Saplantı, insanın ruhunu yahut zihnini tek bir düğüm noktasına sürekli geri gönderen, orada biriken, orada kalarak diğer bütün ihtimalleri dışlayan kapanış biçimidir. Ne bir ilgi ne de bir bağlılıktır; çünkü ilgi açılım, bağlılık ise denge taşır. Saplantıda açıklık yoktur, denge yoktur; yalnızca kapanmış bir hat ve onun çevresinde dönüp duran ısrar vardır. Kişi aynı düşünceyi, aynı imgeyi, aynı anıyı, aynı kaygıyı tekrar tekrar kurar; her seferinde farklı görünse de, aslında hiç ilerlemez. Tekrarın sağladığı güven, yabancının tehdidini bastırır. Fakat bu güven, özgürlük değildir. Çünkü tekrar çoğaldıkça özgürlük azalır. Saplantı işte bu yüzden, çoğalıyor gibi görünüp daralan bir tekrar ekonomisidir.
Her tekrar kişiye tanıdıklığın uyuşturucu tesellisini verir. Tanıdık olan şey, bilinmeyenin çıplak yüzünü örter. Saplantıda tekrar, kesintisiz bir çit örer. Kişi kendini koruduğunu sanır, ama aslında kendi üzerine kapanır. Aynı cümleleri söyler, aynı hareketleri yineler, aynı sahneleri yeniden kurar. Fakat bütün bu hareketlilik, yeni bir kapı aralamaz. Mevcut kapının kilidini daha da sıkılaştırır. Böylece varoluş esnekliğini kaybeder, bir kalıbın içine donmuş gibi kalır. İnsan, her şeyi değiştiriyormuş gibi görünür ama aslında hep aynı noktada debelenir. Bu donma, bir iç çürüme hâlidir.
Saplantının ardında derin bir sessizlik korkusu vardır. Sessizlik, bütün çitleri yıkan çıplaklıktır. O an geldiğinde, kişi hiçbir şeyin arkasına saklanamaz. Saplantı işte bu sessizliğe karşı zihnin kurduğu bir savunma örgütüdür. Kişi sürekli konuşur, sürekli düşünür, sürekli açıklar. Çünkü sustuğunda, açıklamanın ötesinde kalan boşlukla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Saplantı bu yüzden bir anlam üretme hastalığıdır; açıklayarak erteler, ertelerken kaybeder, kaybettikçe daha çok açıklamaya sarılır. Anlam çoğaldıkça doğrudan temas geri çekilir, kişi temas etmemek için düşünür, açıklama zincirini kendine kalkan yapar.
Saplantının bireysel olduğu kadar kolektif biçimleri de vardır. İnsan, içteki düğümü görmemek için dışta kalın bir kalabalığın ritmine teslim olabilir. Kalabalık, tekrarın kolektif biçimidir; herkes aynı davranışı sergiler, aynı sözü tekrar eder, aynı korkuya sığınır. Bireyin kendi yükünü taşıması gerekirken cemaat bu yükü törensel bir uyumla örter. Saplantı da aynı işlevi görür: içteki düğümü açmaz, yalnızca perdeler. Kişi kendi yolculuğunu sürdürmek yerine başkalarının düzenine yaslanır. Bu da saplantının en görünmez biçimidir.
İnsan çoğu kez aynı davranışları bir sistem gibi kurar. Palanga gibi, aynı halatı aynı noktadan çekip indirir. Her çekişte bir şey oldu duygusu doğar ama aslında yalnızca aynı manzara farklı ışıklarla teşhir edilmiştir. Failin tasviri değişir; failin zemini değil. Bu yüzden saplantı kapsayıcı görünür ama daraltıcıdır. Kişi çok okur, çok konuşur, çok dener; fakat olma sahası yerinden kıpırdamaz. Mesele, düzenekleri çalıştırmayı bırakmak değil, halatı nereye sabitlediğini görmektir. Yanlış sabitlenmiş bir nokta, kişiyi kendi sahnesine mahkûm eder.
Saplantı bazen arzu kılığına girer, bazen titizlik yahut temkin, bazen de “ilke” kisvesiyle kendini haklılaştırır. Kişi, içteki tortuyu çözmek yerine yönetmeye çalışır. Yönetmek, aslında dokunmamaktır. Sorun yerinde dursun ama kontrol altında kalsın arzusu. Bu arzunun en tehlikeli yanı, iyilikle maske değiştirebilmesidir: sağlıklı yaşam takıntısı, düzenli ritüeller, titiz davranışlar.. Hepsi dışarıdan erdem gibi görünür. Oysa zemini çarpıksa, kişi yalnızca daha cilalı bir çember çizer, o kadar.İçteki tortu büyümeye devam eder, kişi bırakamadıkça daha da büyütür hatta, ve büyüdükçe kendi haklılığını yüceltir, ve orada tam da o noktada ben-merkezli bir kapanış doğar.
Saplantı süreklileştiğinde yalnızca bir eğilim olmaktan çıkar, varoluşu kemiren bir hastalığa bile dönüşür. Kişi, kendini tekrar eden döngülere hapsettikçe yeni imkânlarla temasını kaybeder. Görme biçimi tekleşir, işitme duyusu körleşir, algı daralır. Beden, ruh ve zihin aynı daralmayı paylaşmaya başlar. En ağır biçimi, kişinin bu daralmayı artık normal sanmasıdır. Kendi zincirini özgürlük zanneden bu hâl, en derin acıyı yaşatır: farkında olmadan kendi kendini tüketmek.
Duyular da bu çemberde körelir. Göz hep aynı imgeyi arar, kulak hep aynı sesi bekler. Duyular çeşitlilikle canlıdır, farklılıkla beslenir. Saplantıda ise çeşitlilik yoktur, her şey tek bir merkeze indirgenir. Bu indirgeme, duyuların yetkinliğini köreltir, körelen duyularla iç dünya da daralır. İnsan dış dünyanın bolluğunu değil, kendi içindeki tek gölgenin tekrarını yaşar. Bu daralmada benlik, kendi kendine sürekli tanıklık üretir. “Doğru olan budur”, “Böyle olmazsa yıkılırım”, “Bunu yapmazsam eksik kalırım.” Cümleler dışarıya değil, içeriye yöneliktir. Böylece benlik, kendi kendine şahitlik eden sahte bir mahkeme kurar. Yargıç, savcı ve sanık tek kişide birleşir, hüküm ise önceden bellidir: ısrarın devamı. İkna, özgürlüğün değil tutsaklığın aracına dönüşür.
Bazı saplantılar bir düşünceye değil, bir imgeye bağlıdır. Aynı yüz, aynı mekân, aynı anı sürekli geri çağrılır. O imge hatıra gibi görünür ama zamanla hatıranın ötesine geçer, bir emir gibi hükmeder. Böylece imge, dış dünyanın bir parçası olmaktan çıkar, iç dünyanın hükümdarı olur. Tekrar edildikçe gerçek görünür ama aynı oranda sahiciliğini kaybeder. Çünkü gerçek olan tekrara değil, tazeliğe aittir. İmgeye saplanmak, kişinin kendi hayalini gerçeğin yerine koymasıdır.
Saplantının bir de bedensel yüzü vardır. Kişi aynı hareketleri tekrarlar, aynı kasları sıkar, aynı pozisyonlarda bekler. Beden, çeşitlilik için yaratılmışken tekdüze bir rutine mahkûm edilir. Bu bedensel kapanış zamanla hastalık üretir: kasılmalar, ağrılar, bitkinlikler. Çünkü içteki düğüm, bedene de çemberini dayatır. Bedenin geniş hareket alanı daraldıkça, insan kendi bedeniyle bile hapishaneye dönüşür. Üstelik saplantı çıplak hâliyle tanınmak istemez; maskeler takar. Bazen dikkat, bazen titizlik, bazen sorumluluk görünümünde çıkar karşımıza. Kişi maskeyi taktığında kendini haklı hisseder. Fakat maskenin ardında aynı tortu vardır. Maskeler çoğaldıkça içteki hakikatsizlik belirginleşir. En ağır yanı, kişinin kendi maskesini gerçek yüzü zannetmesidir. Böylece kendi kendine yabancılaşır.
Saplantılı insan, kendi iç düğümüne hem itaat eder hem de ondan nefret eder. İtaat tekrarların devamını sağlar; isyan, tekrarları kırmaya çalışır. Fakat isyan bile çoğu kez aynı döngünün parçasıdır. Çünkü isyan, hakikî bir kopuş değil, yalnızca çemberin tersine dönmesidir. Kişi bir ileri bir geri gidiyormuş gibi yapar, ama hep aynı yerde kalır. Bu ileri-geri hareketi, saplantının en acımasız oyuncağıdır.
Bireysel saplantı çoğu kez topluluk aynasında güç kazanır. Kalabalıklar aynı işareti tekrarlar, aynı sembolü kutsar, aynı korkuya tutunur. Toplum tek bir imgeye kilitlendiğinde birey, kendi saplantısını kolektif onayla meşrulaştırır. Tek kişinin dar çemberi, binlerce insanın üzerinde dolaşan dev bir halka hâline gelir. Mitlerin çoğu da bu kolektif saplantıları anlatır. Tanrının ya da kahramanın sürekli aynı hatayı işlemesi, aynı bedeli ödemesi, aynı döngüde kalması, insanın kendi iç çemberine mahkûm oluşunu gösterir. Dıştaki engeller aşılsa da içteki saplantı aşılmadıkça hiçbir zafer kalıcı değildir. Çemberin merkezinde düşman değil, kişinin kendi takıntılı gölgesi vardır.
Bilinçaltının bastırdığı tortular yüzeye çıkmak için en güvenli yolu saplantıda bulur. Kişi yüzleşemediği arzuyu ya da korkuyu bir düşünceye, bir eyleme, bir imgeye sabitler. Sabitlenen şey, bastırılanın yerine geçer. Bu yüzden saplantı gizli bir tercümandır: dile getirilmeyen arzuyu ya da kabullenilmeyen korkuyu başka kılıkta tekrar ettirir. Ne var ki bu tercüme hakikati açığa çıkarmaz; yalnızca simgesel bir çığlık üretir. Çığlık işitilmese de sürer; işitildiğinde ise çoğu kez yanlış anlaşılır.
Çocuklukta başlar bu çember. Annenin yokluğu yahut sevgisinin eksikliği bir nesneye bağlanır. Parmağını emmek, aynı oyuncağı taşımak, aynı sözü tekrar ettirmek… Bunlar boşluğu doldurmanın erken teknikleridir. Zamanla bu küçük çemberler büyür, şekil değiştirir ama özünü korur: eksikliğin bastırılması. Yetişkinin saplantıları, çoğu kez çocukluğun eksiklik dairesinin yeni kılıklara bürünmüş hâlidir. İktidar da saplantıyla işler. Gücünü kaybetme korkusuyla aynı yöntemleri tekrarlar, aynı sembolleri sergiler, aynı söylemleri yineler. Halkı aynı korkuya kilitlemek, iktidarın en eski saplantı tekniğidir. Böylece bireysel çember toplumsal sisteme dönüşür. İnsanlar aynı kaygıyı paylaşarak zinciri onaylarlar, saplantı çağın karakterine dönüşür.
Saplantılı kişi en çok kendi gölgesinden kaçar. Gölge, bilinçdışının bastırılmış imgelerini taşır. Saplantı, gölgeden korunmanın yöntemidir. Oysa gölge hep yanı başındadır. Işık nereye düşerse düşsün, varlığını sürdürür. Saplantılı kişi gölgeyle yüzleşmediği sürece gölgenin oyuncağı olur. Görmediği her gölge, daha güçlü bir zincir olarak geri döner. Aşk ise bu zinciri kırar. Çünkü aşk açar, genişletir, sınırları taşırır. Saplantı kapatır, daraltır, tek merkeze çiviler. Aşk çoğaldıkça derinleşir; saplantı çoğaldıkça tüketir. Saplantılı kişi kendini sevdalı sanabilir, ama sevdiği şey kendi kapanışıdır.
Saplantı rüyaları da esir alır. Kişi uykusunda bile aynı imgeyle karşılaşır, aynı sahneyi tekrar yaşar. Rüya özgürlüğün mekânı olması gerekirken kâbusa dönüşür. Çünkü bilinçaltı serbestçe akmak yerine tek düğümün etrafında döner. Bu tekrarlar kişiye mesaj gibi görünür ama aslında kilidin yankısıdır. Rüya alanı saplantının laboratuvarına dönüşür, kişi her sabah aynı zincirle uyanır. Saplantı yalnızca psikolojik bir kapanış değil, varoluşun bütün katmanlarını etkileyen metafizik bir körlüktür. İnsan kendini tek bağa mahkûm ettiğinde hakikatin çoklu ihtimallerini yitirir. Her imkân tek çizgiye indirgenir, kişi geniş ufku değil dar çemberi tecrübe eder. Bu, çoğulluğu reddetmektir; bu reddediş de insanı metafizik bir körlüğe sürükler.
Saplantının en belirgin özelliği zamanı dondurmasıdır. Kişi yeni planlar, yeni sözler, yeni tekrarlarla ileriye gidiyor gibi görünür. Fakat bütün hareketlilik donmuş bir zamanın içinde gerçekleşir. Saplantılı insan için dün, bugün, yarın aynı şeydir; yalnızca takvim değişir. Zaman, döngüsel bir hapishaneye dönüşür. Dil de bu çemberin zincirine dönüşür. Aynı kelimeler, aynı cümleler tekrar tekrar söylenir. Dil, yeni anlamlar açmak yerine kapanışı sürdürür. Sözcükler çoğaldıkça anlam azalır. Dil, hakikatin kapısı olmaktan çıkar, saplantının zinciri olur. Ve bütün bunların ardında sessiz bir çığlık vardır. Kişi içten içe esaretini bilir ama dile getiremez. Çember güvenin sahte suretini verdiği için çığlık içeride kalır. Bastırıldıkça daha da güçlenir. İnsan sustuğunu sanır, ama içte kopan uğultu hiç susmaz.
Saplantının derin köklerinde ölüm korkusu gizlidir. Sonluluğun çıplak yüzüne bakmamak için tekrarlar kurulur. Aynı hareket, aynı düşünce, aynı imge… Hepsi ölümü unutmanın tekniği hâline gelir. Fakat bu tekrar ölümü örtmez, daha görünmez kılar. İnsan ölümsüz olmaz, ölümü içten içe büyütür. Çünkü tekrar zamanı doldurmaz, boşluğu daha da belirginleştirir. Saplantının diğer yüzünde unutma korkusu vardır. Değerli görülen bir şeyi kaybetme korkusuyla onu sürekli zihinde canlı tutmak. Ama bu canlılık hatırlama değil, taklit edilmiş bir canlılıktır. Gerçek hatırlama değişerek sürer; saplantılı hatırlama donarak kalır. Donma ise unutmanın kendisidir, çünkü hatırlanan şey tazeliğini kaybettiğinde ölüdür.
Toplumlar da saplantıyla işleyen ritüeller kurar. Aynı sözler, aynı törenler, aynı simgeler… Yüzyıllar boyunca tekrarlandığında hakikatin taşıyıcısı olmaktan çıkar, saplantının aracına dönüşür. Toplum kendi iç düğümünü görmemek için sahte bir düzen inşa eder. Düzenin ihtişamı çürümenin perdesidir. Ritüel çoğaldıkça hakikat kaybolur, kalan yalnızca tekrarın uyuşturucu güvenidir. İçsel yolculuk insanın kendini tanımasıyla başlar; saplantı bu yolculuğu en baştan tıkar. Yol almak bilinmeyene adım atmayı gerektirir; saplantı bilinmeyenin kapısını kapatır. İnsan yol almak yerine hep aynı eşiğe geri döner. Aynı duygu, aynı düşünce, aynı alışkanlık, yolculuğun sonsuz ertelenmesidir. Kişi yürüdüğünü sanır ama bir adım bile ilerlemez.
Saplantı kişiye sahte bir kimlik armağan eder. “Ben buyum” der, “ben böyleyim” der. Oysa bu cümleler içteki düğümü korumak için söylenir. Kimlik bir siper olarak kurulur. Eksiklik kabullenilmez, eksikliği sabitleyen bir maske takılır. Maske güçlendikçe insan kendinden uzaklaşır. Kimlik bir varoluş değil, bir zindandır. Saplantı insanın en derin çelişkilerinden biridir. Bir yandan güven verir, diğer yandan özgürlüğü yok eder. Bir yandan düzen sağlar, diğer yandan çürütür. İnsan saplantıyla yaşarken kendini koruduğunu sanır ama aslında kendi yok oluşunu hızlandırır.
Saplantı aşk değildir; bilakis aşkın açtığı ufkun zızıddıdır. Aşk insanı genişletir, saplantı daraltır. Aşk yeniler, saplantı tüketir. Aşk insana kendi eksikliğini gösterir ve bu eksiklikte büyümeyi sağlar, saplantı ise eksikliği örter ve kişiyi kendi içine gömer. Aşk, varlığı açığa çıkarır; saplantı, varlığı karartır. Bu yüzden aşk bir hakikat, saplantı ise bir yanılsamadır.
Saplantı güvenin taklidi, aşk ise güvenin hakikatidir. Saplantı çemberdir, aşk ufuk. Saplantı geçmişin zincirinde kilitlenmiş hâl, aşk her anın yeni doğuşunda taze bir akıştır. Saplantı benliği daraltırken, aşk benliği aşarak öteye taşır. İnsan çoğu kez bu ikisini karıştırır; kendi kapanışına aşk der, kendi tüketimine sevda der. Oysa gerçekte yaptığı, kendi kendine zincir vurmak ve o zinciri kutsamaktır.
Anlaşılması gereken şu: saplantı bir sevgi biçimi değil, insanın kendi üzerine çakılı kalışıdır. İnsan saplantıyla yaşarken kendini koruduğunu sanır, fakat aslında kendi kaybını hızlandırır. Çember dönmeye devam eder, kişi her seferinde aynı noktaya geri döner, kendi çivisine yeniden saplanır. O çivi sökülmedikçe hiçbir yolculuk başlamaz, hiçbir hakikat tecrübe edilmez, hiçbir özgürlük gerçekleşmez. Saplantının nihai hakikati: insanın kendi kendine kurduğu görünmez hapishane, zincirin sahibinin bizzat mahkûm oluşudur.