Mübtedî için bir Salavât Risalesi

Muhammed cümleye dîndir îmândır - Yunus Emre


Salavât, insanın dilinden çıkan sıradan bir cümle değildir; çünkü o sözün kaynağı insandan önce gelen bir rahmete dayanır, rahmetten gelen bir nurla taşar ve tekrar insana dönerek onu kuşatır. İnsan kendi ağzıyla "Allahümme salli..." dediğini sanır, fakat hakikatte o sözün kaynağı kendi nefsi değildir; o söz, varlığı kuşatan bir rahmetin, Peygamber üzerinden insana yönelişinin dile bürünmüş hâlidir.

Salavât, kulun Peygamber’e yaptığı bir iyilik değildir; kulun kendi menfaatine, kendi kurtuluşuna ve kendi dirilişine açılan bir kapıdır. Çünkü o salavât kulun Peygambere sevgisini ifade etmesi değil, Allah’ın kuluna lütfettiği rahmetin Peygamber üzerinden insana ulaşmasıdır.

Dikkat etmek gerekir ki salavât, kuru bir tekrar, alışkanlıkla ağızda dönen bir formül olduğund içi boş bir kabuk gibi kalır; fakat kalp, dil ve akıl bir araya gelip onu söylediğinde o anda insanın bütün karanlığını yarıp geçen bir ışık olur. salavât, sadece Peygamber’e övgü değil, kulun kendisine inen rahmete kapı açmasıdır. Salavâtın mahiyetinde bir dönüşüm vardır; siz O’na salât ettiğinizde, aslında O size rahmetle dönmektedir. Siz O’na selam gönderdiğinizde, aslında kendi içinizde selam bulmaktasınız. Bu yüzden salavât, bir yönelişin, bir teslimiyetin ve bir dirilişin adı olarak anlaşılmalıdır.

Salavât insanı dönüştürür; çünkü insanın dilinden çıkan o kelime, insanın kalbine inen bir rahmete yol açar. O rahmetle kalp yumuşar, nefis kırılır, akıl berraklaşır ve insan, Peygamber’i sadece bir tarih figürü değil olarak kendisine canlı bir rahmet olarak görmeye başlar.

Salavât, bir köprüdür; kuldan Peygamber’e uzanır gibi görünür fakat hakikatte Peygamber’den kula rahmetin inişidir. Bu köprüden geçen kurtulur; bu köprüden yüz çevirense kendi vehimlerinin çölünde susuz kalır.

Salavâtın ilk anlamı rahmettir; çünkü Allah’ın rahmeti Peygamber üzerinden insana yönelmiştir ve o yöneliş, dilde salavât diye bilinen sözle karşılık bulur. İnsan kendi varlığına rahmetin indiğini bilmezse, kendi nefsinin kuraklığında susuz kalır. Salavât, bu kuraklığa inen yağmur gibidir; çünkü o sözle insan, kendi gönül toprağını rahmetin suyuna açar.

Salavâtın ikinci anlamı nurdur; çünkü Peygamber, bütün insanlığa gönderilmiş bir nurdur ve bu nur, sadece gözle görülen bir aydınlik değil, aklı ve kalbi hakikatle parlatan bir ışıktır. İnsan salavât getirdiğinde, kendi karanlığının ortasına bu nurdan bir kıvılcım düşürür. Çünkü salavât, karanlığı delip geçen bir ışıktır, kalbin bütün perdelerini kaldıran bir parlaklık.

Salavâtın üçüncü anlamı bağlanmadır; çünkü kul, kendi nefsinin dağınıklığıyla kurtulamaz, ancak Peygamber’e bağlandığında bir bütünlüğe kavuşur. Bu bağ, yalnızca sözde değil, kalpte ve amelde de olmalıdır. İnsan salavât getirdiğinde, Peygamber’e bağlılığını ilan etmiş olur; fakat bu bağlılık, kuru bir iddia değil, hakikatin ipine tutunmaktır. Salavât, yalnızca dille değil, hâl ile de getirilmelidir.

Salavât, bir ses değil, bir bağdır; insanın kendi içine kapanıp yok olmasını engelleyen, onu Peygamber’in hakikatiyle dirilten bir bağ. Siz salavât getirdiğinizde, aslında kendi nefesinizle konuşmazsınız; sizin nefesinizi konuşturan kudret, O’nun nurunu üzerinize indirmiştir.

Salavât, rahmettir, çünkü kalbi yumuşatır; salavât, nurdur, çünkü aklı parlatır; salavât, bağdır, çünkü kulun kurtuluş yolunu açar. Bu üç manayı kavrayan, salavâtı bir tekrar değil, bir diriliş olarak yaşar.

Peygamber, dinin dışında duran bir figür değildir; genellikle sanılanın aksine bizzat dinin kendisidir, imanın hakikatidir. Onu sadece bir tebliğci, bir haberci olarak görmek, dini kuru kurallara indirgemek olur; çünkü din, O’nun şahsında hayat bulmuştur. iman O’nun varlığında ete kemiğe bürünmüştür. O’nu dışarıda bırakan bir din, yalnızca ölü bir şekildir; O’nu dışarıda bırakan bir iman yalnızca boş bir iddiadır, zandır.

Salavât bu hakikati tasdik eder; çünkü salavât, Peygamber’e yönelen bir dua gibi görünse de, hakikatte dinin özüne bağlanmak, imanın canlılığını kabul etmektir. İnsan salavât getirdiğinde, aslında şunu ilan eder: "Benim dinim sensin, benim imanım sensin, çünkü senin yolun olmadan hiçbir şey hakikate çıkmaz." Salavât, Peygamber’in din oluşunu ve iman oluşunu kabul etmektir. Özü budur.

Peygamber’siz din, taşlaşmış bir gelenek anlamına gelir. Oysa Peygamber’siz iman, temelsiz bir sözden ibarettir. Salavât, bu iki yanlışı yok eden bağdır; çünkü o sözle kul, hem dinini diriltir, hem imanını sağlamlaştırır. Salavât, yalnızca bir zikir değil, dinin dirilişi, imanın teyididir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu hakikatin kulun dilindeki tasdikidir. O’na salât eden, aslında dinini diriltir; O’na salât etmeyen, dinini ölü bırakır.

Peygamber dindir, Peygamber imandır; bu yüzden O’na sevgi, kuru bir muhabbet değil, bizzat imanın özü, dinin canlı tarafı olmalıdır. O’na duyulan sevgi, sıradan bir insana gösterilen ilgi gibi değildir; O’na muhabbet, Allah’a muhabbetin kapısıdır. Salavât, bu sevginin dildeki şahitliğidir.

Sevgi olmadan iman kuru bir kabuktur; muhabbet olmadan din sadece kural yığınından ibarettir. İnsan Peygamber’i sevmiyorsa, aslında imanı yoktur; çünkü O’nu sevmek imanın şartıdır. Salavât, bu sevginin en sade, en derin ve en sahih ifadesidir. Siz O’na salât ettiğinizde, kalbinizdeki imanı ateşlersiniz; siz O’na selam gönderdiğinizde, dininizi diri tutarsınız.

Yakınlık da ancak salavâtla mümkündür; çünkü kul ile Allah arasında kurulan bütün bağların en sağlamı, Peygamber üzerinden geçer. Peygamber’den kopmuş bir bağ, insanı hakikate ulaştırmaz. O’na salât eden, yakın olur; O’na salât etmeyen, uzak kalır. Salavât, kulun kendi nefesinden çıkan bir ses değil, kulun Rabbine yaklaşmasına açılan bir kapıdır.

Sevgi, sadece sözde kalırsa çürür; muhabbet, sadece duyguda kalırsa eksilir; yakınlık, sadece iddiada kalırsa kopar. Salavât, bu üçünü hakikatle birleştiren bağdır. O yüzden salavât getiren, hem sevgisini diri kılar, hem muhabbetini hakikate bağlar, hem de yakınlığını sağlamlaştırır.

Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın, sevgiyle, muhabbetle ve yakınlıkla dile taşmasıdır. Salavâtı terk eden, aslında sevgisini söndürmüş, muhabbetini koparmış, yakınlığını kaybetmiştir.

Peygamber dindir, Peygamber imandır; bu yüzden O’na yönelmek, aslında rahmetin kendisine yönelmektir. Salavât, kul için açılmış bir rahmet kapısıdır; bu kapıdan giren huzur bulur, girmeyen kendi nefsinin karanlığında kaybolur. Salavât, rahmetin akışına kapı aralamaktır, kapıyı kapatmak ise kendi kalbine zulmetmektir.

Dünya yolculuğu, zorluklarla, fitnelerle, imtihanlarla doludur; insan çoğu zaman kendi aklına, kendi gücüne, kendi tedbirine güvenir, ama bütün bunlar bir yerde tükenir. İşte orada salavât, kulun sığınağıdır; çünkü salavâtla insan, kendi nefsiyle değil, rahmetle yürür. Salavât, nefse dayalı yürüyüşü bitirir, rahmete dayalı yürüyüşü başlatır.

Ahiret yolculuğu da salavâtsız düşünülemez; çünkü orada kulun önüne çıkan bütün perdeleri kaldıracak olan, Peygamber’in şefaati ve rahmetidir. Bu yüzden salavât, yalnızca dünyada değil, ahirette de insanın tek sığınağıdır. O’na salât eden, ahirette yalnız kalmaz; O’na salât etmeyen, orada desteksiz kalır.

Salavât, sıradan bir dua değil, kulun bütün hayatına yayılan bir rahmet bağıdır. Bu bağ dünyada kulun yolunu aydınlatır, ahirette kulun hesabını kolaylaştırır. İnsan salavâtla hem dünya huzurunu, hem ahiret selametini talep etmiş olur.

Salavât, rahmet kapısıdır; bu kapıdan giren hem dünyada hem ahirette kurtuluş bulur. O’na salât eden, rahmetle yürür; O’na salât etmeyen, kendi nefsiyle tükenir.

Salavât, insanın kulluğunu hatırlamasıdır; çünkü kul, ne kadar amel işlerse işlesin, kendi ibadetiyle hakikate ulaşamaz, kendi çabasıyla selamet bulamaz. Salavât, kulun kendi yetersizliğini kabul edip, Peygamber’in hakikati üzerinden Rabbine yönelmesidir. Salavât, kulun kendi kulluğunu itiraf etmesi, kendi acziyetini dile getirmesidir.

Tevazu da salavâtla tahakkuk eder; çünkü insan Peygamber’e salât ettiğinde, aslında kendi benliğinin önünde değil, O’nun önünde eğildiğini gösterir. Kibir, salavâtı terk eder; çünkü kibirli olan, "Benim yolum yeterlidir" der. Oysa salavât getiren, "Benim yolum senin yolunla anlam bulur" der. Salavât, kibri kırar, tevazuyu diriltir.

Şükür de salavâtla tamam olur; çünkü insana verilen en büyük nimet Peygamber’dir, O’nun getirdiği nurdur, O’nun açtığı yoldur. İnsan bu nimeti şükürle karşılamazsa, nankör olur. Salavât, bu nimete şükrün dildeki karşılığıdır. Siz O’na salât ettiğinizde, aslında "Bana gönderilen bu rahmet için şükrederim" demiş olursunuz.

Kulluk, tevazu ve şükür olmadan iman eksiktir; salavât bu üç eksikliği tamamlayan bağdır. O yüzden salavât, sadece bir sevgi değil, aynı zamanda kulluğun tasdiki, tevazunun ilanı, şükrün ifadesidir.

Salavât, kulluğu güçlendirir, tevazuyu derinleştirir, şükrü hakikileştirir; bu üçü bir araya gelince, insan gerçek anlamda kul olur.

Salavât, sadece bir sevgi ifadesi değil, aynı zamanda bir korunmadır. Çünkü insan kalbi, sürekli şüphelerin, vesveselerin, nefsin ve şeytanın saldırılarına açıktır; akıl, gafletle bulanır; nefis, arzularla parçalanır. İşte salavât, kalbin üzerine indirilen bir kalkan, aklın üzerine çekilen bir perde, nefsin üzerine serilen bir dizgin gibidir. Salavât, insanı hem içten hem dıştan muhafaza eden bir zırhtır.

Kalp, salavâtla yumuşar; çünkü salavât, içine Allah’ın rahmetini taşır. Rahmetle dolan kalpte kin barınamaz, haset tutunamaz, vesvese yer bulamaz. Salavât, kalbi korur; kalbi korunan insan, imanın merkezini muhafaza etmiş olur.

Akıl da salavâtla aydınlanır; çünkü aklın en büyük düşmanı karanlıktır, karanlığın kaynağı ise gaflettir. Salavât, gafleti dağıtır, aklı berraklaştırır, insana hakikati gösterir. Salavâtı terk eden, aklını karanlığa teslim etmiş olur. Akıl, salavâtla korunur; çünkü salavât aklı nurla besler.

Nefis de salavâtla dizginlenir; çünkü nefsin arzuları insana hâkim olduğunda, kul bütün yönünü kaybeder. Salavât, nefsin üzerine indirilen bir dizgin gibidir; o dizginle nefis azgınlaşamaz, arzular sınırsızlaşamaz. İnsan salavât getirdiğinde, aslında kendi nefsini terbiye etmeye yönelir.

Salavât, kalbi vesveseden, aklı gafletten, nefsi arzudan koruyan bir zırhtır. Bu zırhı kuşanan güvendedir; bu zırhı terk eden, çıplak kalır.

Salavât, sadece ferdî bir zikrin adı değildir; o aynı zamanda bütün ümmeti birbirine bağlayan ortak bir nefes, ortak bir yöneliştir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; bu yüzden O’na yönelen her dil, aynı hakikate bağlanır, aynı rahmetle buluşur. Salavât, ümmetin kalbini tek bir merkezde birleştiren ilahî bir bağdır.

Ümmet, farklı kavimlerden, farklı renklerden, farklı dillerden oluşsa da, hepsinin buluştuğu nokta salavâttır; çünkü her salavât, O’nun adıyla göğe yükselen bir ses, rahmetle geri dönen bir nurdur. Bu yüzden salavât, farklılıkları yok etmez ama hepsini aynı hakikatin altında toplar. Salavât, ayrılığı değil birliği besler; ayrılığı büyüten, salavâtı terk edendir.

Salavâtın ümmet için bir diğer anlamı, ortak şahitliktir; çünkü her fert salavât getirdiğinde, aslında "O bizim önderimizdir, bizim imamımızdır, bizim dinimizdir, bizim imanımızdır" diye şahitlik eder. Bu şahitlik sadece bireysel değil, kolektif bir hatırlatmadır. Ümmetin gücü, salavâtla tazelenen bu ortak şahitlikte saklıdır.

Salavât, ümmetin birliğini diri tutar; çünkü Peygamber’siz bir ümmet, dağınık bir kalabalıktır. O’na salât eden ümmet, aynı nurda birleşir; O’na salât etmeyen, kendi menfaatinde dağılır.

Salavât, ümmetin kalbini tek bir hakikate bağlayan, farklılıkları aynı rahmetin altında birleştiren, dağınıklığı toplayan, birlik doğuran bir zikirdir. Bu yüzden salavâtı terk eden, sadece kendini değil, ümmeti de zayıflatır.

Salavât, yalnızca şimdi söylenen bir söz değildir; o, geçmişi de içine alır, geleceği de kuşatır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; din ve iman zamanın kayıtlarına bağlı değildir, bütün zamanları aşan bir hakikattir. Salavât, geçmiş, şimdi ve geleceği tek bir anda birleştiren bir zikirdir.

Geçmişte yaşamış bütün müminler, aynı kelimeyi dillerine alarak aynı nurla buluştular; bugün siz de aynı kelimeyle o nurla buluşuyorsunuz; yarın da gelecek olanlar aynı kelimeyle aynı nurdan içecekler. Salavât bu yüzden sadece bireysel değil, tarih üstü bir bağdır. Salavât, asırlar boyu bütün müminlerin dilinde dolaşan, bütün çağları birbirine bağlayan bir nefestir.

Mekân da salavâtın sınırlarını çizemez; çünkü nerede söylenirse söylensin, aynı hakikate ulaşır. Doğuda getirilen salavât ile batıda getirilen salavât, aynı rahmete yönelir. Kuzeyde işitilen ile güneyde söylenen aynı kapıya çıkar. Salavât, mekânın sınırladığı bir ses değil, hakikatin kuşattığı bir nurdur.

Salavâtla kul, kendini zamandan ve mekândan öteye taşır; çünkü o anda geçmişin salihleriyle, geleceğin müminleriyle aynı zikri paylaşır. Bu yüzden salavât, kulun yalnızlığını kırar, onu bütün müminlerin zincirine ekler.

Salavât, zamanı aşar, mekânı aşar; bütün çağları ve bütün beldeleri tek bir hakikatte birleştirir. Bu hakikate bağlanan, yalnızca kendi anında değil, bütün zamanlarda ve bütün mekânlarda Peygamber’le beraber olur.

Salavât, sadece dilin zikri değil, kalbin tesellisidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na yönelmek, kalbin huzura ermesidir. İnsan kendi nefsinin fırtınasında savrulduğunda, kendi içindeki gürültüden çıkamaz; fakat salavât getirdiğinde, kalbine inen bir sekînetle sükûna kavuşur. Salavât, kalbin fırtınasını dindiren ilahî bir nefes, ruhun çalkantısını susturan bir rahmettir.

Huzur, salavâtın en açık meyvesidir; çünkü insan O’na salât ettiğinde, kendi kaygılarını bırakır, kendi sıkıntılarını unutur, O’nun rahmetini hatırlar. Salavât, kaygıyı unutturur, sıkıntıyı hafifletir, kalbe genişlik verir. Bu yüzden salavâtı terk eden, kendi karanlığında boğulur; salavâtı sürdüren, kalbinin en dar anında bile ferahlık bulur.

Sekînet de salavâtla iner; çünkü kalp sürekli dağılır, sürekli titrer, sürekli ürperir. Salavât, kalbin dağınıklığını toparlar, titremesini dindirir, ürperişine güven katar. Sekînet, kulun kendi çabasıyla elde ettiği bir şey değildir; sekînet, Peygamber’in nuruna yönelen kalbe indirilen bir lütuftur.

Salavât getiren, aslında "Ben kendi kaygımla değil, senin getirdiğin huzurla yaşamak isterim" demiş olur. O yüzden salavât, kulun kalbinde huzuru diriltir, ruhunda sekîneti çoğaltır, aklında güveni sabitler.

Salavât, kalpte huzurun kaynağı, ruhta sekînetin menbaı, akılda güvenin direğidir. O’na salât eden, kalbini dinlendirir; O’na salât etmeyen, kendi iç gürültüsünde tükenir.

Salavât, sadece kalbin huzuru değil, kulun amellerinin de bereketidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na yönelen bir dil, yalnızca kendi iç âleminde değil, dış hayatında da kulluğunu güzelleştirir. Salavât, ibadetlerin ruhu, amellerin bereketidir.

İbadet, Peygamber’siz kuru bir şekle dönüşür; çünkü O’nun öğrettiği olmadan hiçbir secde hakikate çıkmaz, hiçbir dua göğe yükselmez. Salavât, ibadeti dirilten nefes gibidir; siz namazınızda salavât getirdiğinizde, secdenizden rahmet doğar; duanızda salavât getirdiğinizde, göğe açılan kapılar genişler. İbadet, salavâtla anlam bulur; salavât terk edilirse, ibadet kuru bir hareketten ibaret kalır.

Amel de salavâtla değer kazanır; çünkü insanın yaptığı her iş, Peygamber’in yoluna bağlanmadıkça eksik kalır. Salavât, işlenen ameli nurla bağlar, yapılan işi rahmetle besler. Amel, salavâtla dirilir; salavâtsız amel, sahibini yormaktan başka bir şey değildir.

Kulluk da salavâtla derinleşir; çünkü kul, yalnızca kendi çabasıyla kulluğunu tamamlayamaz. Peygamber’in rahmetine tutunmadan kulun kulluğu noksandır. Salavât, bu tutunmanın dile gelen işaretidir; siz O’na salât ettiğinizde, kulluğunuz hakikate yönelmiş olur.

Salavât, ibadetin ruhu, amelin bereketi, kulluğun kemalidir. O’na salât eden, ibadetinde huzur bulur, amelinde değer bulur, kulluğunda derinlik bulur. O’na salât etmeyen, yaptığıyla övünür ama yaptığının hakikatini kaybeder.

Salavât, yalnızca dünyada değil, ölümün ötesinde de kulun sığınağıdır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na bağlılık, sadece bu hayatın değil, ölüm sonrası hayatın da nurudur. Salavât, ölüm anında ruhun karanlık tüneline inen bir ışık, kabir gecesinde kulun gönlüne doğan bir tesellidir.

Ölüm anı, insanın bütün sevdiklerinden ayrıldığı, bütün gücünü kaybettiği, yalnızca hakikatin yüzüne bakmaya mecbur kaldığı andır. İşte o anda salavât, insanın yanına yoldaş olarak gelir. Salavâtla geçen bir ömür, ölümü hafifletir; salavâtı terk eden bir ömür, ölümü ağırlaştırır. Salavât, ölüm anının korkusunu hafifleten, kulun ruhunu rahmete teslim eden bir nurdur.

Kabir, insana yalnızlığı tattırır; beden toprağa emanet edilir, ruh ise kendisine hazırlanan âleme geçirilir. O âlemde kulun yanında kalacak olan amelleridir. Amellerin en değerlisi, Peygamber’e bağlılıkla yapılanlardır; salavât da bu bağlılığın en açık işaretidir. Salavât, kabirde kulun gönlüne ferahlık verir, karanlığını aydınlatır, yalnızlığını hafifletir.

Ahirete yürüyen kul için de salavât, bir şefaat kapısıdır; çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır, şefaat ise O’nun rahmetinden pay almaktır. Salavât getiren, şefaate yaklaşır; salavâtı terk eden, şefaatten uzak kalır.

Salavât, ölümde korkuyu hafifleten, kabirde yalnızlığı aydınlatan, ahirette şefaat kapısını açan bir nurdur. O’na salât eden, ölümü rahmetle karşılar; O’na salât etmeyen, ölümde yalnız kalır.

Salavât, yalnızca bireysel huzurun değil, toplumsal dirilişin de kaynağıdır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’nun örnekliği olmadan toplum, düzenini kaybeder, adaletini yitirir, merhametini unutup zulme meyleder. Salavât, toplumların ahlâkını tazeleyen, insanların arasına merhameti, adaleti ve kardeşliği taşıyan bir zikirdir.

Salavât getiren bir fert, yalnızca kendi kalbini değil, çevresini de aydınlatır; çünkü o insanın diliyle yayılan rahmet, etrafına güven, itimat ve sükûnet taşır. Salavât, fertten topluma taşar; ferdi nurlandırır, toplumu ıslah eder.

Ahlâkî dönüşümün merkezinde Peygamber vardır; çünkü O’nun ahlâkı, bütün ahlâkların kaynağıdır. Salavât, O ahlâka bağlanmanın işaretidir; insan salavât getirdiğinde, aslında "O’nun ahlâkıyla ahlâklanmayı isterim" demiş olur. Salavâtı sadece dilde bırakmak, bu dönüşümü eksik bırakır; salavâtın kalpte ve amelde karşılık bulması gerekir.

Toplumların çürüyüşü, Peygamber’in unutulmasıyla başlar; toplumların dirilişi, O’nun hatırlanmasıyla başlar. Salavât, bu hatırlamanın canlı tutulmasıdır. O yüzden salavâtı terk eden bir toplum, kendi içinden çözülmeye mahkûmdur; salavâtı diri tutan bir toplum ise rahmetle dirilir.

Salavât, ahlâkı diriltir, toplumu birleştirir, merhameti çoğaltır. O’na salât eden fert, kendi nefsini arındırır; O’na salât eden toplum, kendi düzenini güzelleştirir. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve imanın sosyal hayatta tecelli eden yüzüdür.

Salavât, sadece bir zikir değil, bir kapıdır; bu kapıdan giren hakikate yaklaşır, bu kapıdan geçen marifete erer. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, hakikatin kaynağına yönelmiş olur, marifetin yoluna girmiş olur. Salavât, bilginin değil, marifetin kapısıdır; insanı dıştan içe, görünenden öze taşıyan bir sırdır.

Hakikat, akılla çözülen bir mesele değildir; hakikat, rahmetle açılan bir perdedir. Salavât bu perdeyi kaldırır; çünkü insan O’na salât ettiğinde, sadece bir ses çıkarmış olmaz, kendi içindeki perdenin çözülmesine izin vermiş olur. Salavât, aklın göremediğini gösterir, kalbin duyamadığını duyurur, ruhun susuzluğunu giderir.

Marifet, yalnızca öğrenmek değildir; marifet, kalbin tatması, ruhun idrak etmesidir. Salavât, bu tadışın kapısıdır. İnsan O’na salât ettiğinde, kalbine indirilen bir nurla marifete açılır; o nur olmadan insanın bütün bilgisi kuru kalır, marifete dönüşmez. Bilgi, salavâtla dirilir; salavât olmadan bilgi, insana yük olur, idrake dönüşmez.

Salavât, hakikate açılan kapıdır; marifeti mümkün kılan sırdır. O’na salât eden, görünenden öze geçer; O’na salât etmeyen, özün dışında oyalanır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın hakikat ve marifet kapısıdır.

Salavât, insanın yorgunluk anında sığındığı bir nefes, karanlık anında tuttuğu bir ışıktır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, umudunu diri kılar, sabrını derinleştirir. Salavât, ümitsizliğe düşen gönle yeniden yol açan, sabrı tüketen kalbe yeniden dayanma gücü veren bir zikirdir.

Umutsuzluk, insanın kalbine çöken en ağır yüktür; kul, çıkışsız kaldığında nefesini dar hisseder. Salavât, bu darlığı genişleten rahmettir. İnsan O’na salât ettiğinde, "Benim çarem tükenmiş olsa da, senin yolun tükenmez" diyerek kalbine umut taşır. Salavât, umutsuzluğu yıkar, yeni bir sabahın kapısını aralar.

Sabır da salavâtla güçlenir; çünkü sabır, yalnızca beklemek değildir, sabır, rahmete güvenmektir. Salavât getiren insan, aslında sabrını Peygamber’in sabrıyla besler. O sabır ki işkencelere, zulümlere, yorgunluklara rağmen sarsılmayan bir sabırdır. İnsan kendi sabrıyla sınırlıdır; salavâtla sabreden ise, kendi sınırını aşar.

Salavât, umudu diriltir, sabrı besler. O’na salât eden, ümitsizlikte yol bulur, sabırsızlıkta güç bulur. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın ümit ve sabırla yaşayan yüzüdür.

Salavât, yalnızca dilin zikri değil, kalbin temizlenmesidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, kendi kalbini arındırır, kendi günahını hafifletir. Salavât, günahın kararttığı kalbi beyazlatan, nefsin kirlettiği ruhu saflaştıran bir rahmettir.

Günah, insanın gönlüne perde çeker; o perdeyle hakikat görülmez, nur işitilmez, kalp ağırlaşır. Salavât, bu perdeyi kaldırır; kalbin karanlığına ışık taşır. Salavât, günahı yok saymaz, fakat günahın karanlığını dağıtır; insana yeniden dönme, yeniden temizlenme imkânı verir.

Kalp, günahlarla karardığında, ümitsizliğe düşer; kendini affedilmez sanır. Oysa salavât, kulun kalbine affın kapısını hatırlatır. "Allahümme salli…" diyen dil, aslında "Beni bağışla, beni temizle" diye yakarır. Salavât, kulun affı dilemesinin en saf, en sahih şeklidir.

Salavât, günahları siler, kalbi arındırır, nefsi saflaştırır. O’na salât eden, kendi yükünü hafifletir; O’na salât etmeyen, kendi günahıyla ağırlaşır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın arındırıcı nefesidir.

Salavât, kul için şefaat kapısıdır; çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır, O’nun rahmeti şefaattir. Salavât, kulun kendi acziyetini kabul edip, kurtuluşu Peygamber’in rahmetine bağlamasıdır.

Şefaat, yalnızca ahiretteki bir bağışlama değildir; dünyada da kalbe inen bir destek, ruha gelen bir tesellidir. İnsan O’na salât ettiğinde, aslında şefaatin gölgesine sığınır; o gölge, hem dünya karanlığında hem ahiret hesabında kulun üzerine rahmet gibi iner. Salavât, şefaati çağırır; şefaati çağıran, kurtuluşu çağırmış olur.

Kurtuluş, insanın kendi çabasıyla elde edeceği bir sonuç değildir; kul, bütün amellerini toplasa da eksiktir. Kurtuluş, ancak rahmetle mümkündür; rahmetin en açık kapısı ise Peygamber’e bağlılıktır. Salavât, bu bağlılığın dile gelen nişanesidir. Salavât olmadan şefaat uzak kalır; salavâtla şefaat yakın olur.

Salavât, şefaatin anahtarı, kurtuluşun kapısıdır. O’na salât eden, hem dünyada destek bulur, hem ahirette kurtuluşa erer. O’na salât etmeyen, hem dünyada yalnız kalır, hem ahirette hesapla baş başa bırakılır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın şefaat ve kurtuluş kapısıdır.

Salavât, yalnızca dilin zikri, aklın tasdiki değil; kalbin aşkıdır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, O’na duyduğu aşkı dile getirmiş olur. Salavât, aşkın en sahih ifadesi, muhabbetin en temiz dili, feyzin en açık kapısıdır.

Aşk, kulun Peygamber’e yönelişinde sıradan bir sevgi değildir; bu aşk, varlığı ayakta tutan bir bağdır. Salavât, bu aşkın sürekli kılınmasıdır. İnsan O’na salât ettikçe, kendi kalbinde aşkı çoğaltır; aşk çoğaldıkça muhabbet kuvvet bulur; muhabbet kuvvet buldukça kulun gönlü rahmetle dolar. Salavât, aşkı diriltir, muhabbeti artırır, kalbi feyizle doldurur.

Muhabbet, salavâtın kalpte bıraktığı en tatlı meyvedir; çünkü O’na muhabbet eden, aslında Allah’a muhabbet etmiş olur. Peygamber’siz bir sevgi, sadece hevâdır; Peygamber’le yaşanan muhabbet, hakikattir. Salavât, bu hakikatin dildeki işaretidir.

Feyz de salavâtla akar; çünkü feyz, kulun kendi çabasıyla elde edeceği bir şey değil, rahmetin kalbe akmasıdır. Salavât, bu akışı davet eder; kul O’na salât ettikçe, kalbine feyz iner. Feyz olmadan ilim kuru, amel yorgun, sevgi eksik kalır.

Salavât, aşkı dirilten, muhabbeti çoğaltan, feyzi akıtan bir rahmettir. O’na salât eden, kalbinde aşkı bulur, ruhunda muhabbeti hisseder, gönlünde feyzi taşır. O’na salât etmeyen, sevgisini eksik, kalbini kuru, ruhunu yoksul bırakır.

Salavât, sadece dilin zikri değildir; kalbin tasdikiyle, amelin teyidiyle tamam olur. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât etmek, sadece dudakları hareket ettirmek değil, kalbin bağlanması, amelin o bağla şekillenmesidir. Salavât, dili, kalbi ve ameli bir araya getiren, insana bütünlük kazandıran bir rahmettir.

Dil, salavâtla rahmete açılır; çünkü insanın dili, çoğu zaman boş sözlerle, faydasız kelimelerle kirlenir. Salavât, dili temizler, kelimelere değer kazandırır. Kalp, salavâtla yumuşar; çünkü kalp, gafletle sertleşir, kibirle katılaşır. Salavât, kalbi rahmetle besler, merhametle inceltir. Dil salavâtla saflaşır, kalp salavâtla arınır.

Amel de salavâtla doğruluk kazanır; çünkü amel, Peygamber’in yoluna bağlanmadığında kuru bir çabadır. Salavât, ameli O’nun izine bağlar; böylece yapılan iş hakikate yönelir. Amelsiz salavât, eksik; salavâtsız amel, kuru kalır. Bu ikisini birleştiren ise kalbin tasdikidir.

Salavât, dili zikre, kalbi aşka, ameli rahmete bağlayan bir bağdır. O’na salât eden, dilinde safiyet, kalbinde nur, amelinde bereket bulur. O’na salât etmeyen, dilini boş bırakır, kalbini karartır, amelini kurutur. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın dilde, kalpte ve amelde bütünlük kazanmış hâlidir.

Salavât, zikrin en yücesidir; çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır, O’na yönelmek doğrudan hakikate yönelmektir. Zikirlerin içinde salavât, en derin, en sahih, en kuşatıcı olanıdır. Çünkü Allah’ın zikri ile Peygamber’in zikri birbirinden ayrı değildir; Allah’a yönelen zikir, Peygamber’le tamam olur, Peygamber’e yönelen zikir, Allah’a bağlanır.

Kulun bütün kulluğu, salavâtla kemale erer; çünkü secde, oruç, infak ve bütün ibadetler, Peygamber’in örnekliğine tutunmadan noksandır. Salavât, bütün ibadetlerin üzerine indirilen bir taç gibidir; siz O’na salât ettiğinizde, aslında kendi ibadetlerinize nur eklemiş olursunuz. Salavât, kulluğun zirvesidir, çünkü kulluğun özü Peygamber’e bağlılıktır.

Salavâtın yüceliği, kulun kendi benliğini eritmesindedir; çünkü salavât, "Ben"i susturur, "Sen"i diriltir. Kul, O’na salât ettikçe, kendi varlığını geride bırakır, O’nun getirdiği hakikate bağlanır. Salavât, sadece bir övgü değil, benlikten çıkış, kullukta fani oluşun dile gelen işaretidir.

Salavât, zikrin zirvesi, kulluğun doruğu, ibadetlerin tacıdır. O’na salât eden, zikrinde kemale erer, kulluğunda yücelir, ibadetinde nur bulur. O’na salât etmeyen, zikrinde eksik kalır, kulluğunda yetersiz kalır, ibadetinde kuru kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın en yüksek zikri, en yüce kulluğudur.

Ahir zaman, fitnelerin çoğaldığı, hak ile bâtılın karıştığı, kalplerin zayıfladığı bir dönemdir. İnsan aklını koruyamaz, gönlünü muhafaza edemez, nefsiyle baş edemez. İşte bu hengâmede salavât, kulun en sağlam sığınağıdır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, dinini korur, imanını muhafaza eder. Salavât, ahir zamanın karanlığında kulun eline verilen bir kandildir.

Fitne, aklı tersine çevirir, kalbi bulandırır, nefsi şımartır. Salavât, bu üçüne de karşı koyan bir kalkan gibidir. İnsan O’na salât ettiğinde, aklını şaşırtan fitneye karşı doğruluk bulur, kalbini bulandıran vesveseye karşı huzur bulur, nefsini azdıran hevâya karşı sükûnet bulur. Salavât, fitneleri dağıtan bir nurdur.

Ahir zamanın en büyük imtihanı unutmak ve aldanmaktır. İnsan, hakikati unutur, kendi vehmine aldanır. Salavât, bu unutuşa karşı hatırlatmadır; bu aldanışa karşı uyarıdır. Salavâtı terk eden, fitneye karşı savunmasız kalır; salavâtla yaşayan, fitnenin ortasında bile yolunu kaybetmez.

Salavât, ahir zamanın fırtınasında bir sığınak, fitnelerin karanlığında bir kandil, unutkanlığın ortasında bir hatırlatmadır. O’na salât eden, fırtınada yolunu bulur; O’na salât etmeyen, karanlıkta kaybolur. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın ahir zamanda kul için kurtuluş sığınağıdır.

Salavât, sadece yeryüzünde söylenen bir söz değildir; göklerde karşılığı olan, meleklerin katıldığı bir zikirdir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, yalnızca kendi dilini değil, göklerin dilini de konuşturmuş olur. Salavât, kulun zikriyle göklerin zikrini birleştiren, meleklere eşlik ettiren bir sırdır.

Melekler, Allah’ın emriyle Peygamber’e salât ederler; onların salâtı rahmeti çağırır, nuru çoğaltır. İnsan salavât getirdiğinde, meleklerin safına katılmış olur; kendi diliyle söylediğini, göklerin diliyle söyletmiş olur. Salavât, meleklerle beraber söylenen bir zikirdir, bu yüzden yeryüzünde eksik kalan gökyüzünde tamamlanır.

Salavâtın göklerdeki karşılığı, kulun duasının yükselmesidir; çünkü dua, salavâtla süslenmedikçe semaya çıkmaz. Melekler, salavâtla başlayan duayı rahmet kapısına taşır. Salavât, duanın anahtarıdır; salavât olmadan dua kapısız, salavâtla dua sınırsızdır.

Salavât, kulun ağzından çıkıp göklere yükselen, meleklerin diliyle yankılanan, rahmetin kapısında kabul bulan bir zikirdir. O’na salât eden, meleklerle birlikte zikreder; O’na salât etmeyen, yeryüzünde tek başına kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın göklere açılan sesidir.

Salavât, insanın sadece dilinde dönen bir kelime değil, ruhunda yeniden doğuşun işaretidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, kendi iç dünyasında ölü olan taraflarını diriltir, kararmış yönlerini aydınlatır. Salavât, kulun kendi içinde dirilmesi, kendi nefsinde yeniden doğmasıdır.

İnsanın kalbi, günahların yüküyle ağırlaştığında, ümitlerini kaybettiğinde, nefsin karanlığında boğulduğunda ölmüş gibidir. Salavât, bu ölü kalbi diriltir. Her bir salât, kalbe yeni bir nefes, ruha yeni bir hayat, akla yeni bir berraklık getirir. Salavât, ölü gönülleri diriltir, karanlık ruhları aydınlatır.

Yeniden doğmak, geçmişin hatalarından sıyrılmak, geleceğin rahmetine açılmaktır. Salavât, bu doğuşun adıdır; kul O’na salât ettikçe, kendi geçmişini bırakır, kendi geleceğini rahmete bağlar. Yeniden doğmak, kendi gücünüzle değil, rahmetin lütfuyla mümkündür; o rahmetin kapısı da salavâttır.

Salavât, iç dünyada dirilişin nefesi, yeniden doğuşun işareti, ruhun hakikate açılan kapısıdır. O’na salât eden, kendi içinde dirilir; O’na salât etmeyen, kendi içinde tükenir. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kalpte diriliş, ruhta yeniden doğuştur.

Salavât, kulun yerden göğe yükselişinde bir merdivendir; çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır, O’na salât etmek Rabb’e doğru yol almanın en emin basamaklarına tutunmaktır. Salavât, yükselişin adıdır; insanı aşağıya çeken nefsin ağırlığını hafifletir, yukarıya çağıran rahmete kanat olur.

İnsan kendi gayretiyle yükselmek ister, ilimle, ibadetle, çabayla basamak kurmaya çalışır; fakat o basamaklar eksik kalır. Salavât, bütün basamakların üstüne konulan merdivendir; kul o merdivene tutunduğunda, kendi gücüyle değil, Peygamber’in nuruyla yükselir. Salavât, kulun kendi gücünü aşarak yükselişe katıldığı rahmet yoludur.

Yükseliş, sadece göğe çıkmak değildir; yükseliş, kalbin saflaşması, ruhun berraklaşması, aklın aydınlanmasıdır. Salavât, bu saflaşmanın, berraklaşmanın, aydınlanmanın anahtarıdır. Salavât olmadan yükseliş, nefsin gururu olur; salavâtla yükseliş, hakikatin nuruna tutunmak olur.

Salavât, kulun Rabbine doğru yükseldiği merdivendir. O’na salât eden, basamak basamak rahmete çıkar; O’na salât etmeyen, kendi yüküyle yerde kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kul için rahmete açılan merdivenidir.

Salavât, duanın kabul kapısıdır; çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır, O’na salât edilmeden yükselen dua eksik kalır, yolunu bulamaz. Salavât, kulun niyazını göklere taşıyan, duasını rahmetin kapısına ulaştıran bir sırdır.

Kul, ihtiyacını Rabbine arz eder, gönlünü açar, dilini dua ile süsler; fakat duanın kapısı salavâtsız çalınmaz. İnsan O’na salât ettiğinde, duasının önüne nur koyar; o nurla dua kabul kapısına çıkar. Salavât, duanın anahtarıdır; anahtarsız kapı açılmaz, salavâtsız dua yükselmez.

Dua, kulun acziyetinin ikrarıdır; salavât, bu ikrarın en sahih ifadesidir. Çünkü dua, Peygamber’in öğrettiği şekilde yapılmadan kemale ermez. Salavât, duayı süsleyen bir ek değil, duanın kabulünü sağlayan özdür.

Salavât, duayı kabul ettiren sırdır. O’na salât edenin duası rahmete yükselir, kabul bulur; O’na salât etmeyenin duası yerde dolaşır, eksik kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın duası kabul ettiren ilahî sırrıdır.

Salavât, sadece kalbin huzuru, duanın kabulü değil; kulun hayatının bereketidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât edenin ömrü bereketlenir, rızkı genişler, işine nur iner. Salavât, hayatın bütün alanlarını kuşatan bir bereket kaynağıdır.

İnsanın ömrü kısa, zamanı dar, gücü sınırlıdır. Salavât, bu sınırlılığı rahmetle genişletir. Kul O’na salât ettikçe, ömrüne bereket eklenir; az zamanda çok iş yapar, küçük amellerle büyük neticeler bulur. Salavât, ömrün darını genişleten, hayatın azını çoğaltan bir rahmettir.

Rızık da salavâtla genişler; çünkü rızkın kaynağı sadece emek değildir, rızkın kaynağı rahmettir. Salavât, rızka rahmet katar. İnsan O’na salât ettikçe, rızkında huzur bulur; azı kanaatle çoğalır, çoğu israfla kaybolmaz. Salavâtsız rızık, bereketsizdir; salavâtlı rızık, şükürle artar.

Hayatın işleri de salavâtla nurlanır; çünkü kulun attığı her adım, yaptığı her iş, O’na bağlılıkla değer bulur. Salavât, hayatın sıradan işlerini bile ibadete dönüştürür.

Salavât, ömrü bereketlendiren, rızkı genişleten, işleri nurlandıran bir rahmettir. O’na salât eden, hayatında bolluk ve huzur bulur; O’na salât etmeyen, çokluğu içinde bile bereketsiz kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kulun hayatına kattığı berekettir.

Salavât, sadece dilde açıkça söylenen bir zikir değildir; kalpte sessizce akan, ruhta sürekli yankılanan gizli bir zikirdir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât etmek, insanın unutmasına engel olan, hatırlamasını diri tutan bir bağdır. Salavât, kulun kalbinde sürekli işleyen bir hatırlatma, nefes alır gibi devam eden bir zikirdir.

İnsan, gaflete en çok hatırlamayı unuttuğu zaman düşer. Günlük işlerin, arzuların, kaygıların içinde kalp hakikati unutur. Salavât, bu unutmayı kırar; çünkü her salât, kalbe "O’nu unutma" diye indirilen bir hatırlatmadır. Salavât, unutkanlığı giderir, hatırlamayı sürekli kılar.

Gizli zikir, dilden çok kalpte işitir; insanın kalbi, salavâtla kendi içinde sessiz bir yankı taşır. O yankı, insan yürürken, otururken, uyurken bile devam eder. Salavât, sadece belli vakitlere değil, bütün anlara yayılan bir zikirdir; bu yüzden gizli zikrin özü, salavâtın kalpte diri tutulmasıdır.

Salavât, gizli zikrin anahtarı, sürekli hatırlamanın yoludur. O’na salât eden, unutuşu yenmiş olur, hatırlamayı kesintisiz yaşar; O’na salât etmeyen, gafletin içinde kaybolur. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kulun kalbinde sürekli hatırlama hâline dönüşmüş hâlidir.

Salavât, sıradan bir zikir değil, sevapların en büyüğü, ecirlerin en yücesidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, aslında kendi defterini rahmetle doldurur, amelini nurla süsler. Salavât, kulun amel defterine yazılan en değerli işlerden biridir; çünkü içinde sevgi, bağlılık, şükür, teslimiyet ve rahmet aynı anda bulunur.

Diğer ameller tek yönlüdür: Namaz bedenle, oruç nefisle, infak mal ile yapılır. Salavât ise bütün varlığı kapsar; dil zikreder, kalp sever, ruh bağlanır. Bu yüzden ecir bakımından en yüce işlerden biridir. Salavât, bedenin değil, bütün varlığın ibadetidir; bu yüzden sevabı sınırsızdır.

İnsanın amel defteri, çoğu zaman eksik, bazen kirli, bazen boş sayfalarla dolar. Salavât, o defteri süsleyen bir nurdur. Her bir salât, deftere yazılmış bir rahmet damgasıdır. Salavât, kulun kendi çabasıyla elde ettiği küçük sevaplardan değil, Allah’ın rahmetiyle bahşedilen büyük ecirlerden biridir.

Salavât, sevapların en büyüğü, ecirlerin en yücesidir. O’na salât eden, defterine rahmet yazdırır, amelini nurla süsler; O’na salât etmeyen, defterini boş bırakır, amelini karanlıkta bırakır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kulun defterine işlenen en büyük eciridir.

Salavât, kalbin en büyük ihtiyacına, güvene ve itminana cevap verir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, kendi kalbine sarsılmaz bir huzur indirir. Salavât, korkunun yerine güveni, huzursuzluğun yerine itminanı koyan ilahî bir rahmettir.

İnsanın kalbi, çoğu zaman korkularla, şüphelerle, kaygılarla çalkalanır. Bu çalkantıların sebebi, kalbin kendine dayanmaya çalışmasıdır. Salavât, kalbi kendinden alır, Peygamber’in nuruna bağlar; böylece güven iner, huzur yerleşir. Salavât, kalbin boşluğunu güvenle dolduran, kaygısını sükûna çeviren bir zikirdir.

İtminan, kalbin sarsıntılardan kurtulmasıdır; salavât, bu itminanın anahtarıdır. İnsan O’na salât ettikçe, kalbi sarsılmaz, gönlü çalkalanmaz, ruhu karanlığa düşmez. İtminan, mallada, mevkide, güçte değil; yalnızca Peygamber’e bağlılıkta, O’na getirilen salavâtta bulunur.

Salavât, güvenin kaynağı, itminanın menbaı, huzurun sığınağıdır. O’na salât eden, kalbinde sükûn bulur; O’na salât etmeyen, kendi kaygısında tükenir. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kalbe indirdiği güven ve itminandır.

Salavât, insanın dilini temizler, gönlünü arındırır, yolunu berraklaştırır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, dilini boş sözlerden kurtarır, kalbini kirlerden arındırır, yolunu rahmetle aydınlatır. Salavât, bir zikirden öte, bir arınma yoludur.

Dil, çoğu zaman gıybetle, yalanla, faydasız sözlerle kirlenir. Salavât, bu kirleri siler; dili Allah’ı anmaya, rahmeti hatırlamaya, hakikati zikretmeye yöneltir. Salavât, dili kirden temizleyen, sözü nura çeviren bir zikirdir.

Gönül de günahların izleriyle, nefis arzularının karanlığıyla bulanır. Salavât, gönlü bu karanlıktan temizler; kalbi nurla doldurur, sevgiyi saflaştırır, muhabbeti hakikate bağlar. Salavât olmadan gönül arınmaz; salavâtla gönül saflaşır.

Yol da salavâtla aydınlanır; çünkü insanın yolu, nefsin hevesleriyle karışır, karanlıkla örtülür. Salavât, bu yolu nurla aydınlatır, istikamete kavuşturur. O’na salât eden, yolunu şaşırmaz; O’na salât etmeyen, kendi heveslerinde kaybolur.

Salavât, dili temizleyen, gönlü arındıran, yolu aydınlatan bir arınma vesilesidir. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kulda arınma hâline dönüşmüş yüzüdür.

Salavât, yalnızca dünyada kalmaz; kıyamet günü kulun önüne çıkan bir şahit olur. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, kendi lehine konuşacak bir delil hazırlamış olur. Salavât, mahşer gününde kulun diliyle değil, salavâtıyla şahitliğini yapan bir nurdur.

Kıyamet günü herkes kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. O gün dil susar, eller konuşur, ayaklar şahitlik eder. İşte salavât da o gün kul için şahitlik eder; "Bu kul Peygamber’i anmayı unutmadı, O’na bağlılığını dille ve kalple dile getirdi" diye şehadet eder. Salavât, kıyamet gününün ağır terazisinde kulun lehine konuşan bir delildir.

Salavât, o gün yalnızca şahitlik etmez, aynı zamanda nur olur; kulun önünde bir aydınlık gibi yürür. O’nun adına getirilen her salât, mahşerde yolunu aydınlatan bir ışık olur. O gün hiçbir gücün fayda vermediği anda, salavâtın şahitliği kulun kurtuluş vesilesidir.

Salavât, kıyamet günü kul için şahitlik eder; nur olur, delil olur, kurtuluş sebebi olur. O’na salât eden, mahşerde yalnız kalmaz; O’na salât etmeyen, kendi suskunluğu ile baş başa kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın mahşerde kul lehine şahitliğidir.

Salavât, sadece kulun diliyle söylediği bir zikir değil, Allah katında yüceltilmiş bir ameldir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, doğrudan Allah’ın rızasına yönelmiş olur. Salavât, kulun kendi küçük gayretinden ibaret değildir; ilahî katında değerli kılınmış, kabul görmüş, bereketle karşılık bulmuş bir zikirdir.

Allah, meleklerine de Peygamber’e salât etmelerini emretmiştir. Meleklerin salâtı rahmeti artırırken, kulların salâtı rızayı celbeder. İnsan O’na salât ettiğinde, sadece kendi zikrini yapmış olmaz; Allah’ın emrine uyar, meleklere katılır, rızayı talep eder. Salavât, Allah’ın katında en yüce zikirdir; çünkü içinde hem emir, hem rahmet, hem de rıza vardır.

Rıza, kulun ulaşabileceği en büyük payedir; çünkü rıza olmadan cennet de eksiktir, nimet de yarımdır. Salavât, bu rızaya giden yoldur. Allah’ın rızasına Peygamber’siz gidilemez; çünkü O dindir, O imandır. O’na salât eden, rızanın kapısını aralar; salavâtı terk eden, o kapıyı kapatır.

Salavât, Allah katında değerli kılınmış, kul için ilahî rızanın kapısını açan bir zikirdir. O’na salât eden, Allah’ın sevgisini ve rızasını bulur; O’na salât etmeyen, kendi hevasında tükenir. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın Allah katındaki değeridir.

Salavât, kulun yalnızca bu dünyadaki huzuru için değil, ahiretteki kurtuluşu için de verilmiş bir sırdır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, hem dünya saadetine erer, hem ahiret selametini bulur. Salavât, iki âlemi birbirine bağlayan, hayatın bütün katmanlarını rahmetle kuşatan bir zikirdir.

Dünya saadeti, malın çokluğunda, makamın büyüklüğünde, şöhretin cazibesinde değil; kalpteki huzurda, gönüldeki sekînette, rızktaki berekette, işteki kolaylıkta saklıdır. Salavât, bütün bunları rahmetle çoğaltır. Kul O’na salât ettikçe, dünya hayatında yoluna bereket iner, işi kolaylaşır, gönlü huzur bulur. Salavât, dünyayı saadetle süsleyen bir nurdur.

Ahiret saadeti ise, hesap gününde korkudan emin olmak, şefaatten nasip almak, cennet rahmetine yaklaşmaktır. Salavât, ahirette bütün bunların kapısını açar. Çünkü salavât, kulun Peygamber’le bağını diri tutmasıdır; o bağ, mahşerde kulun en büyük delilidir. Dünyada salavâtı terk eden, ahirette delilsiz kalır; dünyada salavâtı çoğaltan, ahirette nurla karşılanır.

Salavât, dünya saadetinin kaynağı, ahiret selametinin garantisidir. O’na salât eden, iki âlemi de rahmetle yaşar; O’na salât etmeyen, hem dünyada kaybeder, hem ahirette yalnız kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın iki âlemi saadetle birleştiren sırrıdır.

Salavât, insanın yalnızca diline değil, bütün varlığına sirayet eden bir nefestir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, kendi benliğini bir nefesle dönüştürür, bütün varlığını rahmete teslim eder. Salavât, varlığın köküne işleyen, insanın suretini değil özünü değiştiren bir zikirdir.

İnsanın diliyle söylediği her salavât, kalbine iner, kalbinden ruhuna geçer, ruhundan bedenine yayılır. Böylece salavât, bir nefesle bütün varlığı kuşatır. Salavât, yalnızca dudaklarda kalmaz; kulak işitir, göz yumuşar, el merhamet bulur, adım istikamet kazanır.

Varlığın dönüşümü, kendi çabasıyla olmaz; çünkü insan, ne kadar gayret ederse etsin, nefsinin ağırlığını aşamaz. Salavât, bu dönüşümün sırrıdır; kul O’na salât ettikçe, kendi gücüyle değil, rahmetin nuru ile dönüşür. Dönüşüm, dıştan içe değil, içten dışa gerçekleşir; bu iç dönüşümün kaynağı da salavâttır.

Salavât, kulun varlığını bütünüyle dönüştüren bir nefes, benliği hakikate bağlayan bir sır, hayatı rahmete dönüştüren bir nurdur. O’na salât eden, varlığını değiştirir; O’na salât etmeyen, varlığını kendi nefsine terk eder. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kulda varlığa dönüşmüş hâlidir.

Salavât, geçici bir ses değil, ebedî bir bağdır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, O’nunla dünyada başlayan bir bağı ahirete taşır, ebediyete uzatır. Salavât, kul ile Resûl arasında kopmaz bir bağ, kesilmez bir hat, sönmez bir nurdur.

İnsan hayatında bağlar kurar, fakat bütün bağlar ölümle kopar; dostluk biter, akrabalık dağılır, mal ve makam kaybolur. Ancak Peygamber’le kurulan bağ ölmez, çünkü o bağ hakikatin bağıdır. Salavât, bu bağı diri tutan zikirdir. Salavât, dünyadan ahirete, faniden bâkiye uzanan tek bağdır.

Resûl ile kurulan bağ, yalnızca dilin zikriyle değil, kalbin sevgisiyle, ruhun yönelişiyle oluşur. Salavât, bu yönelişi sürekli kılar. Peygamber’le bağı diri olmayan bir insan, dünyada da dağınıktır, ahirette de yalnızdır. O’na salât eden ise, hem dünyada Resûl ile beraberdir, hem de ahirette O’nun yanında diriltilir.

Salavât, kulun Resûl ile kurduğu ebedî bağdır. O’na salât eden, bağını dünyadan ahirete taşır, O’nunla beraber olur; O’na salât etmeyen, kendi bağlarını dünyada bırakır, ahirette yalnız kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın ebedî bağının adı ve işaretidir.

Salavât, rahmet ümmetinin ayırt edici nişanıdır; çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır. O’na salât eden topluluk, kendisini O’nun ümmeti kılar; salavâtı terk eden, ümmet bağını zayıflatır. Salavât, ümmeti ümmet yapan, fertleri aynı rahmet çatısı altında toplayan ilahî işarettir.

Ümmetin diğer topluluklardan farkı, Resûl’e bağlılığıdır. O bağlılık, yalnızca isimle veya iddiayla değil, salavâtla diri tutulur. Salavât, ümmetin dilinde ve gönlünde sürekli taşınan bir mühürdür; bu mühür olmadan ümmetin aidiyeti eksik kalır.

Rahmet ümmeti olmak, merhametle yaşamak, adaletle hükmetmek, şefkatle bakmak demektir. Salavât, bu vasıfları canlı tutar; çünkü salavâtla hatırlanan Peygamber, merhametin, adaletin, şefkatin kaynağıdır. Ümmet, salavâtı terk ettiğinde bu özelliklerini kaybeder; salavâtı yaşattığında ise yeniden dirilir.

Salavât, rahmet ümmetinin nişanıdır. O’na salât eden, ümmetin rahmet kimliğini taşır; O’na salât etmeyen, ümmetin dışında kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın ümmette tecelli eden işaretidir.

Salavât, kıyamet gününde kulun Resûl’e en yakın olmasının vesilesidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, mahşerin kalabalığında yalnız kalmaz, O’nun huzuruna yakın kılınır. Salavât, kıyamet günü Resûl’e yakınlık için kulun yanında taşıdığı tek geçerli delildir.

Mahşer, korkunun doruğu, kalabalığın en büyüğü, yalnızlığın en yoğun yaşandığı gündür. Herkes kendi derdine düşer, dostluklar unutulur, bağlar kopar. O gün Resûl’e yakın olan kurtulur, uzak kalan ise korkuda boğulur. Resûl’e yakınlık, salavâtla kazanılır; salavâtsız kul, O’nunla arasına mesafe koymuştur.

Salavât, dünyada iken Resûl ile kurulan bağın ahiretteki karşılığıdır. Kul dünyada O’na salât etmişse, o bağ ahirette de devam eder. Dünyada Resûl’ü anmayan, ahirette O’na yaklaşmayı bekleyemez. Dünyada salavâtı çoğaltan, ahirette O’nun yanına çağrılır.

Salavât, kıyamet gününde Resûl’e yakınlığın vesilesidir. O’na salât eden, mahşerde O’nun huzuruna yakın olur; O’na salât etmeyen, kalabalığın içinde yalnız kalır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kıyamet günü Resûl’e yakınlık delilidir.

Salavât, gönlü rahmetle dolduran bir sırdır. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, kendi gönlünü boşluklardan, karanlıklardan, vehimlerden temizler ve orayı rahmetle doldurur. Salavât, kalpte biriken bütün sıkıntıları boşaltır, yerini rahmetin serinliğiyle ve nurun tatlılığıyla doldurur.

İnsanın gönlü, dünya hırsıyla daralır, nefis arzularıyla kirlenir, vesveselerle bulanır. Salavât, bu darlığı genişletir, bu kiri temizler, bu bulanıklığı berraklaştırır. Salavât, gönlü genişleten, gönlü temizleyen, gönlü aydınlatan bir rahmettir.

Rahmetle dolu bir gönül, insana merhamet taşır, şefkat taşır, adalet taşır. Salavât, bu gönül halini diri tutar. Gönlü rahmetle dolu olmayan bir insan, başkasına da rahmet taşıyamaz; gönlü salavâtla beslenen insan ise hem kendine hem başkasına rahmet olur.

Salavât, gönlü rahmetle dolduran sırdır. O’na salât eden, iç dünyasında ferahlık bulur; O’na salât etmeyen, gönlünü boşlukta bırakır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın gönülde rahmete dönüşmüş hâlidir.

Salavât, kulun dünya ve ahiret yolculuğunu kolaylaştıran bir rehberdir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât eden, yolunu şaşırmaz, yolculuğunu rahmetle sürdürür. Salavât, kulun ayağını kaydırmaz, adımını sağlamlaştırır, yolunu nura kavuşturur.

Dünya yolculuğu, inişlerle çıkışlarla, darlıklarla genişliklerle doludur. İnsan kendi aklına güvenirse, yolda kaybolur; kendi hevesine tutunursa, yolun kenarında kalır. Salavât, bu yolculuğun rehberidir; kul O’na salât ettikçe, yolunu bulur, adımını sabitler. Salavât, yolculuğun pusulasıdır.

Ahiret yolculuğu ise çok daha çetin, çok daha uzundur. Kabirden kalkış, mahşer meydanı, hesap terazisi, sırat köprüsü… Bunların hepsi insana ağır gelir. Salavât, bütün bu menzillerde kulun yolunu kolaylaştıran bir nurdur. O nur, köprüde ayağı kaydırmaz, terazide ağırlık kazandırır, hesapta kolaylık sağlar.

Salavât, dünya yolculuğunun rehberi, ahiret yolculuğunun kolaylığıdır. O’na salât eden, her menzilde nur bulur; O’na salât etmeyen, her menzilde zorlukla karşılaşır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kul için yol gösteren rehberidir.

Salavât, sadece bir zikir değil, insanın yaratılış gayesinin dile gelen hâlidir. Çünkü Peygamber dindir, Peygamber imandır; O’na salât etmek, varlığın nihaî maksadına yönelmektir. Salavât, kulun niçin yaratıldığını hatırlatan, yaratılışını tamamlayan bir zikirdir.

İnsan boş yere yaratılmamıştır; insanın gayesi, Allah’a kulluk ve Peygamber’e bağlılıktır. Bu bağlılık, yalnızca akılla bilinmez, yalnızca kalple hissedilmez; salavâtla dile gelir, salavâtla tamam olur. Salavât, yaratılış gayesinin en açık ifadesidir.

Yaratılışın sırrı, varlığın Allah’a dönmesidir. Bu dönüş, Peygamber üzerinden gerçekleşir; çünkü O dindir, O imandır. Salavât, bu dönüşün kulun hayatındaki karşılığıdır. Salavât olmadan kulluk eksik kalır, salavâtla kulluk tamamlanır.

Salavât, kulun yaratılış gayesiyle birleşen nihai anlamdır. O’na salât eden, varlığının sırrını yerine getirir; O’na salât etmeyen, yaratılış maksadını boşa çıkarır. Peygamber dindir, Peygamber imandır; salavât ise bu dinin ve bu imanın kulun varlığına yazılmış en son hakikatidir.

Ahmet Turan Esin