Nefsi emmarenin sıfatları - 6 - Tamah

İnsan çoğu kez elini toprağa değil, kendi arzusunun oyuklarına uzatır. Çünkü elin değdiği nesne değildir asıl derin olan; elin içindeki boşluktur. Tamah işte o boşluğu doyurmaya çalışan bir dil gibidir: dışarıya sarkar, neye değerse onu yutar, neyi görürse sahiplenmekle karıştırır görmeyi. Çünkü sahip olma isteği, hiçbir zaman sahip olunanla ilgili değildir. Hep, daha önce hissedilmiş ama adı konmamış bir eksiklikle ilgilidir. Eksikliğin neye ait olduğunu insan bilseydi, tamah da olmazdı zaten. Bilinmeyene duyulan açlık, bilinen şeylerle giderilmeye çalışılır. O yüzden tamah, dışarıdaki nesneye uzanmış bir arzu değil; içerideki bilinmezliğe yöneltilmiş kör bir tepki, anlamı belli olmayan boşluğa savrulmuş bir sahip olma çırpınışıdır.

Tamahın doyması yoktur. Çünkü o, boşluktan değil, boşluğun inkârından doğar. İnsan eksikliğini kabul edemediği yerde sahip olmak ister. Sahip olmak, eksik olduğunu itiraf etmeye gerek bırakmaz. Ama hangi nesneye ulaşırsa ulaşsın, içteki yarayı susturamaz. İçte doğmuş bir eksiklik, dışarıdan getirilenle kapanmaz. Yara taşla örtülünce iyileşmez. O yüzden tamahkâr olan yalnızca fazlasını isteyen değil, yeterli olanın farkına varamayan, hangi noktada durulması gerektiğini sezemeyen kişidir. İçindeki eksikliğe bakmadığı için her şey az gelir. Az gelmekle de kalmaz; yeni sahiplik, eksikliği daha da görünür kılar.

Tamah bir isteğin artışı değildir. Bir varlığın daralmasıdır. İnsan tamah ettiğinde büyümez; küçülür. Genişlemez; daralır. Çünkü her şeyden biraz daha almak, her şeyden biraz daha kaybetmektir aslında. Alınan her parça, içeriden kopmuş bir parçadır. Tamah, ruhun kendi bütünlüğünü, nesneler uğruna parçalar hâline getirmesidir. Ve sonunda elinde çok şey olanın içinde hiçbir şey kalmaz. Dışarıdan zenginleşen bir ruh içeriden fakirleşiyorsa, işte orada tamah başlamıştır. Bu fakirlik para ile, makamla, bilgiyle, insanlarla ölçülmez. Varlığa sinmiş bir kuraklıktır. Ne yesen doyar, ne içsen kesilmez, ne bilsen yetmez. Çünkü aç olan yediğin yemek değil, içindeki hiçliktir. Ve tamah, o hiçliği anlamaya çalışmak yerine doldurmaya çalışmaktır. İşte insan orada kırılır.

Tamah maddede kalmaz. Bir bakışta gizlenir. Bir övgüde saklanır. Bir dokunuşta kendini büyütür. Bir bilgelik maskesine bile bürünebilir. Ama hangi kılığa girerse girsin, tamah, içerideki kabulsüzlüğün dışarıya yansımış hâlidir. İnsan kendini kabul etmediğinde, başkasına kabul ettirmeye çalışır. Ve işte bu noktada görünmeyen açlık başlar. Artık mesele sahip olmak değil; görünmek, bilinmek, kıskanılmak, onaylanmak olur. Çünkü tamah, nesneyle sınırlı kalmaz; varlığın bütün alanlarına yayılmak ister. Her boşluğa bir sahiplik, her suskunluğa bir kelime, her yalnızlığa bir figür yerleştirmek ister.

Ama her figür geçicidir. Her sahiplik silinmeye mahkûmdur. Her anlam eksiktir. O yüzden tamahkâr olan, kaybetmeye dayanamaz. Çünkü kaybetmek, eksikliğini ifşa eder. Ve eksikliğini görmek, tamahın maskesini düşürür. Maskenin düştüğü yerde insan çıplak kalır. Çıplaklık, insanın kendine ait hiçbir şeyinin olmadığını fark etmesidir. Ve tamah, bu çıplaklıktan kaçmanın en büyük arzusudur. O yüzden tamah eden yalnızca isteyen değil, kaçandır da. Kaçtığı şey yoksunluk değil, yoksunluğun hakikati. Çünkü yoksunluk, kimi zaman sadelik; kimi zaman asalete yakın bir sükûn olabilir. Ama tamah, yoksunluğu utanç zanneder. Boşluğu eksiklik sayar. Sadeliği düşüklük görür.

Tamahın gölgesi kısacık değildir; uzar, bir nesneye değil, bütün bir hayat biçimine yayılır. Artık her şeyden bir karşılık beklenir. Her söz bir yankı doğurmalıdır. Her duygu bir cevaba kavuşmalıdır. Her çaba ödül bulmalıdır. O yüzden tamahkâr olan, kendinden başka herkesi kıymetli bulur. Sahip oldukça küçülür, övüldükçe silinir, çoğaldıkça kaybolur. Çünkü dışarıdan alınan her değer, içeriden ödenmiş bir borç gibidir. Ve borçla yaşamak, her an eksik kalmaya mahkûm olmaktır.

Üstünlük arayışı da tamahın başka yüzüdür. Bu üstünlük bilgiyle olabilir, mülkle olabilir, güzellikle, soyla, bedenle, unvanla, geçmişle, acıyla, hatıralarla… Fark etmez. Yeter ki içerideki hiçlik saklansın. Yeter ki kimse görmesin. Ama asıl tehlike şudur: insan, bir gün kendi de görmesin ister. İşte tamah, burada artık yalnızca bir arzu olmaktan çıkar; bir körlüğe dönüşür. Kendine kör olmuş bir varlığın ne kadar istediği önemli değildir; çünkü kendine bile ulaşamayan, hiçbir şeye ulaşamaz.

Ve işte burada başlar düşüş. Sahip oldukça artmadığın, aksine her sahiplikte biraz daha eksildiğin; her zaferde biraz daha kaybettiğin; her ilişkide biraz daha yalnızlaştığın; her bildiğinde biraz daha unuttuğun; her giydiğinde biraz daha çıplaklaştığın düşüş. Çünkü tamah, sahip olma isteği değil, varlığa güvenememe hâlidir. Kendine güvenmeyen varlık, her şeye muhtaçtır. Ve her şeye muhtaç olan, hiçbir şeye ait değildir.

İçindeki susuzluğu dışarıdan bir nehirle gidermeye çalışan insan, suyun yalnızca dudaklarını ıslattığını fark etmez. Çünkü tamah, içeride kuruyan kaynağın dışarıdan taşınan kovalarla dolacağına inanan bir saflığın değil, o kuruluğu inkâr eden bir körlüğün adıdır. Ne kadar içer, ne kadar doldurursa doldursun, asıl susuzluğun nereden geldiğini bilmedikçe hiçbir yudum ferahlatmaz. Çünkü tamah ferahlık aramaz; sessizliği bastırmak ister. Sessizlik, insanın kendi sesi olduğunda ise, o sesi duymak acı verir. İşte o yüzden çok konuşur, çok anlatır, çok ister. Çünkü azla kalmak, geriye kalanı işitmek demektir. Ve o kalan, içteki boşluktur.

Tamahın gürültüsü, insanın hakikatiyle yüzleşmemek için kurduğu en kalabalık sahnedir. Nesneler figüran, ilişkiler replik, deneyimler oyun olur. Ama bu oyun başkası için değil, kendine oynanır. Çünkü en büyük yalan, başkasına değil, insana kendi kendine söylenendir. "Eksik olduğum için istiyorum" demez. "Doyamadığım için açım" demez. "Daraldığım için boğuluyorum" demez. Bunun yerine daha çok ister. Daha çok nesneyle, daha çok ilişkiyle, daha çok sesle boğulmak ister. Çünkü sessizliği bastırmanın en kolay yolu, gürültüyü artırmaktır.

Ama hiçbir gürültü sessizliği yok etmez. Sadece erteler. Tamah, işte bu ertelemenin adıdır: susuzluğu gidermeyen bir içme, açlığı doyurmayan bir yeme, yalnızlığı bitirmeyen bir ilişki, hiçliği örtemeyen bir sahiplik. Adı değişir, biçimi değişir ama öz aynı kalır: içerideki boşluğu dolduramaz. Dışarıdan gelen her şey, boşluğun çevresine yerleştirilir. Çevre doldukça, boşluk görünmez olur. Görünmezlik yokluk değildir. Görülmeyen büyür. Çünkü göz görmediğinde bilinç de körleşir.

Tamahla büyüyen aslında küçülür. Her "bir şey daha" dediğinde kendinden biraz daha uzaklaşır. Her "bu da olsun" dediğinde bir şey daha yitirir. Bir süre sonra artık ne istediğini bilmez. Çünkü neden istediğini unutmuştur. İstediği şey nesne değil, istemenin kendisidir. İsteme hâli tek başına yaşatır onu. Çünkü istemediğinde geriye ne kalacağını bilemez. Ve en derin korku budur: istemezse yok olacağını sanmak. Oysa istememek yokluk değil; kendiyle kalmaktır. Ama tamah kendiyle kalmayı tehdit görür. Çünkü kendiyle kaldığında, içindeki çıplaklığı görecektir. Ve o çıplaklık, hiçliğin ta kendisidir.

Ama insan bu hiçlikle tanışmadıkça kendini tanıyamaz. Tamah ise tanımak istemez; doldurmak ister. Bu yüzden hiçbir şeyi anlamaz, sadece sahip olur. Ve anlamadan sahip olmak, nesneyi değil, hayali taşımaktır. Hayal kırıldığında, elde ne nesne kalır, ne benlik. Çünkü insan neye sahip olduğunu değil, ne için sahip olduğunu unuttuğunda, kendinden uzaklaşır. Ve bu uzaklaşma yalnızca kendine değil, varlığa da ihanettir.

Tamah zamanla yalnız istemekle kalmaz; elde etmekle de yetinmez. Sahip olunca sükûnet gelmez. Tam tersine, huzursuzluk büyür. Çünkü istemek sahip olmakla bitmez. Sahip olunduğunda daha da artar. Artık daha iyisi, daha fazlası, daha güzeli istenir. "Daha" kelimesi tamahın asıl adıdır. O tek hece, her cümlenin önüne geçer. "Daha çok sevgi." "Daha çok ilgi." "Daha çok para." "Daha çok bilgi." "Daha çok görünürlük." Hep daha… Hiçbirinde "yeter" yoktur. Çünkü "daha" diyen, eksik hisseder. Eksik hisseden de tamamlanmaya değil, tamamlanmış görünmeye çalışır.

Ama görünmek, olmaktan uzak bir yoldur. O yüzden tamah, doyumsuzluk kadar gerçekliğin inkârıdır. Olmadan görünmek isteyenin yazgısıdır. Olmak için sabır gerekir. Beklemek gerekir. İçeriye dönmek gerekir. Ama tamah dışarıya bakar. İçeriyle kalamaz. Çünkü içerisi sessizdir. Ve sessizlikte çığlık vardır. O çığlığı duymak istemez. Örtmeye çalışır. Örtülen her acıysa büyür. Büyüdükçe korkutmaya başlar. Korku arttıkça daha çok şey istenir. İşte tamahın kısır döngüsü budur: korkudan kaçarken daha çok korkuya sürüklenmek.

Tamahı anlamak için elde edilenlere değil, artık tutulamayanlara bakmak gerekir. Çünkü el ne kadar çok şeye uzanırsa, o kadar çabuk yorulur. Avuç dolar, bilek kırılır. Tutulanlar arasında hakikat kalmaz. Hakikat ele değil, yüreğe sığar. Ama yüreği boş olan, elini doldurmaya çalışır. Eline ne geçerse alsa da içi dolmaz. Çünkü tamah, dışarıdan içeriye yetmeyeceğini bilmeyenin ısrarıdır. Bir elin her şeye sahip olup da hiçbir şeyi hissedememesi gibi. His sahiplikle değil, varlıkla mümkündür. Tamah varlığa değil, miktara bakar.

Böylece her şey sayıya dönüşür. Evlerin odası, paranın basamağı, ilişkilerin çokluğu, övgülerin yüksekliği… İnsan ise ölçülmezdir. Sayıya sığmaz. Ama tamah, insanı tartılabilir, bölünebilir, hesaplanabilir bir nesneye indirger. Ve sahip olma üzerine kurulan varlık, sahiplik bittiğinde boşlukla karşılaşır. Bu boşluk kayıptan değil, unutulmuşluktan doğar. Çünkü en büyük kayıp, insanın kendi kendisini hatırlamamasıdır. Tamah hatırlatmaz, unutturur. Bir parıltıyla avutur.

Her parıltı bir hayal, her hayal bir koşu, her koşu bir düşüştür. Çünkü hakikat, duranlaradır. Durmak cesaret ister. Tamahın en korktuğu da budur: durmak. Durduğunda istemek biter. İstememekse tamaha ölüm gibi gelir. Oysa istememek, bitiş değil başlangıçtır. Doymamışlıkla yüzleşmek, insanı kendiyle bırakır. Kendinle kalmak ise, başka hiçbir şey kalmadığında başlar. Ama tamah, "her şey"le yaşamaya alışmıştır. "Hiçbir şey"le kalmak ona yokluk gibi gelir. Oysa asıl doğum, hiçbir şeyle kalınca başlar.

Tamah kendi varlığını dış nesnelerle tanımlar. Bu yüzden hiçbir nesneyle tatmin olmaz. Çünkü tatmin, tanıdık olana aittir. Dışarıdan gelen hiçbir şey tanıdık değildir. Her sahiplik biraz daha yabancılaştırır. Ne kadar çok şey varsa, o kadar az kendilik kalır. Ne kadar çok ilişki kurulsa da, o kadar az bağ vardır. Çünkü bağ sessizlikte olur. Sessizlikte eşlikte. Tamah sessizliği bilmez. O sürekli konuşur. Açıklama yapar. Sebep arar. Haklılık ister. İkna etmeye çalışır. Çünkü içi o kadar boştur ki, dışarıdan sürekli bir onay almazsa çökecektir.

Tamah, köleliğin özgürlük sanıldığı yerdir. Ne kadar çok şeye sahip olursa, o kadar özgür olduğunu sanır insan. Oysa sahiplik bir bağdır. Sahip oldukça, onsuz yapamaz hâle gelir. Onsuz yapamazlık bir yoksunluk değil, bir saplantıdır. Ve her saplantı bir kopuştur. Çünkü saplantı, özden uzaklaşmanın başka biçimidir. Hakikatten kopmuş bir benlik, dışarının her ayrıntısına bağlanır: bir bakışa, bir övgüye, bir hediyeye, bir mala, bir söze… Çünkü içeride kendine ait hiçbir şey kalmamıştır. İç boşaldığında, dışarıdan gelen her şeye kapı açılır. Tamah bu açılışı doyurmaz. Daha da derinleştirir.

Doymayanın yiyişi farklıdır. Daha hızlı, daha vahşi. Çünkü yemek ihtiyaç değil, unutma aracıdır. Ne kadar yerse o kadar unutur. Ne kadar alırsa o kadar az hisseder. Ve hissizleşir. Kalbi körelir. Başkasının acısına duyarsızlaşır. Çünkü kendi acısını bastırmak için başkasının acısını görmezden gelir. Bu yüzden tamahkârın merhameti yoktur. Acıyı sadece kendi yaşadığında ciddiye alır. Başkasının yokluğu, onun gözünde kendine düşen payın eksikliği gibidir. Her şey kendisine ait olmalı, her şey ona dönmeli, her şey onu göstermelidir. Ama beslenen kendi değildir. İçteki doymayan canavardır. Ve o canavar, beslendikçe acıkır. Her yediği, açlığını büyütür.

Bu yüzden tamah bir doygunluk değil, bir lanettir. İnsan ne kadar çok şeye sahip olursa, o kadar mahvolur. Elindekiler çoğaldıkça, içindeki azalır. Gövdesi büyür, ruhu küçülür. Sesi yükselir, manası silinir. Gülüşü artar, derinliği kaybolur. Dokunuşu çoğalır, sıcaklığı yok olur. Her şey artar ama her şeyden az kalır. O yüzden tamahkârın ömrü uzun görünür, yaşamı kısadır. Çünkü yaşamak nefes almak değil, kendine dokunmaktır. Ve tamah, insanı kendinden uzaklaştıran her şeyin toplamıdır.

Tamah, varlığı mülk sanmanın yanılgısıdır. Oysa varlık sahip olunacak şey değil; içine girilecek, içinde eriyecek, onda kaybolunacak bir tecrübedir. Ama tamah, kaybolmayı ölüm gibi görür. Sahip oldukça var olduğunu sanır. O yüzden nesneye uzanırken kendi yokluğunu örtmeye çalışır. İlişkiye girerken yalnızlığını saklar. Bilgi alırken bilgisizliğini unutur. Her eylemi başka bir unutmanın bahanesidir. Her sahiplik, içteki çürümeyi ertelemekten ibarettir. Erteleme büyütür. İçten ilerleyen bir bozulma gibi. Görünmez ama içeride her kökü kemirir. Ve tamahkâr, bu bozulmayı görmemek için hep dışarı bakar. Hep yukarıya. Çünkü içeriye baksa, kendi karanlığını görecektir.

Ama karanlıktan kaçan ışığa varamaz. Işık yalnızca karanlığı göze alanadır. Tamah karanlıktan korkar. Karanlığı yok sayar. Gözünü kapatır. Gözünü kapatınca her şey kaybolduğunu sanır. Ama kaybolan hakikattir. Çünkü göz kapalı da olsa, içerideki karanlık parlar. Tamah işte bu yüzden zifiri bir körlüktür. İçin çağrısını dışa doğru bir çığlıkla bastırmaktır. Ne kadar bağırırsa, içerisi o kadar sessizleşir. Ne kadar konuşursa, o kadar az şey duyar. Ne kadar anlatırsa, o kadar az şey bilir. Çünkü tamah bilmek istemez. Anlamak istemez. Anlayan durur. Duran görür. Gören susar. Susan dönüşür. Ama tamah, dönüşmek değil, almak ister. Alırken değişmeyi değil, büyümeyi hayal eder. Oysa büyümek, değişmeden olmaz.

Tamahın içinde iki korku vardır: kaybetmek ve kaçırmak. Bu iki korkunun arasında sıkışan benlik, hiçbir âna yerleşemez. Hep ya geçmişin kayıplarına takılıdır ya da geleceğin ihtimallerine. Şimdiye gelemez. Çünkü şimdi, yetinmeyi fısıldar. Şimdi, susmayı çağırır. Şimdi, kalmayı teklif eder. Ama o hep gitmek ister. Çünkü şimdi’de kaldığında, içinde ne kaldığını görmek zorunda kalacaktır. İçinde ne varsa, ne kadar eksikse, hepsi ortaya çıkacaktır. Ve tamahkâr insan, görünmekten değil, görünmesini istemediği şeylerin ortaya çıkmasından korkar. Bu yüzden sürekli hareket eder. Hareket ettikçe kaybolur. Kayboldukça yok olur. Yok oldukça daha fazlasını ister.

Bir benlik kendini ne kadar yok hissediyorsa, o kadar çok sahip olmak ister. Sahip oldukça azaldığını fark etmez. Çünkü sahip olmayı yaşamak zanneder. Oysa sahiplik biçimdir. Varlık ise içeriden parlar. İçeride ışık yoksa, dışarıdaki her parıltı sadece göz kamaştırır. Ve göz kamaştıkça körleşir. Körlüğünü ışık sanan birine ne söylenebilir? Onunla nasıl konuşulur? Ona bir şey gösteremezsin. Çünkü o zaten her şeyi gördüğünü düşünür. Bu yüzden en karanlık yerde yaşarken bile aydınlıkta olduğuna inanır.

Tamahın karanlığı sıradan değildir. Sadece gözleri kapatmaz; anlamı da çarpıtır. Her şeyi arzunun aynasında gösterir. O aynaya bakan, kendisini değil, kendisinin isteme hâlini görür. Ve gördüğü şey hep eksiktir. Hep biraz daha güzeli, biraz daha iyisi, biraz daha doğrusudur. Hiçbir şey tamamlanmaz. Tamamlanmayan hiçbir şey yerleşmez. Yerleşmeyen her şey savrulur. Savrulmuş bir benlikse, nereye ait olduğunu bilemez. Ne zamanını bilir, ne yerini. Neyle beslendiğini, neyi aradığını, neyi sevdiğini, neden sustuğunu bilmez. Sadece devam eder. Devam etmekse çoğu zaman erdem değil, kaçıştır.

Tamahkâr olanın kaçışı uzun sürer. Ama bir gün beden yavaşlar. Göz yorulur. Ses kısılır. Temas tükenir. Ve her şey durmuş gibi olur. İşte o an, tamahkârın en korktuğu andır. Çünkü bütün çırpınışlarının boşluğu orada duyulur. Elindekiler çoktur ama hiçbirinin kıymeti yoktur. Anılar kalabalıktır ama hiçbiri hatırlanmaz. Gülüşler fazladır ama hiçbiri içten değildir. Ve en acısı: sevenler vardır ama sevdiği kimse yoktur. Çünkü tamah sevgiyi de kirletmiştir. Her sevilme arzusu, bir görülme açlığıyla karışmıştır. Görüldüğü yerde kendine dönmemiştir, sadece gözde kalmıştır.

Ama gözde kalan geçicidir. Kalpte köklenmeyen, hatıra olmaz. Hatırası olmayan bir ömürse, hafızasız bir hayattır.

Hiç olmak başka, hiçbir şey olmamak başkadır. Gerçek hiçlik olgunluktur; bir susuştur, bir sükûnettir, bir bilgeliktir. Ama tamahkârın hiçliği boşluk değildir; çürümüşlüktür. Çünkü onda yokluk yoktur, sadece yok olma korkusu vardır. Ve bu korku, her şeyi almaya dönüşür. Ama her şey alındığında insan kendisiz kalır. Dışarıdan toplayarak var olmaya çalışan, içeride ne taşıdığını bilemez. Bilemediğini koruyamaz. Koruyamadığını sevemez. Sevmediğini yaşatamaz. Böylece bir ömür tüketir, ama hiçbir şeyi yaşatamaz.

Tamah, yaşamın değil, ömrün içten içe boşaltılmasıdır. Yaşanmış gibi görünen ama hissedilmemiş yıllar. Kalabalıkların ortasında bağsız ilişkiler. Alkışlarla süslenmiş ama anlaşılmamış başarılar. Tanınmış ama tanımamış kimlikler. Her biri gösterişli birer kalıntıdır. Ama insan kalıntıyla yaşayamaz. Kalıntı, geçmişin cesedidir. Onu süsleyebilirsin, ama canlandıramazsın. Tamah işte burada, ölü şeyleri canlı sanmanın aldanışıdır. İçi boş bir kalbin dışarıdan gelen kırıntıları kutsamasıdır. Oysa kutsallık, eksiklikten değil, teslimiyetten doğar. Teslim olmayan tamah hep direnir. Hep "daha" diye bağırır. Oysa hakikat sessiz olanda iner. Sessiz olan indikçe döner, döndükçe çözülür. Ama tamah çözülmemek için her şeyi düğüm yapar. Her bağ, yeni bir karmaşaya dönüşür.

Ve sonunda içerisi sadece karmaşa olur. O kadar çok şeyi bir arada tutmaya çalışır ki hiçbir şeyi taşıyamaz. Kendi sesini bile. Kalbinin atışı yabancı gelir. Aynadaki bakışını tanımaz. Birinin sevgisine temas edemez. Çünkü her şeye temas etmeye çalışmıştır. Her yerden biraz tatmış, ama hiçbir lokmayı çiğnememiştir. O yüzden doymamıştır. Doymak sindirmektir. Sindirmek yavaşlamaktır. Yavaşlamak kalmaktır. Ama tamah hep gitmek ister. Giden doyamaz. Doymayan anlayamaz. Anlamayan sevemez. Sevmeyen bağlanamaz. Bağlanmayan ait olamaz. Ve ait olmayanın hiçbir şeyi olmaz.

Her şeyin olduğu yerde hiçbir şey olmamak budur. Nesnelerin, ilişkilerin, unvanların, bilgilerin biriktiği ama hiçbirinin anlam doğurmadığı hâl. Ne sildiğin geçmişe aitsin, ne elinde tuttuğun bugüne. Ne kurduğun hayale güvenirsin, ne bastığın zemine. Çünkü aslında sana ait hiçbir şey yoktur. Yalnızca üzerinden geçenlerin izleri vardır. Kimi seni sevmiştir ama sen sevmemişsindir. Kimi sen istemişsindir ama o istememiştir. Kimi senin olmuştur ama sen onda olmamışsındır. Kimi sende kalmıştır ama sen çoktan gitmişsindir. Ve bütün bu yarımların toplamı, senin adını silmiştir.

Tamah, sonunda insana dışarıdan bir şey eklemez; içeride olanı siler. Dışarıdan alınan her fazlalık, içeride bir şeyi kapatır. Her yeni eşya bir hissin üstünü örter. Her yeni ilişki, bir geçmişi bastırmak için kurulur. Her yeni arzu, eski bir acının sesini susturmak için bağırır. Ve sesler çoğaldıkça, içerideki asıl ses duyulmaz hâle gelir. O ses, en başından beri susturulan sestir. Kendinin. Ne bir biçime girmiş, ne bir dile dökülmüş, ne bir övgüye ihtiyaç duyan, ne bir sevgiliye muhtaç olan, ne de sahiplikle ölçülebilen o ilk ses. Kendi olan. Ama susturulmuştur. Çünkü onunla yüzleşmek, her şeyi bozacaktır.

Ve şimdi, her şey sustuğunda, o ses de duyulmaz. Çünkü artık yoktur. Maskeleri söksen, elindekileri bıraksan, öğrendiklerini unutsan, insanlardan çekilsen, sözlerini geri alsan bile… geriye dönüp bakacak bir iç kalmamıştır. İşte bu, tamahın en nihai cinayetidir: Seni senden önce öldürür. İçindeki gerçek seni, maskelerin arkasına saklamakla kalmaz; unutulacak kadar uzağa atar. O kadar uzağa… ki bir gün aramak istersin ama hangi yönde olduğunu bilemezsin.

Ve o an geldiğinde, konuşan ses değil, suskunluktur. Kalabalık içindeki yalnızlık değil, yalnızlık içindeki boşluk başlar. O boşluk ne doludur ne boş. Sadece bir çukur gibidir… Sesin sönüp gittiği, duygunun yankılanmadığı, gözyaşının sahibine ulaşmadığı, duanın bile işitilmediği bir yer. Orası sende kalmamış olanın yeridir. Orada kimse yoktur. Sen bile yoksundur. Çünkü kendini kaybeden biri yalnız kalamaz. Yalnızlık için bile kendine ait bir iç gerekir. Ama sen içini yitirdiğin için, artık yalnız da değilsindir. Boşsundur.

Ve boş olanı hiçbir ilişki tamamlamaz. Hiçbir kitap doldurmaz. Hiçbir tövbe silmez. Hiçbir yolculuk ulaştırmaz. Hiçbir beden taşımaz. Hiçbir inanç sahiplenmez. Çünkü sen bir şey eksiltmemişsindir; senden eksilen sensindir. Ve eksilen, senden alınmamıştır. Sen onu vermişsindir. Adım adım. Sessizce. Göz göre göre. Belki de isteyerek. Çünkü her seferinde kendinden verip karşılığında bir şey alacağını sandın. Aldın da. Ama aldıkların hiçbir zaman verdiklerinin kıymetine denk gelmedi. Hiçbiri senin kadar değerli değildi. Ama o kıymeti en başta sen bilmedin.

Ve şimdi, hiçbir şeyin kıymeti kalmadığında, eski değerlerin eksikliğini hissedersin. Ama geri dönmezler. Çünkü hatırlanmayan yaşatılmaz. Çünkü korunmayan kalmaz. Çünkü sevildiğini bilmeyen hiçbir şey, yanında durmaz.

İşte burasıdır tamahın seni sonsuzluğa terk ettiği an. Ve bu terk ediliş dışarıdan değil, içeriden olur. Artık dua bile içinden çıkmaz. İçten çıkmayan hiçbir şey hakikate ulaşmaz. Ve iç, sende yoktur. Yoktur...

Ahmet Turan Esin