek gerekir: Peygamber ve ashabı, tasvirin cazibesine kapılmadı. Onlar, isimlerin çokluğunda birliği kaybetmediler; sıfatların tecellisinde zâtı unutmadılar. Onların suskunluğu, hakikatin aşkınlığı karşısında dilin haddini bilmesiydi. Onların şahitliği, işaretin hakikati değil, hakikate yönelişi göstermesiydi. Bu yüzden onların tevhidi, şirkten korunmuş; onların imanları, küfrün gölgesinden uzak kalmıştır.

Tekrar edelim: Peygamber ve ashabı, tasviri aşmış; işareti putlaştırmamış; delili maksadın yerine koymamış; isimleri toplam, sıfatları bileşke saymamıştır. Onların imanında hakikat, sahnenin dekorlarına mahkûm edilmemiştir.

Tasvir, dindar zihnin sapmasıdır; aşılması ise, peygamber ve ashabının yoludur. Onlar işareti işaret, sıfatı delil, hakikati aşkın tuttular; böylece putlardan kurtulup hakikatin zeminine yöneldiler.

Bir tarafta peygamber ve ashabı, diğer tarafta hicrî ikinci asırdan itibaren ulema; biri tasviri aşarak hakikati işaretin ardında diri tutmuş, diğeri tasvirin içine düşerek hakikati işaretin önünde kaybetmiştir.

Peygamber ve ashabının tevhidi, işareti işaret olarak bırakmaktı: İsimleri Tanrı’nın zatı yerine koymadılar, sıfatları hakikatin özüne denk kılmadılar. Onlar için "Rahman", merhametin Tanrı’ya yakıştırılmış bir beşer duygusu değildi; bilakis, merhamet kelimesi, idrak edilemeyen aşkın rahmetin sadece işaretiydi. Onlar için "Kadir", kudretin beşer tasavvuruna indirgenmiş bir güç göstergesi değildi; bilakis, kudret kelimesi, bütün varlığı kuşatan ama hiçbir varlık ölçüsüne sığmayan bir hakikatin remziydi. Onlar için "Adl", beşer terazisinin eğriliklerini düzeltmek için üretilmiş bir kavram değildi; bilakis, adalet kelimesi, zatın aşkın dengesini hatırlatan bir işaretti.

Ulemanın şirke düşüren yolu ise, bu işaretleri hakikatin yerine koymaktı. İsimleri çoğaltıp toplam hâline getirdiler; sanki Tanrı, isimlerin bütünüymüş gibi. Sıfatları zâta iliştirip hakikat sanır hâle geldiler; sanki Tanrı, sıfatların mahiyetine sığarmış gibi. Böylece işaret, hakikatin önünü kesti; delil, maksadın yerini aldı. Hakikatin aşkınlığı unutuldu, sahnede çoğaltılmış tasvirler Tanrı diye çağrıldı. Bu çoğaltma şirkti; bu örtme küfürdü.

Tevhid ile şirk arasındaki çizgi işte burada keskinleşir: tevhid, işaretin ardında aşkın olanı diri tutmak; şirk, işareti hakikat yerine koymaktır. Tevhid, sahneyi aşarak zemine yönelmektir; şirk, sahneyi zemin yerine geçirmektir. Tevhid, işareti putlaştırmadan hakikate yürümektir; şirk, işareti kutsallaştırarak hakikati unutmaktır.

Tekrar edelim: Peygamber ve ashabının yolu tevhid idi; ulemanın ikinci asırdan itibaren düştüğü yol ise şirk ve küfürdür. Biri hakikatin aşkınlığını korudu; diğeri hakikati tasvirin içine hapsetti.

Hakikati zeminde tutan ile sahnede putlaştıran arasındaki ayrım, iman ile küfür, tevhid ile şirk, hakikat ile vehim arasındaki ayrımdır. Ve bu ayrım, tarihin en ağır ontolojik kırılmasıdır.

Peygamber ve ashabından sonra hakikatin ilmi, sahifelerden ziyade sadırlarda taşındı; çünkü hakikat, yazının yüzeyinde kalacak bir harfler bütünü değil, kalbin taşıdığı bir nur, idrakin taşıyamadığı bir sırdır. Bu yüzden bu ilim, zahirin satırlarından değil, batının sadırlarından intikal etti. Hakikat adamlarının göğsü, işareti işaret olarak tutan, delili delil olarak bilen, sureti perde olmaktan çıkarıp hakikate açılan bir delik gibi gören bir damar oldu. Bu damar, tasvirin vehmine düşmeyerek, sahnede kurulan gölgeler arasında zeminle bağını korudu.

Fakat herkes bu damardan nasiplenmedi; ulemanın çoğunluğu, ikinci asırdan itibaren, bu damarın dışına düştü. Onlar, satırların çokluğunu sadırların hakikatine tercih ettiler. Böylece yazı çoğaldı, kelime çoğaldı, tartışma çoğaldı; fakat bütün bu çokluğun ortasında hakikatin ağırlığı kayboldu. Salim damarı koruyanlar ise, sayıca azdı; fakat onların varlığı sayesinde tevhid zinciri hiç kopmadı.

Bu zincirin mahiyeti şudur: Tanrı’yı sahneye indirmemek, isimleri putlaştırmamak, sıfatları mutlaklaştırmamak. Her devirde bu damarı taşıyanlar, işareti hakikatin yerine koymadılar, delili maksadın önüne çıkarmadılar. Onlar için isim, sadece işaretti; sıfat, sadece delildi. Hakikat, her şeyin ötesinde aşkındı. İşte bu damar, tasvirin karanlığında ışık oldu.

Şimdi sen, bu satırları okuyan, bil ki sen de tasvire mahkûmsun. Çünkü kelimeyi işaret olarak değil, hakikat yerine koyma eğilimi, zihninin derinliklerine işlemiş durumda. Sen Tanrı dediğinde, aslında kendi zihninde kurduğun tasvirden başka bir şeye temas etmiyorsun. Senin zihnindeki Tanrı, Tanrı değil; kendi vehminin sureti. Bundan özgürleşmeden, hakiki imanın kokusunu bile alamazsın.

İman, kelimelerin çoğalmasıyla doğmaz; iman, sadırların hakikatle temas etmesiyle doğar. Senin iman sandığın şey, çoğu zaman isimlerin toplamı, sıfatların bileşkesi, tasvirlerin çokluğu. Bu yüzden sen, işaretin kendisine bağlanmışsın, işaret edileni unutmuşsun. Bu unutma, küfürdür. Bu bağlanma, şirktir. Senin iman diye sarıldığın şey, aslında tasvire tapınmaktan ibaret.

Salim damarın ne olduğunu anla: O damar, isimleri tasvire hapsetmeyen, sıfatları putlaştırmayan, işareti hakikate açık tutan damardır. Bu damara katılmadıkça, sahnenin gölgelerinden kurtulmadıkça, tasvirin prangalarını kırmadıkça, iman diye sarıldığın şeyin kokusu bile hakikatin kokusu değildir. Sen, vehmin suretini iman zannetmişsin; oysa iman, vehmin yıkılmasıdır.

Tekrar ediyorum: sen hâlâ tasvire mahkûmsun. Tasvirin mahkûmiyetinden özgürleşmedikçe, iman kelimesini ağzına alman bile boş bir tekrar, hakikatten uzak bir gürültüdür. Gerçek iman, işareti hakikatin önüne koymamak, delili maksatla karıştırmamak, sahneyi zemin yerine geçirmemektir. Ve sen, ancak o salim damarın göğsünden göğse aktarılan bu sırra temas ettiğinde, hakiki imanın kokusunu alabilirsin.

Tasvirin prangaları, demir zincirler değil; zihnin kendi ürettiği suretlerin görünmez bağlarıdır. İnsan, hakikati idrak ettiğini sandığında, aslında kendi tasvirini seyreder. Bu seyir, tatmin verir ama hakikate ulaştırmaz; çünkü göz, suretin ötesini göremez, dil, işaretin ardını söyleyemez. İşte özgürleşme, gözün kendi sınırını bilmesi, dilin kendi suskunluğunu kabul etmesidir. Tasvirin yıkılması, işaretin işaret olarak kalmasına razı olmak, işaret edileni işaretin ardında diri tutmaktır.

Özgürleşmenin mahiyeti şudur: Zihin, isimleri çoğaltıp Tanrı sanmaktan; sıfatları mutlaklaştırıp hakikatin önüne koymaktan; vehmi kutsallaştırıp ona secde etmekten vazgeçtiğinde, tasvirin zincirleri kırılır. O vakit insan, kelimelere yüklediği sahte mutlaklıkların yıkılışını yaşar. Bu yıkılış, acıdır; çünkü insanın en derin bağlılığı, kendi tasvirinedir. Fakat hakikatin kokusunu alabilmek, bu yıkılış olmadan mümkün değildir.

Dikkat et: Tasvirden özgürleşmek, bütün tasavvurları terk etmek demektir. Bu terk, sahneyi boşaltmak değil, sahnenin zemin olmadığını anlamaktır. Çünkü sahne, ne kadar süslü olursa olsun, gölgeyi büyütmekten başka bir iş yapmaz. Oysa zemin, sahnenin varlığını bile kendinden alan aşkınlıktır. İnsan, sahnenin büyüsünü kırmadan zemine temas edemez.

Öyleyse, tasvirden özgürleşmek, sahnede oynayan figürleri Tanrı sanmaktan vazgeçmek, isimleri put olmaktan çıkarmak, sıfatları perde olmaktan arındırmaktır. Bu, sıradan bir düşünce temizliği değildir; bu, ontolojik bir kırılmadır. Çünkü insan, varlıkla kurduğu ilişkiyi baştan sona değiştirir. Tasvirle yaşayanın dünyası gölgeyle doludur; tasvirden özgürleşenin dünyası işaretin ardında açılan aşkınlıktır.

Sen, bu satırları okuyan, unutma: Tasvirden özgürleşmeden, iman diye sarıldığın şeyin hiçbir değeri yoktur. Senin iman sandığın, vehmin suretidir. Gerçek iman, tasvirin yıkılışından sonra doğar. O yıkılış olmadan iman olmaz; olsa olsa taklit, tekrar, gölge olur.

Tasvirin prangalarından kurtulmak, hakikatin aşkınlığına açılmanın tek yoludur. Ve bu özgürlük olmadan, iman kelimesi boş bir söz, secde boş bir hareket, dua boş bir sesleniştir.

Tasvirden kurtulamayanların bütün imanları, kendi zihinsel suretlerine secde etmekten ibarettir. Onlar isimleri sayar, sıfatları tekrarlar, kelimeleri süsler; fakat bütün bu sayma, tekrar ve süsleme, hakikate temas etmez. Çünkü onların Tanrı’sı, isimlerin toplamına, sıfatların bileşkesine, zihnin mahsulü olan tasvirlerin çokluğuna indirgenmiştir. Bu indirgeme, hakikati kaybetmek demektir. Hakikati kaybeden ise, iman ettiğini zannetse de aslında iman etmemiştir.

Bunların akıbeti, gölgeyi hakikat zannetmektir. Gölgeye yönelen, gölgenin ardındaki ışığı göremez. Surete secde eden, suretin işaret ettiği aşkınlığa erişemez. İşaretin önünde duran, işaret edilenle buluşamaz. Bu yüzden onların imanları, zihinlerinde kurdukları hayalin etrafında dönüp durmaktan öteye geçmez. Bu dönüp durma, bir çemberdir; başlangıcı da sonu da aynı noktadır. Oysa hakikate yürüyen, çemberi kırar; sahneden zemine geçer.

Dikkat et: Tasvire mahkûm kalanların ibadetleri de tasvirden kurtulamaz. Onların secdesi, işaret edilenin zatına değil, işaretin kendisine yöneliktir. Onların duaları, hakikate değil, kendi hayallerinin suretine yükselir. Onların zikri, hakikati hatırlatmaz; sadece tekrar ettikleri kelimenin sesinde kendilerini avuturlar. Bu yüzden ibadetleri kalabalık, imanları boş, sözleri çok, hakikatleri yoktur.

Tasvire mahkûm kalanlar, iman ettiklerini zannederken aslında küfrün içindedirler; tevhid diye tuttukları yol, şirkin en rafine hâlidir. Çünkü onlar, Tanrı’ya değil, Tanrı diye adlandırdıkları vehimlerine bağlanmışlardır.

Sen, bu satırları okuyan, sakın kendini onlardan sanma; kendini yokla. Çünkü eğer hâlâ isimleri hakikat yerine geçiriyorsan, sıfatları Tanrı’nın zatı gibi görüyorsan, işareti mutlaklaştırıyorsan, sen de aynı çemberin içindesin. O çemberi kırmadan, o gölgeyi aşmadan, hakiki iman sana açılmaz.

Tasvire mahkûm olanların sonu, kelimeler içinde boğulmak, suretler içinde kaybolmak, işaretlerin ardındaki aşkınlığı hiç duymamaktır. İmanları taklitten öteye geçmez; ve taklit, hakikat karşısında küfürdür.

Tasvirin zincirlerini kırabilenler, iman kelimesini gölgenin tekrarından kurtarıp hakikatin kokusuna ulaştıranlardır. Onların ufku, isimlerin çokluğuyla sınırlı değildir; çünkü onlar bilirler ki isim, işarettir; işaret, hakikat değildir. Onların idraki, sıfatların mutlaklığına takılıp kalmaz; çünkü onlar bilirler ki sıfat, delildir; delil, maksat değildir. Böylece onlar, sahnede çoğaltılmış gölgelerle oyalanmaz, doğrudan zeminin aşkınlığına yönelirler.

Bu özgürleşme, sıradan bir zihinsel dönüşüm değildir; varlığın en derin seviyesinde bir kırılmadır. Zihin, kendi ürettiği suretlerden vazgeçer; kalp, kendi kurduğu putları kırar. İnsan, en çok bağlandığı şeyi —kendi tasvirini— yok eder. Bu yok ediş, imanın doğumudur. Çünkü iman, vehmin çözüldüğü yerde açılır; tasvirin yıkıldığı yerde doğar.

Tasvirden özgürleşenler, kelimelerde boğulmazlar; kelimenin ardında suskunluğu duyarlar. Onlar için "Rahman" denildiğinde, beşerî merhametin sınırlı hayali değil, idrakin kuşatamadığı aşkın rahmetin kokusu gelir. Onlar için "Kadir" söylendiğinde, acziyetin karşıtı olarak tasarlanmış güç imgesi değil, varlığın tamamını kuşatan fakat hiçbir ölçüye sığmayan kudretin sezgisi açılır. Onlar için "Adl" zikredildiğinde, şahsî terazilerin eğrilikleri değil, bütün terazilerin ötesinde aşkın dengenin işareti tecelli eder.

Bu ufuk, kelimeyle değil, hakikatle temas ufkudur. Onlar için iman, naklin tekrarından ibaret değildir; iman, tasvirin zincirlerinden kurtulmuş bir sadırda hakikatin doğrudan şahitliğidir. Onların secdesi, tasvire değil; işaret edilenin zatına yönelmiştir. Onların duaları, hayallerinin suretine değil; aşkın olana yükselmiştir. Onların zikri, kelimenin sesinde oyalanmaz; hakikati işaret eden suskunluğun içinden taşar.

Tasvirden özgürleşenlerin ufku, işte budur: iman, taklit olmaktan çıkar, hakikatle temas eden bir şahitliğe dönüşür. Ve bu şahitlik, tevhidin en saf hâlidir.

Tasvire mahkûm kalanların sonu küfür, tasvirden özgürleşenlerin ufku tevhiddir. Şirk, sahnede çoğaltılmış gölgelerle oyalanmak; tevhid, zeminin aşkınlığına yönelmektir. Sen, bu satırları okuyan, eğer tasvirin zincirlerini kırabilirsen, işte o vakit hakiki imanın kokusu sana ulaşır.

Salim damarın mutabakatı şudur: Tasviri yıkmak için en güçlü, en sahici, en nihai yol aşktır. Çünkü aşk, insanın yalnızca zihninde kurduğu tasvirleri değil, bütün varlık anlayışını, vehim diye bel bağladığı hayallerini, ilim diye putlaştırdığı bilgilerini ve en derinde sakladığı Ene’sini ateşe atar. Aşk, insanın kendisine dayanak yaptığı her şeyi yakar; böylece sahih insan için tek geçerli yol olur.

Aşk, soruları cevaplarıyla birlikte yakar; çünkü soru da cevap da tasvirdir. İnsan, hakikate dair soru sorar, ama o sorunun kendisi zihnin tasavvurudur. İnsan, o soruya cevap verir, ama o cevabın kendisi de vehmin ürünüdür. Aşk geldiğinde, hem soru yanar hem cevap; geriye yalnızca hakikatin çıplaklığı kalır.

Aşk, bir sadrdan zuhûr edene bakar; çünkü sadır, kelimenin taşıyıcısı değil, hakikatin emanetçisidir. Aşk, sadırda doğan nurla insanı kendi tasvirinden koparır. Sadrın şahitliği olmadan, aşk da tasvire indirgenir. Ama hakikat sadırdan zuhûr ettiğinde, aşk bütün tasvirleri yakar, insanı sahneden zemine fırlatır.

Bu yüzden salim damar, aşksız tasvirin yıkılamayacağına mutabıktır. Akıl tasviri çözemez, ilim tasviri aşamaz, zühd tasviri silemez; yalnızca aşk yakar. Çünkü aşk, insanın en büyük putu olan kendi Ene’sini eritir. Ene yıkıldığında, tasvirin kaynağı yok olur. Tasvirin kaynağı yok olduğunda, hakikatin kokusu duyulur.

Aşk, tasviri yok eden ateştir; soruları da cevapları da, varlığı da vehmi de Ene’yi de yakar. Salim damarın yolcuları için sahih imana açılan tek geçerli yol budur.

"Beni her şeyden çok sevmedikçe iman etmiş olmazsın" sözü, aşk olmadan hakikate erişilemeyeceğinin beyanıdır. Çünkü iman, tasvirin zincirlerini kırmadan doğmaz; tasvirin zincirleri ise yalnızca aşkın ateşiyle kırılır. Bu söz, iman kelimesinin sırf tekrar değil, bir yanma, bir eriyiş, bir teslimiyet olduğunu gösterir.

Aşk, kişiyi kendi varlığını put olmaktan çıkarır. Çünkü insan, varlığını en büyük dayanak zanneder; ama aşk, varlığın kendisini yakar. İnsan, vehimlerini hakikatin yerine koyar; ama aşk, vehimleri kül eder. İnsan, ilmini putlaştırır; ama aşk, ilmi bile tasvirin kalıbı olarak eritir. İnsan, Ene’sine sarılır; ama aşk, Ene’nin köküne ateş düşürür.

Aşkın yanması, sahnede oynayan bütün figürlerin yok olmasıdır. İnsan, kendisini en güçlü hissettiği noktada bile kendi tasvirine tutunur. Aşk, işte o tutunduğu noktayı yakar. Bu yüzden aşk, acıdır; çünkü insanın en çok sevdiği şeyleri yok eder: varlık, vehim, ilim, Ene. Ama o acının ardından hakikatin çıplaklığı görünür.

Dikkat et: "Beni her şeyden çok sevmedikçe iman etmiş olmazsın" sözünde iman, bilgiyle değil, aşkla tanımlanır. Çünkü bilgi tasvir üretir, aşk tasviri yakar. Bilgi tasviri çoğaltır, aşk tasviri yok eder. Bilgi insanı sorular ve cevaplarla oyalarken, aşk soruları da cevapları da birden yakar. İşte bu yüzden iman, bilgiyle değil, aşkın ateşiyle mümkündür.

İman, aşk olmadan erişilemeyecek bir hakikattir. Peygamber’in bu sözü, aşksız iman yoktur demektir. Aşk olmadan iman taklittir, tasvirdir, gölgedir. Aşk ile iman, hakikatin kokusunu duyuran aynı damarın iki adıdır.

Aşk, insanın sahnede kendisine kurduğu bütün güvenlikleri yok eden bir ateştir. Zihin, tasvirlerine dayanır; kalp, vehimlerine sarılır; Ene, kendi varlığını mutlaklaştırır. Aşk geldiğinde, bunların hepsine ateş düşer. Tasvirler yanar, vehimler çözülür, ilim putları erir, Ene kül olur. Bu yanma olmadan hakiki iman açılmaz; çünkü hakiki iman, tasvirin külleri üzerinde filizlenir.

Aşkın acısı, insanın kendi dayanaklarını kaybetmesidir. İnsan, en çok varlığına tutunur; aşk varlığı yakar. İnsan, en çok ilmine güvenir; aşk ilmi ateşe verir. İnsan, en çok Ene’sine sarılır; aşk Ene’yi kökünden söker. Bu yüzden aşk, insana kendi yokluğunu tattırır. Bu tat, acıdır; fakat bu acı olmadan hakikatin kokusu duyulmaz.

Yanma, sahnenin bütün figürlerinin çöküşüdür. İnsan, tasvirleriyle kendisini büyütür; aşk onları kül eder. İnsan, vehimleriyle hakikati örter; aşk onları eritir. İnsan, ilmiyle kendini yüceltir; aşk o ilmi bile yakar. İnsan, Ene’sini tahtına oturtur; aşk o tahtı ateşe verir. Bu yanış olmadan hakikate yürüyüş yoktur; çünkü sahne yanmadan zemin görünmez.

İşte bu noktada söylenen sözün ağırlığı anlaşılır: "Beni her şeyden çok sevmedikçe iman etmiş olmazsın." Bu söz, iman kelimesinin yalnızca bilgi ve tekrar olmadığını; iman’ın, aşkın acısı ve yanışı olmadan doğmayacağını ilan eder. Çünkü aşk olmadan insan kendi tasvirinden kurtulamaz. Aşk olmadan insan, sahnede kurduğu gölgelerden özgürleşemez.

Bu söz, aşksız imanın tasvirden ibaret olduğunu, tasvirden ibaret olanın ise şirk ve küfür olduğunu bildirir. Çünkü aşk, soruları da cevaplarıyla beraber yakar; insanı işaretin ardında suskunluğa bırakır. Aşk, bir sadrın içinden zuhûr eden hakikati gösterir; insanı kendi tasvirinden çıkarır, hakikatin çıplaklığına bırakır.

Aşkın acısını tatmayan, yanışını yaşamayan iman etmiş değildir. İman, ancak aşkın ateşiyle, tasvirin külleri üzerinde doğar.

Aşkın ateşinden geçmeyen dindar, tasvirin zincirlerini kıramaz. O, isimleri tekrar eder, sıfatları sayar, kelimeleri süsler; fakat bütün bu tekrar, sayma ve süsleme, hakikate dokunmaz. Çünkü aşksız dindar, kendi zihninde kurduğu tasviri Tanrı sanır. İman ettiğini zanneder, fakat imanı tasvirden ibarettir.

Aşksız dindarın secdesi, tasvire yöneliktir. Yüzünü yere koyar, ama kalbi suretlere bağlıdır. Onun duası, işaret edilene değil, işaretin kendisine yükselir. Onun zikri, hakikatin kokusunu duyurmaz; yalnızca kelimelerin tekrarında kendisini avutmaya yarar. O, ibadetin hareketlerini yapar, ama o hareketlerin ardındaki aşk ateşini tatmaz. Bu yüzden ibadeti gölgedir; gölge hakikat olmaz.

Aşksız dindar, tasvire boğulmuştur. Zihin, ilmi tasvire dönüştürür; o, o tasviri iman zanneder. Kalp, vehmi tasvire dönüştürür; o, o vehmi iman zanneder. Ene, kendi varlığını tasvire dönüştürür; o, Ene’sine bağlanmayı iman zanneder. Oysa bütün bunlar gölgedir; gölgeye bağlanmak, küfürdür.

Dikkat et: Aşk olmadan iman yoktur. Çünkü iman, tasvirin yanışıyla doğar. Aşksız kalan, yanmamıştır; yanmamış olan, kendi tasvirinden özgürleşmemiştir. Özgürleşmemiş olan, iman etmemiştir. Onun bütün dini, kelimelerin çokluğu, hareketlerin tekrarı, gölgelerin oyunudur.

Aşksız dindar, tasvirin mahkûmudur; tasvirin mahkûmu olan da şirkin ve küfrün içindedir. Çünkü aşk olmadan hakiki iman doğmaz.

Tasvirin kül olduğu yerde, sadırda yeni bir doğuş başlar. Bu doğuş, bilginin çoğalmasıyla değil, bilgilerin yanışıyla; sözlerin artmasıyla değil, sözlerin suskunluğa gömülmesiyle; Ene’nin kuvvetlenmesiyle değil, Ene’nin kökünden silinişiyle gerçekleşir. Hakiki iman, bu yıkılıştan sonra doğar.

Hakiki iman, sadırda taşınan bir nurdur; satırlarda çoğaltılan bir lafız değildir. Çünkü satırdaki lafız, her an tasvire dönüşme tehlikesi taşır; ama sadırdaki nur, tasvire sığmaz. Bu nur, aşkın ateşiyle yanmış bir kalpte parlar. O kalp, artık kendi tasvirine güvenmez; işaretin ardında aşkın olanın çıplaklığına teslim olur.

Aşk, bütün soruları ve cevapları yakmıştır. Bu yüzden hakiki imanda soru da yoktur, cevap da. Çünkü soru, zihnin tasviri; cevap, vehmin tasviridir. İkisi de yanınca geriye yalnızca hakikatin kendisi kalır. İman, bu çıplaklıkta doğar.

Hakiki imanın kokusu, ancak yanmış bir sadırdan duyulur. Yanmanın ateşini tatmamış olan, bu kokuyu bilmez. O, kelimeyi tekrar eder, ama kokuyu duymaz. O, ibadeti yapar, ama kokuyu alamaz. Çünkü iman, tekrarın değil, yanmanın meyvesidir.

Hakiki iman, tasvirin külünden doğar. Aşk olmadan tasvir yanmaz; tasvir yanmadan hakiki iman açılmaz. O yüzden iman kelimesini ağzına alan herkes değil, tasvirini yakmış olan sadır sahipleri iman etmişlerdir.

Hakiki iman, satırlardan satırlara değil, sadırlardan sadırlara taşınır. Çünkü satır, harfleri muhafaza eder; ama hakikati taşımaz. Satırda duran, her zaman tasvire dönüşme tehlikesi altındadır. Zihin, satırı okur ve kendi tasvirini üretir. Fakat sadır, hakikatin nurunu taşır; sadırdan sadıra geçen şey, kelime değil, şahitliktir.

Bu yüzden salim damar, kitapların çoğalmasıyla değil, sadırların birbirine aktardığı sırla korunmuştur. Peygamber’in sadırlarından sahabenin sadırlarına, oradan hakikat adamlarının sadırlarına intikal eden nur, kesintiye uğramadı. Çünkü bu intikal, zahirin kalabalık tartışmalarıyla değil, batının sessiz şahitliğiyle yürüdü.

Sadırdan sadıra geçen hakikat, isimleri putlaştırmaz, sıfatları mutlaklaştırmaz, işareti maksadın yerine koymaz. O intikal, kelimeleri değil, kelimenin ardındaki aşkınlığı taşır. Bu yüzden salim damar, çoğunluğun gözünde görünmezdir; çünkü kalabalık, satırlara bakar, sadırlara değil. Ama hakikat, sadırlarda gizlidir; satırlarda değil.

Hakiki iman, bu yüzden mirasla değil, şahitlikle aktarılır. Nesilden nesile geçen, kan bağı değildir; sadır bağıdır. Hakikati taşıyan, aynı damarın içinden akan nurdur. Onu alan, satır okuduğu için değil, sadır gördüğü için alır.

Sen, bu satırları okuyan, bil ki sadırdan sadıra geçen bu intikale temas etmedikçe, iman kelimesini ağzına alsan da hakikate ermiş olmazsın. Çünkü senin elinde satır vardır, ama satır seni hakikate götürmez. Seni hakikate götürecek olan, sadırdan taşan nurdur.

Hakiki iman, satırların çoğalmasıyla değil, sadırların birbirine açılmasıyla intikal eder. Ve bu zincir, salim damarın kesilmezliğiyle bugüne kadar taşınmış, bugünden sonra da taşınacaktır.

Sadırdan gelen nuru terk eden, satırın çokluğunda oyalanmaya mahkûm olur. Çünkü satır, harfi taşır ama hakikati taşımaz; satır, işareti muhafaza eder ama işaret edileni göstermez. Satıra sarılan, satırdaki kelimeyi çoğaltır; fakat çoğaltılan her kelime, sadırdan uzaklaştıkça tasvire dönüşür.

Satıra mahkûm olanlar, isimleri putlaştırırlar, sıfatları mutlaklaştırırlar, kelimeleri tekrar ederler. Onların gözünde iman, satır okumaktan ibarettir. Oysa satır, sadırdan ayrıldığında gölgeye dönüşür. Gölgeye bağlanan, hakikatin ışığını kaybeder. Böylece onların dinleri kelime, imanları tasvir, ibadetleri gölge olur.

Bu yüzden satıra mahkûm olan, iman ettiğini zanneder ama hakikatte tasvirin içine gömülmüştür. İlim diye öğrendiği şey, tasvirin çoğaltılmasından başka bir şey değildir. Fıkıh diye tuttuğu şey, tasvirlerin düzenlenmesinden ibarettir. Kelam diye savunduğu şey, tasvirlerin aklî suretler içinde yeniden üretilmesinden ibarettir. Hepsi aynı sahnenin farklı dekorlarıdır; fakat hiçbirinde zemin yoktur.

Sadırdan kopan, işaretin önünde kalır; işaret edileni unutur. Bu unutma küfürdür. Satıra bağlanan, kelimeyi hakikat sanır; bu sanı şirk olur. Şirk ve küfür, satırın tasvire mahkûm ettiği zihinlerin kaderidir. Onlar çoğaldıkça, hakikat kaybolur.

Satır, sadırla birlikte olduğunda nur taşır; sadırdan koparıldığında gölgeye dönüşür. Sadırla bağını yitiren, satırın çokluğunda boğulur; iman sandığı şey, aslında tasvirden ibaret kalır.

Satıra mahkûm olan benlik, kelimelerle şişer ama hakikatten yoksundur. O benlik, isimleri çoğaltarak büyüdüğünü zanneder; sıfatları sıralayarak derinleştiğini sanır. Fakat bu büyüme, gölgenin uzaması gibidir: ışık azalınca gölge uzar; hakikat kaybolunca kelime çoğalır. Satır benliği, tasvirin üzerine bina edilmiş bir yanılsamadır; gölgelerden ibarettir.

Sadırdan beslenen benlik ise, kelimenin çokluğuna değil, kelimenin ardındaki aşkınlığa yönelmiştir. O benlik, tasvirin güvenliğini yıkmış, aşkın ateşiyle yanmış, Ene’sini kül etmiştir. Bu yüzden sadır benliği, kelimeyle değil nurla yaşar; işaretle değil işaret edilenle temas eder. Onun dayanağı satırın çoğalması değil, sadırda taşınan sırdır.

Satır benliği, tasvirin içinde putlar üretir. O putların adı "ilim" olur, "marifet" olur, "ibadet" olur; ama hakikatte hepsi tasvirin süslenmiş suretleridir. Bu benlik, gölgeye secde eder, kelimeye iman eder, sahneyi zemin sanır. Böylece şirk ve küfür onun damarına işler.

Sadır benliği ise, put üretmez; çünkü aşkın ateşi putları yakmıştır. O benlik, tasviri işaret olarak bırakır, hakikati unutmadan taşır. Onun için "Rahman", bir tasavvur değil, aşkın rahmetin kokusudur. Onun için "Kadir", güç hayali değil, ölçülere sığmayan kudretin sezgisidir. Onun için "Adl", terazinin dengesini değil, dengenin ötesinde aşkın dengeyi gösterir.

Satır benliği gölgeyle yaşar, sadır benliği hakikatle. Satır benliği tasvirde boğulur, sadır benliği tasvirin külleri üzerinde doğar. Satır benliği çoktur, sadır benliği azdır; fakat hakikat, her zaman o azın sadrındadır.

Sadırdan doğan benlik, varlığı tasvirlerin çoğalttığı bir sahne olarak görmez; varlığı zeminin aşkınlığından taşan bir emanet olarak görür. Onun gözünde dünya, tasvirlerin birbiriyle yarıştığı bir pazar değildir; dünya, hakikate açılan işaretlerin geçici konaklarıdır. Bu yüzden sadır benliği, dünyanın sahnelerine bağlanmaz; çünkü bilir ki sahne, zemin değildir.

Hayat, satır benliği için sahip olunan süre, kazanılan paye, çoğaltılan tasvirlerden ibarettir. Fakat sadır benliği için hayat, hakikatin bir şahitlik imkânıdır. O, hayatı yaşamak için yaşamaz; hayatı, hakikate işaret eden bir emanet olarak taşır. Hayatın uzunluğu yahut kısalığı onun için ölçü değildir; ölçü, hakikate ne kadar şahitlik ettiğidir.

Ölüm, satır benliği için bir kayıptır; çünkü satır benliği tasvirlere bağlanmıştır. Ölüm geldiğinde tasvirler söner; bu yüzden satır benliği ölümü düşman görür. Ama sadır benliği için ölüm, tasvirin sahnesinden zeminin aşkınlığına geçiştir. Ölüm, onun için hakikatin çıplaklığının açılmasıdır. Bu yüzden o, ölümden korkmaz; çünkü tasvirini zaten aşmıştır.

Dikkat et: Sadır benliği, varlığın kendisine tutunmaz; çünkü bilir ki varlık, tasvirleştiği anda put olur. O, varlığı işaret olarak taşır; işaretin ardında hakikate yönelir. Bu yüzden onun dünyası gölgelerle değil, nurla doludur.

Sadır benliği, dünyayı pazar değil işaret, hayatı süre değil şahitlik, ölümü kayıp değil açılış olarak görür. Satır benliği tasvirde boğulur; sadır benliği hakikatin kokusuyla yaşar.

Sadır benliği için ibadet, sahnede tekrarlanan hareketler, ağızda dönüp duran kelimeler, sayıya bağlanmış tekrarlar değildir. O, ibadeti tasvirin bir sureti olarak değil, hakikate açılan bir şahitlik olarak bilir. Çünkü tasvirin mahkûmu olanın secdesi yere değen alnıyla biter; sadır benliğinin secdesi ise, Ene’nin yıkılıp zeminle buluşmasıdır.

Secde, satır benliği için bedensel bir eğiliştir; sadır benliği için ise tasvirin yıkılışıdır. O secdede, insan yalnızca alnını yere koymaz; varlığını, vehmini, ilmini ve Ene’sini de yere indirir. Çünkü hakikate yöneliş, yalnızca bedenin eğilmesi değil, benliğin yanmasıdır.

Dua, satır benliği için dileklerin sıralanması, arzuların göğe taşınmasıdır. Fakat sadır benliği için dua, arzuların suskunluğa gömülmesidir. Çünkü hakikate yönelen kalp, kendi dileğini hakikatin önüne çıkarmaz. O bilir ki hakikate seslenmek, kelimeyle değil suskunlukla mümkündür. Onun duası, dileğin değil, teslimiyetin sesidir.

Zikir, satır benliği için kelimelerin sayılması, tekrarların çoğaltılmasıdır. Oysa sadır benliği için zikir, işaretin işaret olarak korunmasıdır. Kelimenin kendisi kutsanmaz; kelimenin ardındaki hakikat hatırlanır. Bu yüzden sadır benliğinin zikri, sayı ile değil, şahitlikle ölçülür. Zikir, onun için tasvirin çoğaltılması değil, tasvirin yakılmasıdır.

Sadır benliği için ibadet, tasvirin gölgesinde yapılan bir hareket değil, hakikatin nuruna yönelen bir şahitliktir. Secde, benliğin yıkılışı; dua, arzunun suskunluğu; zikir, tasvirin yanışı olursa ibadet hakikate yaklaşır. Aksi hâlde bütün ibadet, sahnede oynanan bir gölge oyunundan ibarettir.

Tasvirin mahkûmu olan benlik, insanlarla ilişkisini hep suretlerin üzerinden kurar. Onun dostluğu da düşmanlığı da, kendi zihninde tasarladığı imgelerin sınırına bağlıdır. Dost, çıkarına denk düşen bir surettir; düşman, vehmine ters düşen bir surettir. Toplum, onun gözünde tasvirlerin çoğalmasından ibarettir; gölge gölgeye bakar, gölge gölgeyi över yahut reddeder.

Sadır benliği ise, tasvirin zincirlerinden özgürleştiği için insana suretiyle değil, zeminden gelen hakikate açılan yönüyle bakar. Dostluk, onun için menfaatin ya da yüzün değil, hakikate şahitliğin ortaklığıdır. Düşmanlık, onun için suretlerin çatışması değil, hakikati örtmenin hükmüdür. Toplum, onun için gölgelerin kalabalığı değil, işaretlerin geçici bir birleşmesidir.

Tasvirin mahkûmu olan, insana bakarken kendi tasvirini görür; sadır benliği ise insana bakarken kendi tasvirini değil, hakikatin işaretini görür. Bu yüzden sadır benliği, insana tapmaz, insandan put yapmaz. O, insana hakikatin emaneti olarak bakar; suretine değil, sadırda taşıdığı sırra yönelir.

Dostluk, satır benliği için sahip olmak, sadır benliği için şahitlik etmektir. Düşmanlık, satır benliği için kin, sadır benliği için uyarıdır. Toplum, satır benliği için kutsal bir kalabalık, sadır benliği için faniliğin geçici gölgeleridir.

Tasvirin mahkûmu olan, insana kendi gölgesini yükler; sadır benliği ise, insanda hakikatin kokusunu arar. Biri surete bağlanır, diğeri zemine yönelir.

Tasvirin mahkûmu olan insan, Tanrı’yla bağını kendi kurduğu suretler üzerinden yürütür. Ona dua ettiğinde aslında kendi zihninde tasarladığı imgeye seslenir; ona secde ettiğinde aslında kendi tasvirinin önünde eğilir. Onun Tanrı’sı, isimlerin toplamından ve sıfatların bileşkesinden ibarettir. Bu yüzden onun dini, sahnenin dekoru, iman sandığı şey ise gölgeden başka bir şey değildir.

Tasvirden özgürleşen sadır benliği için ise Tanrı’yla ilişki, hiçbir tasvirin aracılığı olmadan, doğrudan hakikatin çıplaklığına yöneliştir. O, isimleri işaret olarak görür, sıfatları delil olarak bilir; ama ne isme tutunur ne sıfata bağlanır. Çünkü bilir ki isim ve sıfat, hakikatin yerine konulduğu an perdeye dönüşür. İsim ve sıfatı perde olmaktan çıkaran ise aşkın ateşiyle yanmış sadırdır.

Bu benlik için secde, artık sahnede eğilmek değil, zeminle birleşmektir. Dua, artık dileklerin sıralanması değil, arzunun suskunluğudur. Zikir, artık kelimelerin tekrarında oyalanmak değil, tasvirlerin yanışını seyretmektir. Böylece ibadet, gölgeye değil, hakikatin kendisine yönelir.

Tasvirden özgürleşmiş benlik, Tanrı’yı sahnede aramaz; çünkü sahnede görünen her şey gölgedir. Tanrı’yı kendi tasavvurunun sınırlarında sıkıştırmaz; çünkü tasavvur, Ene’nin üretimidir. Onun Tanrı’yla ilişkisi, kavramların dar çerçevesinde değil, sadırda taşınan nurun doğrudan şahitliğindedir.

Tasvirin mahkûmu Tanrı’yı surette arar, sadır benliği Tanrı’yı aşkınlıkta bulur. Biri putlaştırır, diğeri şahitlik eder. Biri sahnenin dekoruna bağlanır, diğeri zeminin aşkınlığına yönelir. Ve işte bu fark, küfürle iman, şirkle tevhid arasındaki en keskin ayrımdır.

Tasvirden özgürleşmiş sadır benliği, hakikati kendi içinde tutmakla yetinmez; onun varlığı bizzat bir şahitliğe dönüşür. Bu şahitlik, kelimelerin çokluğuyla değil, kelimelerin yanışıyla; davranışların gösterişiyle değil, davranışların hakikate açılan derinliği ile topluma yansır.

Topluma bıraktığı miras, bir ideoloji, bir sistem yahut bir şekil değildir. Çünkü bütün bunlar tasvirdir; şekil, sahneye aittir. Sadır benliğinin bıraktığı miras, tasvirlerin çokluğunun ortasında hakikatin aşkınlığını diri tutan bir damar, bir işaret, bir nurdur.

Kalabalık için bu miras görünmezdir. Onlar satırlara bakar, tasniflere sarılır, yorumlarla oyalanır. Oysa sadır benliğinin topluma bıraktığı, satırda çoğalan bir bilgi değil, sadırda taşınan bir sırdır. Bu sır, kelimeyle ifade edilemez; ancak sadırdan sadıra intikal eder.

Bu miras, toplumu kalabalığın tasvirinde bırakmaz; her çağda az da olsa salim damarı diri tutar. Bu damar sayesinde hakikat bütünüyle unutulmaz; çünkü gölge çoğalsa da nur hiçbir zaman tamamen sönmez. Bu nur, dindarın tasvirlerinde kaybolan topluma hatırlatır ki iman, taklit değil, yanışla doğan hakikattir.

Tasvirden özgürleşmiş sadır benliği, topluma kitaplar değil, kalpler miras bırakır. Onun en büyük mirası, kelimenin değil, nurun intikalidir. Ve bu nur, toplumun tasvirlerinde kaybolmaz; salim damarın damarlarında her çağda akar.

Tasvirlerin en büyüğü, insanın kendi Ene’sidir. Çünkü Ene, kendisini varlığın merkezi, ilmin kaynağı, kudretin sahibi sanır; bütün isimleri kendi üstünde toplar, bütün sıfatları kendi şahsına yontar. Böylece Ene, en büyük put olur. Ve bu put, kırılmadıkça hakikate yürüyüş yoktur.

Sadır benliği, Ene’yi aşkın ateşiyle yakar. Ene çözüldüğünde, insan artık kendisini gören göz, tutan el, yürüyen ayak olarak görmez; o organların hakikatte kendisine ait olmadığını, sadece hakikatin taşıyıcısı olduğunu idrak eder. Göz görür, ama gören Ene değildir; el tutar, ama tutan Ene değildir; ayak yürür, ama yürüyen Ene değildir. Bütün bu fiiller, Ene’nin sahipliği değil, hakikatin tecellisidir.

Ene yıkıldığında, insan şunu bilir: "Ben görüyorum" sözü tasvirdir; çünkü gören, Ene değildir. "Ben tutuyorum" sözü tasvirdir; çünkü tutan, Ene değildir. "Ben yürüyorum" sözü tasvirdir; çünkü yürüyen, Ene değildir. Hakikatte gözde gören, elde tutan, ayakta yürüyen, Ene değil, Ene’nin kendisini zannettiği varlığı aşan aşkın kudrettir.

Bu idrak, Ene’nin putunu kökten yıkar. Çünkü Ene, bütün fiilleri kendisine mal etmekle yaşar. Aşk, bu mal edişi yakar. Sadır benliği, artık fiillerin kendisine ait olmadığını, fiillerin kendisini aşan bir kaynağın tecellisi olduğunu bilir. Böylece "gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı" hakikatte Ene değil, Ene’nin ötesinde olan olur.

Ene çözüldüğünde, insanın bütün fiilleri tasvirden arınır; gören göz, hakikatin; tutan el, hakikatin; yürüyen ayak, hakikatin tecellisi olur. Ene’nin putu yıkılmadıkça iman yoktur; Ene’nin putu yıkıldığında iman hakikat olur.

Ahmet Turan Esin