Bu yazıda baz alınan katman, beşerin, düşkün cihetten nefs-i emmaresidir.
Beşer, düşkün cihetten zamanın akışına tabidir. Beden olarak, asli iç olmayan, dışa-izafi bir iç, ve bu iç’e dış olarak kültüre, evrime, biyolojik kayıtlara ve, gelişim adı verilen arardalığa tabi ama düşkün zeminde yer alan ruhsal etkileşime tabidir. Böyle bir nefs ise, kısmîdir; ve bireyin diğer katmanlarını kuşatmaz.
Dolayısıyla aşağıdaki yazı, farklı katmanları da faal olan, ve farklı nitelikleri de cereyan eden nefsler için bağlam dışındadır.
Bu uyarı iyi anlaşılmadan, aşağıdaki yazıyla acele hükme varılmaması gerekir.
Ayrıca şehvet, tıpkı gazap gibi bir temel kuvvettir. Bu kuvvetin aldığı nitelikler bu nedenle çok daha yönlüdür.
Şehvet… çoğu kişinin sandığı gibi yalnızca uyanan bir istek değildir. Taşıyabilene kudret, taşıyamayana ağır bir yük olur. Ve yük, sadece ağırlığıyla değil, yönsüzlüğüyle çürütür. Çünkü şehveti taşıyamayan, aslında arzunun kendisiyle değil, kendi eksikliğiyle yanar. Eksik kalan benlik ne kadar büyükse, arzu o kadar dağınık, istek o kadar dizginsiz, yön o kadar silik olur. İnsan çoğu zaman neye çekildiğini sanır ama aslında çekildiği şey dışarıda değil, kendi bastırdığı karanlığın içindedir. Bastırıldıkça büyüyen, büyüdükçe saldırganlaşan o gölge seslenir ona.
Ve o ses asla susmaz. Yalnızca ertelenir. Arzular bu yüzden taşmaz, birikir. Biriken ya çürür ya patlar. Sıradan insan ya bastırır ya teslim olur. İkisi de taşıyamaz. Bastıran içten çürür; teslim olan dışarıda eriyip gider. Ne biri özünü tanır ne diğeri kendine ulaşır. Şehveti kudretle taşıyan ise başkadır. Çünkü o, isteğin eyleme dönüşmesinden önce onu görür. Görmek, hükmetmek değildir; geçişe izin vermektir. Ve geçene izin vermek, kaçmaktan çok daha güçlüdür.
Kudret tam da buradadır. Kudret, yok etmek değil, akıtabilmektir. Ne kurutur, ne taşır; sadece merkezden geçirir. Ama o merkez sıradan insanda ya kurulmamış ya unutulmuştur. Bu yüzden her arzu bir sarsıntıya dönüşür, her bakış bir bölünmeye. Neyi istediğini bilmeyen, neden istediğini de bilmez. Nedenini bilmeyen de taşıyamaz. Böylece şehvet, taşıyamayana yük olur; çünkü yönsüzlük, ağırlığı çoğaltır.
İnsan arzuyu bir bedende bulduğunu sanır. Bir bakışta, bir kokuda, bir düşte… Oysa çoğu kez bu arayış, eksikliğinden kaçışın bedensel kılığıdır. Tenin tenle buluşması huzur getirmez, yalnızca uyuşturur. İçine dönmeyen hiçbir temas derinleşemez. Yön yoksa, temas çözülmez. Çözülmeyen temas, daha fazlasını ister. Fazla eksiltir, eksildikçe arzu büyür, büyüdükçe yönetilemez hâle gelir. Ve sıradan insan her şehvet anında kendine daha uzak düşer.
Kâmil olan bilir: Her istek bir çağrıdır. Ama çağrıya uymak gerekmez. Onu duymak yeterlidir. İşte fark buradadır. Kâmil, gelen çağrıyı bastırmaz ama izler. Nereden geldiğine, ne taşıdığına, nereye yöneldiğine bakar. Bu yüzden onun için şehvet bir yolculuktur: bedeni aşan bir şahitlik, merkeze dönmenin ateşli kapısı. Merkezde kalan, ateşi yakıt yapar; merkezsiz olan o ateşte kavrulur.
Kâmil insanın şehveti az değildir. Tam tersine, çoktur. Ama çokluk onda taşkınlığa dönüşmez. Çünkü merkez vardır. Gelen her arzuyu kendinden geçirir, içerde ezer veya büyütür. Bu yüzden onun için şehvet bir silahtır. Keskinliğini tanır; ne zaman çekileceğini, ne zaman bırakılacağını, ne zaman susturulacağını bilir. Çünkü şehvet ona ait değildir, ama onda taşınır. Sıradan insanın elinde ise o silah sahibini yaralar. Ve yaralanan sadece beden değil, yönsüzlükten delik deşik olmuş benliktir.
İnsan bazen kendini arzularından ibaret sanır. Oysa insan, arzularına verdiği tepkidir. Kaçanla kalan arasındaki fark, arzunun kendisinde değil, onunla ne yaptığıdadır. Kimisi arzunun peşine takılır, kimisi içine yürür. İçine yürüyen kendini görür. Korkar belki, ama geri dönmez. Çünkü merkez bir kez tanınırsa artık hiçbir arzu sarsamaz. Şehvet, bu sarsılmazlığın ilk sınavıdır. Geçemeyen ya hayvanlaşır ya putlaşır: ya nefsin kölesi olur ya da inkârın kibriyle körleşir.
Taşıyan, yürüyen, düşmeyen ise… Artık şehveti içinde tutan bir dağ gibidir. Ateşi içeridedir ama dışı serin kalır. Çünkü o şehveti dışa akıtmaz, içte dönüştürür. Ve her dönüştürülen şehvet, bir iradeye dönüşür. İrade ise yalnız kudretlilerin taşıyabileceği en ağır emanettir.
Şehvet, yalnızca dışa taşan bir arzu değil, içeride saklanan bir gölgedir. Ve gölge, görünmekten korktuğunda maskeye dönüşür. İnsan ne zaman kendini saklarsa, arzusunu da saklar. Ama saklanan arzu silinmez; şekil değiştirir. Sessizleşir, dolambaçlı olur. Ve çoğu kez arzu değil, ona duyulan utanç konuşur. İnsan istediğini değil, neden istediğini gizlemeye çalışır. Şehvet de işte bu saklamanın içinden fışkıran ilk itki… taşıyamayana yük, taşıyabilene kudret.
Kâmil olan gölgesini inkâr etmez. Onunla oturur, konuşur. Çünkü bilir: şehvet, gölgenin dilidir. Dil susturulmazsa, anlatır. Sıradan olan ise gölgesinden korkar. Gördüğü anda kaçar. Kaçtığı yerde maskeler üretir: kimlikle, rolle, kutsallıkla, ahlakla. Ama parlayan her şey aydınlatmaz. Parıltının arkasında gölge büyür. Şehvetin gücü de tam burada artar: saklandığında.
Kimi zaman sevgi adıyla gelir. Kimi zaman şefkat, kimi zaman inanç. Ama özü aynıdır: görünemeyen, görünmediği ölçüde büyüyen bir kıpırtı. İçte çözülmezse dışa yönelir. Bedenlere, kelimelere, imgelere. Dışa yönelen çözülmemiş arzu ise yalnızca tekrar eder. Şehvetin dairesi budur: çözülmeyen arzuların kendi ekseni etrafında dönüp durması. Ve o dairenin içinde kalan, her seferinde kendinden biraz daha uzaklaşır.
Kâmil olan, döngüyü kırar. Çünkü yönü vardır. Yön, sadece bedenin nereye gideceğini değil, arzunun ne taşıdığını da gösterir. Kâmil, arzuyu okur. Gölgeyi görür. Ona döner. Utanmaz, kaçmaz, bastırmaz. Çünkü bilir: gölge bastırıldıkça karanlıklaşır. Gölgeye ışık tutmak değil, onunla kalabilmek derinlik doğurur. Derinleşen kişi, şehvetin yüzeysel cazibesini tanır, tanır ve geçer. Geçmek, dokunmamak değildir; geçmek, içinden geçmektir. Orada kalmak ama donmamak. Arzuyu duymak ama erimemek. Şehveti yaşamak ama onunla kimlik kurmamak.
Şehvet, gölgeden fısıldar. En çok gecenin sessizliğinde, kalabalığın gürültüsünde, göründüğün yerde görünmeden gelir. Çünkü gölge dışarıdan aydınlık, içeriden karanlıktır. İnsan en çok ışıkta saklanır; saklandığı yerde şehvet parlar. Parladıkça arzu sanır. Oysa bu parıltı bir çağrıdır. Ve her insanda aynı değildir. Sıradan biri çağrıya doğrudan gider. Orada tamamlandığını zanneder. Ama bulduğu huzur değil, geçici bir suskunluktur. Gölge susmaz; sadece bekler.
Kâmil olan bekleyeni bilir. Her çağrıyı reddetmez ama her çağrıya da gitmez. Onun sessizliği kaçış değil, yön belirlemedir. Çünkü bilir: arzunun ilk sesi hakikati fısıldamaz.
Şehvet, taşıyamayana bataklıktır. Orada kimlikler boğulur, değerler dağılır, benlik çözülür. İnsan kendini arzuda eritmek isterken aslında kendisinden uzaklaşır.
Taşıyabilen ise çözülmeyi, çözülmeden yaşar. Kendini eritmez; kendinden geçer, ama kendine döner. Onun için şehvet, tuzak değil; geçittir. Geçidin iki duvarı vardır: gölge ve ışık. Kâmil ikisini de tanır. Ne yalnız karanlıktır ne yalnız aydınlık. Ne yalnız arzu, ne yalnız kaçınma. İkisinin arasındaki ince çizgide yürür. O çizgi, gözle değil, kalple görülür. Kalbi olan değil, kalbini taşıyabilen yürüyebilir orada.
Şehvetin maskesi düştüğünde insan kendini çıplak görür. Bu çıplaklık tenin değil, ruhun açığa çıkışıdır. O an ya bastırılır ya yüceltilir. Ama yüceltilen her şey dokunulmazlaşır. Dokunulmaz olan her şehvet, kutsanmış bir kaçış olur. Kâmil olan ne kutsar ne kaçırır. Sadece seyreder. Arzu yükseldiğinde, içinde neye dokunduğunu izler. Bu izleyiş ne teslimiyettir ne hâkimiyet. Sadece varlıktır. Varlığın içinden geçen arzu artık gölgede kalmaz.
Şehvet, kadına da erkeğe de aittir, ama farklı çiçeklenir, farklı kurur. Arzu bedene indiğinde biçimlenir; biçimse her tende başka yankı verir. Kadının teninde şehvet ağır yürür. Hemen koşmaz, hemen yakmaz. Önce izler. Dokunmadan dokunur. İçeri yoklar. Çünkü kadın bedeni dışa değil, içe dönüktür. Alır, saklar, taşır, büyütür. Bu yüzden onun arzusu çoğu kez kendine bile kapalıdır. Kadın önce fark edilmek ister. Fark edilmek, tenle değil; bakışla, sesle, sabırla olur. Çünkü kadın, kendine ait olanı başkasının aynasında duymaya muhtaçtır. Ayna bulanıksa, arzu da bulanıklaşır.
Kadın önce görünmek ister, sonra sevilmek. Görülür ama hemen teslim olmaz. Geri çekilir. Dişil olan alıcıdır ama aynı zamanda gizlidir. Gizem, şehveti masumlaştırır ama aynı zamanda derinleştirir. Kadının arzusu, şefkatle karışık bir yangındır. Dışarı taşmaz, içeride çözülür. İçeride kaldıkça da kıvılcımı büyür. Susturuldukça, kadın sessizleşmez; içinden daha çok konuşur.
Sıradan kadın, arzunun yükselişinden korkar. Çünkü taşınmayan her şehvet suçla yüzleştirir. Suçun ağırlığı, arzunun hakikatini örter. Kadın ya reddeder ya meşrulaştırır. Ama ikisi de taşıyamaz.
Bastırılan arzu yok olmaz; biçim değiştirir. Derine iner, maskelenir, susar. Ama bekler. Akıl sesiyle örtülmüş suskunlukta büyür. İçeriyi sarar, kişiliği deler, dile dönüşür. Bastırılan her şey, maskeli bir taşkınlığa dönüşür. Ve maskeli taşkınlık, en çok kendiyle övünür.
Bastırmak erdem zannedilir. Ama bastırılan şehvet, erdem değil; korkudur. İnsan arzuyu yönetemeyince yok etmeye çalışır. Ama yok edemez. Şehvet yönlendirilir; yönsüz olan ise ya bastırır ya taşar. Bastırmak içi çürütür, taşmak dışı dağıtır. İkisinin ortasında savrulmak yönsüzlüktür.
Kâmil olan taşmaz çünkü bastırmaz. Dolu ama taşmayan bir nehir gibidir. Yönü belli, yatağı derin, akışı sessiz ama taşıdığı şey kudret.
Şehvet bastırıldığında suskunluk olur; taşkınlaştığında gürültü. Ama ikisinin de kökü aynı: yönsüzlük. Ve yönsüzlük, şehvetin yıkıcı yüzünü doğurur. Her ten, tanıklık olmaktan çıkar; istilaya dönüşür. Her bakış, okşama olmaktan çıkar; sahiplenmeye. Sahiplenilenin ruhu bozulur.
Kâmil olan arzunun gelişini bilir. Ona kapı açmaz ama duvar da örmez. Çağırmaz ama yok da saymaz. Arzunun yalanlarını ayırır. “Bensiz yaşayamazsın” diyen şehvete, “ben senden önce de vardım” der. Çünkü bilir: şehvet, taşıyamayana yük, taşıyabilene kudrettir.
Bastıran da taşan da aynı yanılgının iki yüzü: biri kaçan, diğeri kovalanan. Ama ikisi de kendinde değildir. Kendinde olan, ne kaçar ne kovalar. Yalnızca bakar. Arzuyu geldiğinde görür: yüzünü, yönünü, yükünü. Ve taşıyabilirse, artık ne bastırır ne taşar. Yürür. Yanmaz. Parçalanmaz. Çünkü ateş dışarıda değil; içeride yön bulduğunda neyi yakacağını, neyi ısıtacağını, neyi dönüştüreceğini bilir.
Şehvet ikilidir. Ama bu ikilik iyi–kötü değil; yönle ilgilidir. Aynı ateş birini ısıtır, diğerini yakar. Aynı arzu birini aşka taşır, diğerini azaba sürükler. Fark, arzunun kendisinde değil, ona nereden bakıldığındadır.
Kutsal olan arzusuz değildir. Ama arzunun içinden geçmiştir. Onu tanımış, onunla yanmış, onunla konuşmuştur. Şehvet kutsalın içinden geçerken susmuş ama yok olmamıştır. Çünkü susmak yok olmak değildir. İlahi olan, yalnızca arzusuzluk değil; arzunun yandığı hâlde yön bulmuş hâlidir.
Arzuyu taşıyamayan her yön, şeytana açıktır. Şeytan yalnızca kötülüğün çıplak sesi değildir. O, yönsüzlüğün yankısıdır. O, ateşi içinde tutamayan, tutamadığını başkasının üzerine savurarak var olmaya çalışan gölgedir. Şehvet de onun en sevdiği perdedir. Çünkü orada sınırlar erir, kutsal ile günah birbirine karışır. İnsan en çok bu karışımda kendine yabancılaşır.
Sıradan olan bu ayrımı yapamaz. Her arzuyu ya kutsar ya lanetler. Kutsadığında körleşir; lanetlediğinde bastırır. Ve bastırılan her şey daha güçlü döner. Çünkü bastırılmış şehvet içeride bir tanrı gibi büyür, ya da bir şeytan gibi fısıldar. Kimi zaman o sesi aşk sanırsın, kimi zaman vecd, kimi zaman kurtuluş. Ama ne olduğunu tanımadan yönelmek, Tanrı’ya taparken şeytana boyun eğmektir.
Kâmil olan çizgiyi tanır. Şehvetin içinden geçerken sorar: bu beni bana mı yaklaştırıyor, yoksa dışarıya mı savuruyor? Tenin çağrısında mı eriyorum, yoksa o çağrıyı taşıyarak mı dönüyorum? Çünkü şehvetin bir yüzü Tanrı’yı taşır. Ve Tanrı sadece arzusuzluğun değil, arzu içindeki düzenin de adıdır. Kutsallık, yangını söndürmekte değil, o yangını yönle taşımaktadır. Eğer şehvet ateşse, tanrısal olan o ateşi yakmadan aydınlatandır.
Diğer yüzü ise sahte ışıktır. Yanıyormuş gibi parlar, ama yalnızca yakar. Ve yandığını huzur sanan, aslında o yanışta eriyip gider. Şeytani olan sadece arzunun varlığı değil, merkeze rağmen sürüklenen her eylemdir. Merkez yoksa şehvet parıldar, fakat o parıltı sahte bir merkez kurar. Ve o merkez kendi etrafında döner, kendine tapar, kendi eksenini tanrılaştırır. O tanrılaştırma, aslında maskeli bir şeytanlıktır. Çoğu kez aşk gibi görünür.
İşte ayrım buradadır. Tanrısal olan merkeze açar; şeytani olan merkezin yerine geçer. Biri içe çağırır, diğeri dışa savurur. Biri geçirir, diğeri yutar. Biri tanıtır, diğeri kör eder. Ve fark, yalnızca yönü taşıyanda açılır. Kâmil olan aynı arzuda iki ses duyar. Aynı bedende iki yanış görür. Aynı ateşin iki farklı alevi olduğunu bilir.
Şehvetin kutsalla ilişkisi, onun yokluğunda değil, taşınışında saklıdır. Taşıyan için şehvet Tanrı’ya köprüdür; taşıyamayan için Tanrı’dan uzaklaştıran bir maskedir. Kutsal olan, şehvetin içinden düşmeden yürüyebilendir. Bu yürüyüş ne bastırmaktır ne övmek. Bu yürüyüş tanımaktır: içinden geçmek, geçerken kalmak, kalırken çözülmemek.
Şehvetin ilahî olanla ilişkisinde sır şudur: Yaklaştıkça yanarsın. Ama yanmak seni yakmıyorsa, o ateş artık senin ışığındır.
Sıradan insan, aşkı arzuyla karıştırır. Aşkı, şehvetin başka bir adı sanır. Kâmil olan ise tersine çevirir: arzuyu aşka dönüştürür. Çünkü arzu kendi başına aşk doğurmaz; aşkın içinden arzu geçebilir yalnızca. Ama geçebilen, taşıyabilenindir. Taşıyamayan için arzu, aşkı siler. Aşk bağ kurar; arzu sahiplenir. Aşk açar; arzu bastırır. Aşk özgür bırakır; arzu kıskanır. Aşk bekler; arzu acele eder. Aşk yanar ama yön bulur; arzu yanar ve savrulur.
Bir bakış yeter bazen. Bir an, bir söz. Nabız hızlanır, ten konuşur. Ama merkez yerindeyse, taşmaz. Merkez yoksa gözler göze değil, gövdeye bakar. Etin altını göremez. İçeri girmez. Dışta kalır. Dışta kalan da kalmaz, uçar gider. Gideni unutamamak ise kaybedilenden çok, kendine dönememenin sancısıdır.
Şehvet aşk gibi başlar, yalnızlıkla biter. Çünkü yönsüz birleşme hatırda kalmaz, gelecekte tutunmaz. Şehvetle kurulan her bağ, sonunda dağılır. Dağılma sanılan, aslında hiç birleşmemişliğin açığa çıkmasıdır. Geriye aşk değil, arzunun gölgesi kalır.
Kâmil olan bilir: sevgideki arzuyu tanır, arzudaki sevgiyi ölçer. O ölçüyle yürür. Ne sadece aşka yaslanır, ne arzudan kaçar. Arzuyu sever ama kimlik yapmaz. Aşkı taşır ama onunla hükmetmez. Bu yüzden dokunuşu yön verir; haz doğurur ama bağımlılık üretmez. Giderse eksiltmez, kalırsa taşırmaz. Çünkü onun için sevmek, arzuya kapılmak değil; arzuya sorumluluk almaktır.
Şehvetle aşk arasındaki farkı tanımadan seven, ya kendini kaybeder ya karşısındakini siler. Her silinmişlik yeni bir bağ arar, her bağ yeni bir boşluk taşır. Böylece döngü sürer. O daireyi yalnız yönü olan kırabilir.
Toplum şehveti anlamaz. Ya lanetler ya sahneye çıkarır. Ya duvar arkasına saklar ya da spot altına koyar. Ne bastırarak yok edebilir ne kutsallaştırarak taşıyabilir. Çünkü toplum bireyin arzularını tanımadan yön vermeye kalkar. Ve yönsüz yasaklar, yönsüz isyanlar doğurur. Bastırılan şehvet yalnız bireyin ruhunu değil, dilini, ilişkisini, varlığını da çürütür.
Kadın, arzusu olduğu için değil, arzusu göründüğü için yargılanır. Ama göstermeyen kadın da yok sayılır. Ona iki yüz verilir: biri bastırılmış, öteki sergilenmiş. Ya susması istenir ya teşhirle kimlik kurması. Örtülen kadın arzudan kopmaz, içeride yalnızlaşır. Teşhir edilen kadın görünür olduğunu sanır, kendi görüntüsüne yabancılaşır. Çünkü görünmek arzusu çoğu zaman görülmemişliğin izidir.
Erkek, arzusu olduğu için yüceltilir. Ama taşıyamadığı arzu taşkınlığa döner. Ona “erk” denir. O erk, sadece alırken vardır. Vermeyen bir güç, yönsüz bir hâkimiyet. Erkek arzuyu dillendirebilir ama derinleştiremez. Çünkü ona şehvet bir silah gibi verilmiştir ama neyi vuracağı öğretilmemiştir. Kadına bakarken yön değil, sahiplik hisseder. Ve sahipliği sevmek sanır.
Toplum, kadının arzusunu kısmış, erkeğin arzusunu büyütmüştür. Ama büyüyen arzu değil, iktidar sanrısıdır. Sanrı sevmez; alır. Alabildiği kadar vardır. Kadın vermedikçe eksik, erkek aldıkça yetersizdir. Çünkü arzu alışveriş değil; taşımak, duymak, yön vermek, birlikte akmaktır. Bastırılmış toplumlarda bunların hiçbiri öğretilmez. Sadece sınırlar vardır. Mahremiyet adına bastırılan istek, modernlik adına teşhir edilen arzu.
Bastırılan şehvet, sahte kutsallık üretir. İnsan arzularını inkâr ettiğinde, kendine tanrısallık atfeder. “Ben öyle değilim,” der. Ama içinden geçenin sesini susturamaz. Susturulamayan arzu başka kılıklara girer: dindarlık olur, vakar olur, iffet olur. Ama birikir. Ve gün gelir kırılır. Sessiz bir çığlık gibi dışarı taşar. Kutsallaştırılmış beden, bastırılmış arzusuyla kendi çöküşünü büyütür.
Toplumda mahremiyet çoğu zaman tenin saklanmasıyla özdeşleştirilir. Oysa mahrem olan ten değil, içteki yönsüzlüktür. Yönsüz arzu, açıkta da olsa saklıdır. Çünkü ne istediğini bilmeyen için açıklık teşhirdir, kapalılık donukluk. Yön yoksa, bedenin konumu da yoktur. Toplum bedenin pozisyonunu denetlerken yönün kaybolduğunu fark etmez. Mahremiyet dışın kontrolüyle değil, iç yönün terbiyesiyle mümkündür. Ama iç yön eğitilmez. Çünkü bu sessizlik, derinlik, yavaşlık ister. Ve çağın hızında bunların hiçbiri kalmamıştır.
Kâmil insan toplumda yaşar ama toplum gibi yaşamaz. Şehveti bastırmaz, sergilemez de. Ne gösteri yapar, ne saklar. Sadece taşır. Ve taşıdığı şey sağlam kalır çünkü görünmez kıldığı için değil, görünür hâle getirmediği için. Bütün zarar, şehvetin kendisinden değil; bastırılmış ya da satılmış hâlindendir.
Zaman arzuyu söndürmez. Sadece sesini değiştirir. Gençlikte bağırır, ihtiyarlıkta fısıldar. Ama o fısıltı, bağırıştan daha derin vurur. Çünkü genç olan sabırsızdır: hemen ister, bekleyemez, taşar. Dokunur, koşar, sürüklenir. Yaşlanan ise arzuyu öylece yaşamaz; bekler. Bekledikçe duyar. İçinde sessizce büyüyen o titreşim, artık bir istek değil, yankıdır. Gençken bedenin yüzeyinde dolaşan ses, yaşlandıkça içe çöker. Çöküş kaybolmak değildir. Yavaşlıktır. Yoğunluktur. Ağırlaşan anlamdır.
Gençlikteki şehvet, kontrolsüz bir akıştır. Çünkü derinleşmeye vakti olmamıştır. Genç, şehveti kudret sanar. Bedenin uyanışını özgürlük zanneder. Çok istemeyi çok sevmek, çok dokunmayı çok bilmek sanır. Oysa hız yönsüzlüktür. Ve yönsüz her arzu sonunda boşluğa düşer. O boşluk başkasıyla dolmaz. Gençlikte yaşanan taşkınlık, yıllar sonra sessiz bir çöküntüye döner. O çöküntü bedenin değil, yönsüzlüğün yorgunluğudur.
Yaşlılıkta şehvet bitmez, biçim değiştirir. Dokunma isteği izlemeye, yaklaşma arzusu tanıklığa, iktidar düşü kabule döner. Kabulle birlikte, taşmış arzuların kırıntısı belirir. Bir bakış, bir ömür olur. Gençken tutulmamış bir elin hayali uykusuzluk yapar. Hiç yaşanmamış bir ten rüyada tekrar belirir. Ve insan anlar: yaşanmayan arzu büyür, yaşanan geçer. Geçiş, taşıyabilenindir. Taşıyamayan içinse ömür boyu süren bir eksiklik.
Sıradan insan yaşlandıkça susar. Ama bu suskunluk huzur değil, çöküştür. Çünkü unuttuğunu sanır. Oysa hiçbir bastırılmış arzu ölmez. Biçim değiştirir. Yıllar geçtikçe tek tek geri döner. Bir koku, bir düş, bir cümle olur. İçeriye dokunur. Beden taşıyamayınca ruh çözülür. Arzunun yankısı bedenin sessizliğinde boğulur. İşte o anda kişi kendisiyle yüzleşir.
Kâmil olan yaşlandıkça derinleşir. Çünkü her geçişi taşımıştır. Her arzuyu görmüş, tanımış, bırakmıştır. Onun sessizliği unutmak değil; arınmaktır. O sessizlikte pişmanlık yoktur. Sadece iz vardır. Geriye dönüp baktığında, dokunduğu yerler acı değildir; hüzünle karışmış sevinçtir. Çünkü yaşanan her şey yönle yaşanmıştır. Yaşanmayanlar ise yönsüzlüğün uzağına bırakılmıştır.
Gençlik, arzunun en kalabalık hâlidir. Yaşlılık, en yalnız sesi. Ama yalnızlık burada eksiklik değildir; yankının kendini bulduğu boşluktur. Arzular yaşlandıkça küçülmez; sadeleşir. Sadeleşen ağırlaşır. Ağırlaşan yön ister. Bu yüzden yaşlılıkta arzu tükenmez; ama yönsüz şehvet taşınamaz olur. Bu taşıyamayış ya içe çökerek sızıya döner, ya dışa savrularak acziyete.
Toplum, ihtiyarların şehvetini konuşmaz. Ya inkâr eder, ya alay. Oysa yaşlı bir bedendeki şehvet, en sessiz ama en yoğun olanıdır. Bazen içten içe yakar, bazen gövdesiz bir hatıraya döner. Bu yüzden kâmil olan, yaşlandıkça arzuya biçimle değil, yönle bakar. Artık dokunmak istemez, tanıklık eder. Sevmek istemez, varlığını taşır. Sahip olmak istemez, akmasına izin verir. Çünkü bilir: artık hiçbir şey alınmaz, ama her şey içten geçirilir.
Şehvet karşılık bulmadığında, taşınmadığında, yön bulmadığında sevgiye dönüşmez. Çünkü sevgi sabırla yaşar. Arzu sabırsızdır. Sevgi kendini aşar, arzu kendinde takılır. Sevgi kabul eder, arzu sahiplenir. Sevgi gider, arzu zincirler. Sevgi yanar ve yön bulur, arzu yanar ve savrulur. Bu yüzden reddedilen her arzu, içte bir savaş başlatır. O savaş dışarı taştığında, adına ilişki dediğimiz şey çoğu kez sadece bir alan işgalidir.
Kâmil olan, karşılıksız kaldığında bile yürür. Döner, kendine bakar. İçinde neyin eksik olduğunu tanır. Eksik olanı doldurmaz, taşır. Çünkü bilir: içeride taşınmamış olan, dışarıdan alınsa da çürür. Taşınmış olan ise alınmasa da eksiltmez. Bu yüzden onun arzusu yön gösterir; ne yıkar ne boşaltır, ne çürütür ne de yoksunluk üretir. Sadece geçer. İçinden geçer. İçini geçer. Ve geçtiği yer boş kalmaz; merkezle dolu olur.
Şehvet, çoğu zaman birleşme isteği gibi görünür. Ama kökünde birleşmek isteyen bir benlik değil; yalnız kalamayan bir bilinç vardır. İnsanın arzusu bir başkasına yöneldiğinde, çoğu kez sevmek için değil; yalnızlıktan kaçmak içindir. Yalnızlık yüzeyde sessizliktir, içerideyse çok sesli bir çöküştür. Bu çöküşü taşıyamayan, bir başka bedenin sıcaklığıyla kendini avutmak ister. Avuntu olur; geçici bir dokunuş. Ama içerideki sızı büyümeye devam eder.
Kendiyle kalamayan insan, başkasında kendini arar. Ama aradığı şey orada yoktur. Çünkü kendinden kaçanın başkasında bulacağı sadece yansımadır. O yansıma sahte bir tanıdıklık üretir. “Beni tamamlıyorsun” zannı, içteki yarım kalmışlığın dışarıya yansıtılmasıdır. Kâmil olan bu yansımayı tanır. Sıradan olan ise tutulur. Tutulmak aşk değildir; yön kaybıdır. Tutulmak, kendinde kalamayan bir bilincin dışarıda geçici bir merkez yaratma çabasıdır.
Şehvet, bu geçici merkezin parıltısıyla parlar. İnsan da kendini o parıltıda var sanır. Ama ışık dışarıdaysa, içerisi karanlıktır. İçerisi karanlık olan kendine bakamaz. Kendine bakamayan kendini taşıyamaz. Kendini taşıyamayan arzuyu yönlendiremez. Bu yüzden şehvet, yalnızlıkla yüzleşemeyenlerin sahte varlık alanıdır. O alanda her şey geçicidir. Her temas bir kaçış, her ilişki bir sığınaktır.
Yalnızlık, çoğu için eksikliktir. Ama eksiklik zannı, içte kurulmayan merkezin sesidir. Oysa yalnızlık, merkezin açığa çıktığı en sessiz bölgedir. Kâmil olan oraya iner. İçindeki kıpırtıyı dinler. Bastırmaz, peşine de düşmez. Çünkü bilir: o kıpırtı çoğu zaman sadece yankıdır. Gerçek bir istek değil, yüzleşilememiş bir parçanın sesi.
Sıradan insan yalnız kaldığında hemen ses arar. Dokunuş, söz, cevap… Cevap gelmediğinde eksilmiş hisseder. Oysa eksilme gerçek değildir. İçeride tanımlanmamış bir boşluğu dışarıyla kapatma çabasıdır. Ama dışarıdan gelen, içeride yön bulamazsa içeriyi taşımadan silinir. Geriye daha derin bir yalnızlık kalır.
Bu yüzden şehvet yalnızca birleşme değil; yalnızlığa karşı bir isyandır. Sessiz bir başkaldırıdır. Bedenle konuşur, bakışla, dokunuşla. Her temasın altında bir “beni buradan çıkar” çığlığı yatar. Ve o çığlığı duyamayan, arzuyla yaşadığını sanırken yalnızlığını büyütür. Çünkü yalnızlık kaçıldıkça büyür, yüzleşildikçe geçer.
Kâmil insan, kendiyle kalabilendir. Kendine bakabilen, eksikliğini başkasında aramayan. Arasa bile bilerek arayan. Bilerek arayan kaybolmaz. Çünkü neye yürüdüğünü bilir. Şehvet geldiğinde yalnızlığını bastırmaz. Onunla kalır. İçinde yankılananı tanır, neye ait olduğunu bilir. Bu yüzden dokunduğunda sahiplenmek için değil; tanıklık için dokunur. Gittiğinde eksilmez, kaldığında taşırmaz. Çünkü onun şehveti yönle gelir, yönle gider.
Sıradan olan yalnızlıktan korkar. Korktukça konuşur. Kalabalık kurar. İlişkiler yapar. Ama her ilişki eksiltir. Çünkü içerideki sessizlik duyulmadıkça, dışarının sesi boğar. Ve boğulmuş şehvet ne sever ne tanır; sadece tekrar eder. Tekrar eden her arzu da sonunda yönsüzleşir.
İşte şehvetin yalnızlıkla bağı budur: Kendiyle kalamayanın arzusu hep dışarıdadır. Dışarıdakiler ise geçicidir. Geçici olanla kimlik kuran, kendi gölgesini başkasının ışığında var etmeye çalışır. O ışık sönünce, gölge de kaybolur. Geriye kalan yalnızca boşluktur.
Güç isteyenin arzusu derinleşmez. Sığlaşır. Çünkü güç, boş olanın kalkanıdır. Arzunun iktidarla birleştiği yerde aşk ezilir, bağlılık kırılır, şefkat susar. Geriye sadece sahiplik kalır. Ve sahiplik büyüdükçe şehvet, sıradan bir istek olmaktan çıkar; ikna, zafer, ispat hâline gelir. “Ben buradayım” diye bağıran bedenin, “artık sen bensin” deme çabasıdır bu. Ama kimse kimseye dönüşmez. Dönüşmeyince parçalamak ister.
Kimi zaman sözle. Kimi zaman terk ederek. Kimi zaman cezalandırarak. Kimi zaman gözyaşını izleyerek. Bu noktada şehvet artık tenin değil, zihnin işkencesidir. Erotizm değil, ruhsal bir çöküş. Çünkü karşısındakini ağlatmak isteyen, aslında kendi boşluğunu o gözyaşında eritmek umudundadır. Ama gözyaşı dışarı akar. İçte hiçbir şeyi temizlemez.
Kâmil olan bilir: şehvetin içinde hüküm değil, yön vardır. Onun için arzu bir emir değil, bir çağrıdır. Çağrıya kulak verir ama yargı kurmaz. “Gel” dediğinde bu söz teslimiyet talebi değil, birlikte yürüyüştür. Ne eğme vardır ne eğilme. Ne yükselme ne alçalma. Yalnızca yan yana akış. Ve o akışta ne birini tanrılaştırır ne kendini efendi ilan eder. Arzu bir yol açar; ama o yolu zorlamaz. Yürür, ardına bakmaz, önüne de bağlanmaz. Sadece yanındakiyle aynı nefesi paylaşır.
Şehvetin iktidarla birleştiği yerde arzu zehre dönüşür. Zehir yalnız karşıdakini değil, arzulayanı da boğar. Her emir, içte bir çöküştür. Her boyun eğdirme, çocukluk yarasının dışa vurumudur. Konuşulmamış her yara, arzunun sesini işkenceye çevirir. Dokunuşu yıkım yapar. İlişkiyi savaş alanı.
İnsan kimi zaman yalnızca arzuladığında var olduğunu zanneder. “İstiyorum” der, kendini o istemede bulur. Dokunmak ister, görülmek ister, arzulanmak ister. Ve bu isteklerin tamamı ona geçici bir benlik verir. Ama o benlik içeriden değil; arzunun yöneldiği nesneden şekillenir. Yani dışarıya bakan, dışarıdan onay alan, dışarıyla yön bulan, dışarıyla çöken bir kendilik.
Şehvet burada dürtü değil, aynadır. Ve o aynada kişi kendini gördüğünü sanır. Oysa gördüğü şey çoğu kez kendisi değil, kendi eksikliğinin yansımasıdır. Bir başkasının gözünde arzulanır bulduğunda “ben varım” der. Ama o varlık kırılgandır. O bakış çekildiğinde, arzu sönünce, temas bitince benlik de çöker. Çünkü varlığını “istenmek” üzerinden kuran, arzu bittiğinde yoklukla yüzleşir.
Dile taşan şehvet en çok susamayanlarda duyulur. Ama bu susamama, içten gelen bir açıklık değildir; bastırılmış arzunun debelenmesidir. Ten konuşamadığında dil devreye girer. Beden susturulduğunda zihin konuşur. Zihin konuştukça sözler incelir, süslenir, yönsüzleşir. Her cümle bir dolanma, her benzetme bir kaçış olur. İstenen şey doğrudan söylenmez; etrafında dolaşılır. Ve bu dolanıklık içe dokunamaz.
Arzunun bastırıldığı toplumlarda dil yüceltilir. Ama yüceltilen hakikat değil, maskedir. Kelimeler bedenin yerine geçer. Gözler bakmaz, mecazlar konuşur. Eller dokunmaz, metaforlar devreye girer. Her şiir, susturulmuş bir tenin çığlığıdır. Her beyit, yasaklanmış bir arzunun izi. Bu izler okundukça çoğalır ama merkeze götürmez; çünkü merkez sembolle örtülmüştür.
Sıradan olan konuşarak arzuyu taşıyacağını sanır. Oysa kelime taşımaz; sadece yön değiştirir. Ve yönsüz her kelime, bir susuşu büyütür. Ne kadar çok söylenirse, o kadar az duyulur. Ne kadar çok benzetilirse, o kadar az tanınır. O yüzden arzuyla konuşan değil; arzunun içinden geçen suskunluk hakikate yakındır. Ama bu suskunluk bastırma değil, taşıma suskunluğudur.
Kâmil olan arzuyu dilde ifşa etmez. Ama ondan da kaçmaz. Ne kelimesi eksiktir, ne fazlası. Onun sözü yansıtma değil, yön işaretidir. Ne kutsar ne küçültür. Dokunmadan anlatır, anlatmadan tanıtır. Kelimesi içeriden geçmiş olduğu için gövdesiz konuşmaz. Konuştuğunda da örtmez; çünkü örtmek yalanın ilk katıdır. Dolayım, merkezin uzağıdır.
Dile sinmiş şehvet bazen yargı olur, bazen övgü, bazen utanma, bazen hayranlık. Ama her hâlde yönsüz bir dokunuştur. Ne içeride kalır ne dışarı çıkar; havada asılı kalır. Asılı kaldıkça kelimeler ağırlaşır. Cümleler büyür. Ama büyüyen kelime değil, bastırılmış arzunun dili yırtan uğultusudur.
Arzusunu söyleyemeyen, başkasının sözlerine tutunur. Alıntılar çoğalır, ödünç ifadeler kullanılır. Kimi klasiklerin ardına saklanır, kimi vecizelerin. Kimi dinî ya da felsefî kalıplarla şehveti masumlaştırır. Ama bütün bu sözler kaçıştır. Kendine doğru değil, kendinden uzağa kurulmuş bir dil.
Kâmil olan az konuşur çünkü taşır. Konuştuğunda sözü merkezle birleştiği içindir. Ne eksiktir ne fazla. Ne korkak ne saldırgan. Kelimesi bedeni tanımış bir bilinçten gelir. O kelime ne titrer ne coşar; derinleşir. Dinleyen, cümleyi değil, kendini duyar.
Sıradan olan konuşarak dokunur. Ama dokunduğu hep yüzeydir. Çünkü yüzeyden konuşan derine inemez. Derine inmeyen, şehvetin yönünü asla bilemez. Tanımlar, benzetir, anlatır ama kalamaz.
Gündüz susulur, gece konuşulur. Bilinç uyanıkken bastırılan, uykuda açığa çıkar. Düş, sansürsüz şehvetin oyun sahnesidir. Rüya yalnızca görüntü değil; yönünü bulamamış arzunun biçim arayışıdır. Biçim yabancıdır: tanımadık yüzler, saçma olaylar, tutarsız kurgular. Ama o yabancılığın içinde en tanıdık olan arzunun kendisidir.
Şehvet gündüz akılla örtülmüş bir çırpınışsa, gece rüyada çıplaktır. Bedenin sınırları kaybolur, roller çözülür, ahlak susar, kimlik dağılır. Artık kime dokunacağın sana ait değildir. Rüyada yönsüz bir çekim vardır. Nesnesi bellidir, anlamı yoktur. Çünkü düşte şehvet hakikat değil; bastırmanın yankısıdır. Ve bastırılan her arzu gece kendine kelimesiz bir beden bulur.
Rüyanın dili farklıdır. Dokunmazsın ama temas edersin. Bakmazsın ama hissedersin. Konuşmazsın ama içinden geçilir. Bu geçişte şehvet yalnız ten değil, varlıktır. Arzunun bütün katmanları çözülür. Gündüz korktuğun, kaçtığın, sakladığın gece açığa çıkar. Rüya doğrudan söylemez, ima eder. Ve her ima bastırılanı görünür kılar.
Rüyada arzunun nesnesi çoğu kez bastırılmış bir temsildir: hiç dokunmadığın biri, hiç konuşmadığın bir yüz, bir çocukluk izi, bir korku. O sima kişi değil, ihtiyaçtır. İhtiyaç dile gelmemişse, rüyada konuşur. Rüyadaki şehvet çağrı değil, açığa çıkıştır. Ama bu açığa çıkış huzur getirmez her zaman; kimi zaman utandırır, kimi zaman uyandırır, kimi zaman ağırlık bırakır. Çünkü içeride taşınmayan ne varsa, uykuda taşınmak ister.
Kâmil olan rüyasını inkâr etmez. Düş görüp sabah susan değil, düşte neyle karşılaştığını tanıyandır. Şehvetin rüyada hangi temsile büründüğünü anlar. Bastırmaz. Yorumlamak için değil, yüzleşmek için izler. Çünkü bilir: rüya bilinçdışının fısıltısıdır. Ve fısıltı susturulmaz; dinlenmezse bağırır. Gündüz konuşulmazsa, gece çığlık olur.
Doğanın şehveti sadedir. Taşan su gibi akar, kabaran gövde gibi çekilir. Gelir, yön bulur, geçer. İnsanda ise bu geçiş durdurulmak istenir. Haz uzatılmak, an sonsuzlaştırılmak, tutku sürdürülmek ister. Oysa doğada hiçbir şey sonsuz değildir. Sonsuzluk yalnız merkezle kurulur. Merkez doğaya karşı değil, doğanın özüdür. İnsan merkezini kaybettiğinde doğadan da kopar. Bu yüzden hayvan arzuyu taşır, insan tüketir.
Sıradan olan doğayla bağını unutur. Şehveti yabancılaştırır. Ya aşağılık bir istek sayıp bastırır ya da ilahî armağan zannedip kutsar. Oysa doğada ne aşağılama vardır ne kutsama. Ne suç vardır ne ibadet. Sadece oluş. Sadece geçiş. Sadece yön. Ama insan yönü tanımadığı için şehveti hem korkuyla bastırır hem hayranlıkla büyütür. Bastırdıkça taşar, büyüttükçe kırılır.
Kâmil olan doğayı taklit etmez. Onun ritmini içeride tanır. Şehvet geldiğinde beklemez, savaşmaz. İçinden geçmesine izin verir. Yaprağın rüzgârla sallanışı gibi. Hayvanın iz sürüp geri çekilişi gibi. Toprağın kabarıp sonra uyuyuşu gibi. Onun şehveti doğaya aittir çünkü merkeze aittir. Merkez ise doğayla döner ama ona kapılmaz. Kudreti burada saklıdır.
Doğada hiçbir canlı arzuyla yıpranmaz. Ağaç fazla çiçek açtığı için tükenmez. Kurt fazla çiftleştiği için çürümez. Ama insan yıpranır. Çünkü arzuya değil, sonucuna takılır: hazza, onaya, güce, kimliğe, role. Şehvet doğadaki halini kaybettiğinde insanda girdap olur. Ne akar ne durur. Döner. İçinde döner. Tekrar eder.
Kâmil olan doğadaki hareketi içeride tanır. Onun şehveti sel değildir, dalgadır. Gelir, taşar, çekilir. Ne sarsar ne parçalar ne yıkar. Sadece geçer. Geçerken merkezdeki yönü kaydırmaz. Çünkü doğanın kudreti hareketinde değil, dengesindedir. Şehvetin kudreti de yönle taşındığında denge doğurur.
Zaman arzunun yalnızca yoğunluğunu değiştirmez, yönünü de gizler. Şehvet yaşandıkça bitmez, bastırıldıkça susmaz. Biçim değiştirir. Önce bedende duyulur, sonra zihne geçer. Zihinde dönüştürülemezse karaktere yerleşir. Ve kişi artık istemez, tekrar eden bir yapıya dönüşür. Şehvet burada istek değil, varoluşun gölgesidir. Gölgede kalan ise yön bulmadıkça çürür.
Bastırılmış şehvet tenin hafızasında kalmaz, kişiliğe sızar. Bir sözde yankılanır, bir ilişkide biçimlenir, bir davranışta tekrar eder. Bazen aşırı ilgide, bazen donuklukta. Bazen suskunlukta, bazen öfkede. Kişi bu tekrarın ardında arzunun izini görmez. Çünkü çoktan kendisiyle karıştırmıştır. “Ben böyleyim” dediği şey, çoğu kez yaşanmamış bir arzunun kalıntısıdır.
Çocukken sevilmemiş olan, yetişkinlikte sürekli arzulanmak ister. Ama o isteme sevgi değildir; bir eksikliğin bedensel ifadesidir. Kadın ya da erkek, geçmişte dokunulmamışsa şimdi sürekli dokunmak ister. Ama dokunuş yakınlık üretmez; geçmişi bedenle telafi etme çabasıdır. Telafi edilmeyen her geçmiş, şehvetin içinde biçim değiştirir. Arzu artık yönlenmez; yalnızca döner.
Tamamlanan şehvet geri dönmez. Çünkü döngü bitmiştir. O, kırılmış bir dairenin merkezinde eriyip gitmiştir artık. Merkez şimdi yalnızdır. Ama bu yalnızlık eksiklik değil; fazlalıktır. İçteki bütün kıpırtıların sustuğu o derin odada dışa yönelen hiçbir istek kalmaz. Oda karanlık değildir, ama aydınlık da aramaz. Yalnızca taşınan her şeyin kendi kendini çözümlediği bir sessizlik vardır orada. Hiçbir kelime bir başka kelimeyi beklemez. Hiçbir beden başka bir bedeni çağırmaz. Hiçbir arzu bir tenle buluşmak istemez. Çünkü buluşulacak olan çoktan merkeze dönmüştür.
İşte bu, son kıvılcımdır: geri dönmeyen bir fark ediş. Arzu artık sadece anlaşılmış bir oluş gibi kalır. Ne yaşanması gerekir, ne reddedilmesi. O, yalnızca bir zaman var olmuştur. Şimdi ise merkez onu taşımaz. Çünkü taşınacak bir şey kalmamıştır.
Kâmil olan bu boşluğu tanır. Bu boşluk çürüme değildir. Boşluk, kalmamışlığın ağırlığıdır. İçteki her kıpırtı sönmüşse, artık ne yanılır ne yönelir. Ne sevilir ne sever. Ne arzulanır ne arzular. Sadece kalır. Ama kalan, merkezdeki özdür. O öz ki hiçbir dile sığmaz, hiçbir eylemle ifade edilmez, hiçbir hâlle kıyaslanmaz.
İşte orası, şehvetin ötesidir. Şehvetin artık kıpırdamadığı ama taşınmış olduğu yer. Orada ne bastırılmış istek vardır, ne de parlayan tutku. Yalnızca sessiz, yönsüz, karanlık ama bütünüyle dolu bir bilinç kalır. Ve bu bilinç istemez. İstemediği için taşır. Taşıdığı için unutmaz. Unutmadığı için özdeşleşmez. Özdeşleşmediği için merkezin kendisi olur.