Tutku üzerine basit bir giriş.

Tutku, insanın içini hem yakan hem besleyen ateştir; bir yanıyla yıkar, bir yanıyla doğurur, bir yanıyla kişiyi kendinden mahrum bırakır, öte yandan ona kendini iade eder. Bazen bedeni aşan, bazen zihnin karanlık dehlizlerinden yükselen, çoğu kez kelimeye sığmayan bir sarsıntı olarak belirir. En yalın hâlinde bile bir kıvılcım taşır; büyüdüğünde iradeyi sorgulatacak derin bir girdaba dönüşür. Ne yalnız arzu, ne yalnız sevda, ne de yalnız hazzıdır; hepsini aşar, hepsini kendi ateşinde eritir.

Tutku doğdu mu, hiçbir şey eskisi gibi kalmaz. Dışarıya yönlendirirken içerinin karanlığını da aydınlatır; bu aydınlık, kişinin gizlediği yüzle zorunlu yüzleşmesidir. Bastırılmış eğilimler, suskun çağrılar birden dile gelir; kişi kendine yabancılaşır ve unutulan parça geri döner. Tutku, eksik parçayı işaret eden tamamlayıcı bir izdir.

Kimi zaman tüm benliği bir bedene, bir sese, bir bakışa kilitler; dışarıda görünen aslında içerideki boşluğa dokunuştur. Bir yüzü sevmek, eksik yüzü aramaktır; bu yüzden tutku insana daima eksik olanı gösterir ve onunla yola çıkarır. Şiddet gibi kuşattığında hesap, plan, tedbir çöker; insan kendi suretini yitirir-bu yitiriş yok oluş değil, yeniden buluşun eşiğidir: tutku yakarak diriltir.

En büyük yanılgı, tutkuyu yalnız dış nesneye bağlamaktır. Oysa dış vesileyle içeride doğar; nesneye sarıldıkça kişi eksikliğini ona yükler, nesne kaybolunca ateş içeride kalır. Anlaşılır ki tutku daima içe işaret eder. Bu yüzden ondan kaçmak kendinden kaçmaktır; reddetmek, kendi ateşini reddetmektir. İnsanın hakiki yolculuğu, tutkusunu anlamakla başlar.

Tutku bir ateş olduğu kadar yara gibidir: açılır, kapanmaz; bastırıldıkça derine gömülür ve daha güçlü döner. Kişinin tutkusu çoğu kez sözünden daha dürüsttür; söz hesap içerir, tutku hesabı bozar. O, maskeyi indirir, oyunu dağıtır; hakikati anlamak için söze değil, tutkulara bakılır.

Çelişkileri çoğaltır: dorukla çukuru, kanatla zinciri aynı anda yaşatır. Yok sayıldığında derinlik kaybolur; içinde kaybedildiğinde özgürlük. Bazen taşma hâline gelir; bakışa, titremeye, sıkışmaya dönüşür ve en rasyonel anda bile dengeleri altüst eder. Sahiplenme hırsı doğurduğunda, bütünüyle sahip olunamayacağı unutulur; vehmedilen hâkimiyet tutkuyu zehirler.

Tutku varlığı sorgulatır: tutkusu olmayan yaşam berrak ama cansız bir sudur; tutkuysa taşkın ve canlıdır. O, bireysel olanı aşarak kolektif hafızayı da uyandırır; ataların yankısı damarları dolaşır. Kişi karşıdakinde kendi gölgesini, yarasını, kökünü görür; tamamlandığını zannederken eksikliğini daha ağır duyar. Tutku, kişinin kendi yarasına âşık oluşudur; ayna kırıldığında geriye eksiklik kalır.

Yönsüzleştiği anlar vardır: en büyük hareketi verirken en büyük belirsizliği üretir. İnsanı hem kudretine hem aczine götürür; tanrısal bir taşma ile kulca bir düşüşü aynı bedende buluşturur. Böylece zamanın ölçüsünü bozar; bir anın yoğunluğu yıllara meydan okur. Tutkunun kardeşi kayıptır: her bağ, kaybedilme ihtimalinin gölgesinde yanar. Ölümsüzlük arzusu her defasında faniliğe çarpar; beden, söz, yüz silinir ama iz kalır-yakıcı olan da o izdir.

Tutku gücü, şiddeti ve teslimiyeti aynı gerilimde toplar. İrade taşar, denetim parçalanır; sahiplenme büyüdükçe kayıp korkusu artar. Yine de tutku yaratımın yüksek kapısıdır: sıradanı yakar, olağanüstüyü kurar; yıkımın içinden yeni bir inşa başlar. Eski benlik ölmeden yenisi doğmaz; tutkuda insan hem efendi hem köle, hem yaratan hem yıkılandır.

Beden tutkuda hem mahrem hem evrensel bir dile dönüşür; dokunuş yalnız ten değil, hafızanın derin imgeleridir. Yaklaşmak arzuyla birlikte korkudur; haz çoğu kez eksikliği örten perdedir ve bittiğinde boşluk büyür. En çok açıldığımız yerde en çok saklanırız; beden bir sırdır, bütünüyle çözülmez.

Toplum tutkuyu sınırlarla dizginlemeye çalışır; o ise yasaktan beslenir, bastırıldıkça güçlenir. Deliliğe komşudur: aklın ölçüsünü bozar ama varoluşu diri kılar. Tutkuyu sapmaya dönüştüren, onu yalın hazzın yüzeyine indirgemektir; derindeki eksikliğe dokunmadıkça kişi yüzeyde savrulur. Dışarıda sessiz kalan ateş, içeride büyür; gecenin uyanıklığına, titremesine dönüşür.

Tutku, ne delilik ne sapma ne de sadece kurala başkaldırıdır; insanın kendi iç ateşine teslim oluşudur. İnanç gibi derin, teslimiyet gibi köklüdür: inanç düzen kurar, tutku düzeni bozar; inanç korur, tutku sarsar. Teslimiyetle birlikte ihanet de belirir: insan önce kendine ihanet eder, maskeleri düşürür ve böylece yeniden doğuşa yaklaşır. Tutkudan kaçış da bir ihanettir; kaçan kendinden kaçar. Teslimiyet ve ihanet aynı ateşin iki yüzüdür; biri olmadan ötekinin anlamı çıkmaz.

Tutku, hafızanın en derin katmanlarına kazınır; unutulmak istense de unutulmaz, bastırılsa da geri döner. Sıradan anlar solar; tutkuyla yaşanan bir an ise yıllar sonra bile keskinliğini korur: bir bakışın süresi, bir dokunuşun ağırlığı, bir sözün tınısı en gizli yere işlenir.

Hafızayı keser, zamanı böler. İnsan, tutkudan önce ve sonra diye iki hayat yaşar; bu sadece zamansal bir ayrım değildir, benlik de bölünür. Önceki benlik, sonraki karşısında renksiz kalır; tutkuya dönmek, bu kırılma noktasına dönmektir.

Tekrar, tutkunun huyudur. Kişi ilk anı yeniden arar; aynı bakışı, aynı sözü, aynı teması ister. Fakat tekrar eksiktir; ilk sarsıntının ebediyetini asla vermez. Yine de arayış sürer; tekrar ettikçe iştah artar, iştah arttıkça eksiklik büyür.

Unutmak, en büyük imtihandır. İnsan başka hayatlara yönelir, unuttuğunu sanır; fakat bir koku, bir ses, bir renk, bir yüz ateşi yeniden uyandırır. Çünkü tutku yalnızca bilinçte değil, bedende de saklanır: ten, kas, göz, kalp hatırlar. Dikkat etmek gerekir: tutku unutulmakla değil, bastırılmakla güçlenir.

Hafızadaki en derin işlevi, kişiyi geçmişe zincirlemektir. Kaybedilince izlerle yaşanır; bu izler bugünü zehirler, geleceği biçimler. Esaret tatlıdır ve acı: hafıza ateşi diri tutar, aynı anda kaybı hatırlatır. İnsan tutkudan kaçamaz; hafızadan kaçamaz. Unutulmazlığın diğer adıdır.

Tutku dile sığmaz; dile geldiğinde eksilir. Yaşanan yoğunluk sözde gölgeye dönüşür; yaşayan susar, çünkü anlatmak büyüyü bozar. Sessizlik kelimelerden daha gürültülüdür; suskunluk en yüksek ifadedir.

Dil yetmez; dışarı taşmak ister ama taşarken anlamını yitirir. Bu nedenle beden konuşur: bir bakış, bir nefes, bir titreyiş çoğu şeyi söyler. Tutku konuşulmaz; yaşanır. Yine de insan şiire, şarkıya, hikâyeye sığınır; hepsi asıl hâlin yankısıdır. Hakikat anın içindedir ve o an geçince geri gelmez.

Sessizlik iki yüzlüdür: Kelimelerin bittiği yerin sessizliği ve ateşi saklamak için seçilen sessizlik. İkincisi tutkuyu büyütür; söylenmeyen söz ateşi içeride harlar. Tutku, dilde sürçmeler yaratır; kekemelik, yarım cümle, yanlış kelime-duygunun doğruluğunu ele verir. Dikkat etmek gerekir: tutku bir ifade biçimi değil, bir ifade imkânsızlığıdır. Kelime gölgesi, sessizlik hakikati, beden dilidir.

Rüyalar onun malzemesidir: bastırılmış olan gece simgelere bürünerek döner; yüz, bakış, koku uykunun akışına sızar. Görülen yalnız bir kişi değildir; eksikliğin sembolüdür. Hayal, uyanık rüyadır; sınırları kaldırır, mesafeyi siler, yasağı anlamsızlaştırır; bu yüzden tutkuyu diri tutar ama acıyı da keskinleştirir. Çünkü hayalin gerçekleşmeyeceği bilinir, uyanınca soğuk bir gerçeklik bekler.

Tutku bilinçdışının dilidir. Bilinç “hayır” dese de derin arzu “evet” der; bu evet rüyada, hayalde, istemsiz bakışta belirir. Bastırılan başka kılıkla geri döner: kapı, yol, ses, su. Dikkat etmek gerekir: tutku bilinçten kovulunca yok olmaz; biçim değiştirir. Böylece gece ve gündüz aynı ateşin iki yüzüne dönüşür.

Tutku, özgürlüğü de sorgular. Kişi kendini özgür sanır ama görünmez bir zincir boynundadır; zincirin ucu bizzat arzudur. Ateş sınırları yıkar, yasakları çiğner; insan en özgür anında esirdir. Bu yüzden tutku hem özgürlüğün hem esaretin adıdır.

Kader duygusu da burada doğar. Karşılaşma rastlantı gibi görünse de “yazgı” hissi bırakır: “Bunu yaşamak zorundaydım.” Zincire boyun eğmek tuhaf bir güven verir; ateş yönü belirler, adımı etkiler. Özgürlük yeniden tanımlanır: zincirsizlik değil, zinciri tanımak. Tutkudan kaçış özgürlük değil boşluktur; esareti kabul etmekse hakikate yaklaştırır. Dikkat etmek gerekir: kişi aynı anda özgür ve tutsak, efendi ve köle, seçen ve seçilmiş olabilir.

Kıskançlık, tutkunun verimli toprağıdır. Çünkü sahip olmak arzusu doğar ve hiçbir şey bütünüyle sahip olunamaz. En küçük işaret bile kayıp gölgesine dönüşür. Kıskançlık özden gelir; eksiklik bilinci tutkuyu besler. Kaybetme korkusuyla sahiplenme artar; bağlanış boğucu olur. Zirvede mutluluk yaşanır ama uçurum yakındır; insan çoğu kez kendi eliyle yuvarlanır.

Sahiplenme ve kıskançlık, tutkunun özündeki eksikliği reddeder; ateşi dumana çevirir. Dikkat etmek gerekir: tutku sahiplenmeyle daralır, kıskançlıkla zehirlenir, yıkımla tamamlanır. Sevmek sahip olmak değildir; sahip olmak sevmek değildir.

Bununla birlikte tutku, yaratımın kaynağıdır. Sıradan aklın veremediği yoğunluğu, sıradan duygunun veremediği keskinliği sunar. İçte biriken taşkınlık dışarı akmak zorundadır; yoksa içeriden yakar. Bu yüzden sanat, düşünce, söz çoğu kez bu ateşten doğar. Üretmek keyif değil zarurettir; ateş sönsün diye biçim gerekir. Büyük eserlerin ardında büyük acı; acı olmadan tutku, tutku olmadan yaratım yoktur.

Sanat, anı ebedîleştirmeye çalışır: şiir bakışı, resim yüzü, melodi nefesi taşır; hepsi gölgedir ama insan bu gölgeyle yetinir. Tutku aynı zamanda dönüşümdür: eski benlik yıkılır, küllerinden yenisi doğar. Yıkım ve inşa aynı anda gerçekleşir; kişi maskelerini bırakır, yeni bir yüzle yaşar. Bu yüzden tutku hem öldürür hem diriltir; hem bağ hem doğumdur. Eserler, ateşi taşımak için değil, bıraktığı boşluğu doldurmak için vardır.

Güçle de kesişir. Kişi hükmetmek, yön vermek ister; oysa hâkim olduğunu zanneden çoğu kez en çok boyun eğendir. Kaybetme korkusu, sahiplenme arzusu ve eksiklik birleşince şiddet doğabilir; görünen karşıya dönük olsa da yara içeridedir. Teslimiyet ise diğer yüzdür: iradeyi bırakmak dışarıdan kölelik, içeriden özgürlüktür; insan en derin ateşini tanımadan özgür olamaz.

Bu üç gerilim-güç, şiddet, teslimiyet-tutkuyu imtihana çevirir. İnsan efendi gibi davranır ama köledir; şiddete başvurur ama kendini yaralar; teslim olur ve hakikatine yaklaşır. Dikkat etmek gerekir: tutku, yalnızca arzu değil, en köklü sınavdır.

Tutku en çok yalnızlıkta görünür; kalabalıkta bile ateşin taşıyıcısı tektir. Paylaşılamayan fazlalık insanı içe kapatır. Ayrılık ateşi söndürmez, harlandırır; özlem ise hem zehir hem ilaçtır. Özlenen şey yokluğuyla büyür; kişi aynı sahneyi hafızasında döndürür, imkânsız kavuşmaların hayaline sığınır. Yalnızlık bir cezaya dönüşür; insan iç ateşin hem mahkûmu hem bekçisidir. Dikkat etmek gerekir: tutku en çok özlekte yanar; kavuşmadan daha gerçek, daha yakıcıdır özlem.

Tutku korkuyla yürür. Her yakınlığın ardında bir uçurum, her kavuşmanın ardında kayıp vardır. Sevinçle birlikte dehşet, hazla birlikte tedirginlik taşır. İnsan yalnızca arzuyla değil, kaybetme ihtimalinin derin korkusuyla yakalanır.

Tehlike tutkuyu çeker; yasaksız arzu sıradanlaşır. İnsan en çok el sürülmeyene yönelir; yasak ateşi iki kat büyütür. Tutku, ulaşılması güç olana iştah duymaktır; sınır ihlali olmadan tutku olmaz. Korku ve tehlike yoğunluğu artırır: göze alınan kayıp ateşi keskinleştirir. Paradoks şudur: en büyük korkunun içinde en büyük arzu yatar.

Yasak, tutkuyu sırra dönüştürür; açıklanamayan, saklanan her şey büyür, derinleşir, kalıcılaşır. Açık olan hızla solar, gizli olan parıldar. Bu yüzden tutkuda yasak, sıradan arzuyu aşıp benzersiz bir ağırlık kazanır. Tutku korkudan beslenir, tehlikeyle büyür, yasakla iz bırakır; insan çoğu kez kavuşmadan değil, kaybetme ihtimalinden yanar. Yasaksız arzu tutku değildir.

Tutku, umudu en yoğun hâline getirir: insan imkânsızı bile bekler; bir bakışın, bir sözün, bir dokunuşun geri gelişini. Umut yaşatır ama yaralar da; çünkü çoğu zaman gerçekleşmeyen ihtimallere bağlar. Bekleyiş, zamanı işkenceye çevirir; geciken her kavuşma arzuyu artırır, fakat gecikmenin ağırlığı ruhu tüketir. Hayal kırıklığı kaçınılmazdır: tutku, doyumdan değil, eksiklikten güç alır. Böylece umut, bekleyiş ve kırılma bitmeyen bir döngü kurar; insan umutla bağlanır, bekleyişte yanar, kırılmada parçalanır ve yeniden umut eder.

Gizlilik tutkuyu besler. En yakıcı anlar çoğu kez kimsenin bilmediği, kelimesiz kalan anlardır. Söylenmeyen söz, açığa vurulmayan bakış, gizli dokunuş hafızada büyür; sır, tutkuyu ölümsüzleştirir. İki insanın birlikte taşıdığı sır, yalnız arzudan değil, paylaşılan gizden de bir bağ kurar; açıklık tutkuyu bitirmez ama doğasını değiştirir, ihtimal payını azaltır. Bu yüzden tutku, en çok görünmezken vardır; insanı yakan, çoğu kez yaşanan değil, dile gelmeyen andır.

Tutku, bir bedene yönelmekten çok, ruhun unutulmuş parçasına çağrıdır. Kişi, dışarıdaki cazibede içerideki eksikliğin yankısını duyar; tamamlanma arzusu, eksikliğin kabulünden doğar ve tam da bu kabul tutkuyu diri tutar. Tutku cevap vermez; soruları canlı tutar: Kimim? Ne eksik? Ne arıyorum? Bazen bu arayış, kişiyi aşkın bir hâle taşır; evrenle genişler, sonra faniliğine çarpar. Yüce ve acı aynı anda tecrübe edilir: genişleme tadılırken sınırlılık keskinleşir.

Gurur ve utanç tutkuda birbirini örer. Gurur, “hak ediyorum” diye fısıldar; utanç, maskelerin düştüğü çıplaklığı gösterir. Kişi hem yücelir hem küçülür; ispat çabası kırılgan bir perdeye dönüşür, çünkü tutku karşısında en savunmasız hâl açığa çıkar. Bu dayanılmazlık dönüştürücüdür: yüzleşmeyen değişmez.

Tutku bir yolculuktur: başladığı yerde bitmez, bittiği yerde tükenmez. Arayış hiç durmaz; bulunan şey, aranan sarsıntının yerine geçmez. İnsan her adımda eski benliğini geride bırakır; bir bakışla değişir, bir sözle yeniden kurulur, bir ayrılıkla başka olur. Yolun en zor yanı, insanın kendi gölgesini sırtında taşımasıdır; aranan dışarıda değil içeridedir ve yolun sonu çoğu kez yeni bir başlangıçtır. Tutkuda önemli olan varış değil yürüyüştür.

Kayıp, tutkunun çıplak yüzüdür. Kavuşmanın ufkunda bile kaybetme ihtimali titreşir; yokluğun ağırlığı, tutkuyu katlanmaz kılar. Yas süreklidir: yalnız kaybedilen kişi değil, yaşanamayan anlar, söylenmeyen sözler de ağıt ister. Hatırlama, yarayı açık tutar; teselli verir gibi yapar, oysa acıyı diri tutar. Kayıp büyür, yücelir, kutsallaşır; bazen kavuşmadan daha kalıcıdır. Yokluk arttıkça tutku derinleşir; ne kaybederek özgürleşilir ne de kavuşarak tamamlanılır.

Tutku, bedeni ve zihni karşı karşıya getirir. Bedenin titremesi, nefesin hızlanması yalan söylemez; zihin ise ölçüler çizer, bahaneler üretir. İnsan aynı anda hem evet hem hayır der; yaklaşır ve geri çekilir. Bu iç parçalanma yorar ama derinleştirir; uzlaşmazlık tutkuyu kalıcı kılar. Tutku, birliğin değil, çelişkinin ateşidir: insan en çok parçalandığında kendine yaklaşır.

Zaman tutkuda doğrusal akmaz; bir bakışın saniyesi ömre yayılır, bir dokunuş yıllar sonra aynı sarsıntıyla geri döner. Tutku zamanı durdurmaz, eğer büker: anı büyütür, geleceği eritir, geçmişi diriltir; ölçüyü saat değil, ateşin yoğunluğu belirler. Döngüsellik doğasında vardır: insan aynı anı yinelemek ister, fakat tekrar ilkinin yerini tutmaz; eksikliği hatırlatır. Yine de arayış sürer; tutku asla tamamlanmadığı için hep yeniden doğar. İnsan, bitmeyen tekrarın kölesi olur ama tam da bu döngüde diri kalır.

Sonuçta tutku, korku ve tehlikeyle boy veren, yasakla sırra dönüşen; umut, bekleyiş ve kırılmayla çoğalan; gizlilikte derinleşen; ruhun eksikliğini yoklayıp insanı yolculuğa çıkaran; kayıpla ağırlaşan; beden ile zihni çatıştırıp zamanı büken bir ateştir. Görünürde yıkar, gerçekte kurar; susturur ama konuşturur; eksiltir ve derinleştirir. En çok görünmezken vardır; en çok özlenirken yanar; en çok tekrarlandığında bile ilk sarsıntının izini sürer. Tutku, bulmak değil, hiç bitmeyen bir arayış olarak kalır.

Tutkunun döngüsü bir cezadır: kişi hiçbir zaman nihai doyuma varamaz; vardığını sandığında eksiklik geri döner. Yine de ondan vazgeçmek, hayatın en canlı damarını kesmektir. Zamanı doğrusal akışından çıkarır; anı büyütür, geçmişi diriltir, geleceği eritir. Böylece tutku hem ebedî hem geçicidir: aynı ateş sürekli doğar, fakat her an hemen kaybolur. Zaman, ölçü değil, ateşin yoğunluğudur; insan, onu tüketmez, onun içinde yeniden yanar.

Tutku içten taşar; bakışa, nefese, yürüyişe siner ve gündeliği altüst eder. Bastırıldıkça büyür; kişi hem kavuşmaya yaklaşır hem korkudan geri çekilir. Bu ikili çekiş, insanı güçlendirip zayıflatan, diri tutup yoran aynı ateştir.

Kader duygusu tutkuda keskindir: seçim gibi görünen şey yazgı gibi yaşanır. Tesadüf, işarete dönüşür; “başka türlüsü olamazdı” rahatlığıyla kişi sorumluluğu ateşe devreder. Tutku tesadüfün maskesini takar, yazgının sesini konuşur; insan, boyun eğdiğini bilerek yanar.

Öfke bu ateşin gölgesidir; erişilemeyen ya da yitirilen karşısında hiddet çoğu kez kendine döner. İntikam isteği, ötekinden çok kişinin kendi kaybına yönelir. Yine de bu yanış, eski benliği tüketip yenisini doğurur: arınma patlaması parçalar, hafifletir; kaybın boşluğunda daha hakiki bir yüz belirir.

Sabır, direniş ve tükeniş aynı döngüdür. Tutku sabrın imkânsızlığını, direnişin beyhudeliğini, tükenişten doğan yeni başlangıcı öğretir. Bekledikçe ağırlaşır, karşı koydukça bağlanır, tükendikçe yeniden yanar.

Tutku hem hakikattir hem yanılsama. Maske ve hesapları yakarak çıplak benliği açığa çıkarır; insan kendi eksikliğini tanır. Ama aynı anda, kendi arzusunu ötekine yükleyerek “tamamlayıcı” yanılgısına düşer. Hakikati gösteren şey, çoğu kez bu perdeyle görünür.

Sarsıntı kaçınılmazdır: ilkeler ve maskeler bir bakışla yıkılır. Düşüş bitiş değildir; yeni bir görünün eşiğidir. Ayağa kalkış eskisi gibi olmaz: daha yaralı ama daha sahici. Gücün bilgisi, aczin kabullenişiyle derinleşir.

Sadakat ile ihanet iç içe geçer. Dışa sadakat çoğu kez içteki ateşe ihanettir; ateşe sadakat ise dışa ihanet gibi görünür. Hangi yolu seçerse seçsin, insan içte yanana bağlanmaktan kaçamaz.

Gurur ve kırılganlık birlikte seyreder. Gurur maskedir; tutku maskeyi yakar. Küçülme aşağılanma değil, tanınmadır; kırılganlık derinliktir. Tek başına gurur kibir, tek başına kırılganlık çöküştür; çatışmaları tutkuyu taşıyıcı kılar.

Sonunda tutku dönüşümdür: eski benlik çatlar, yenisi kan ve ateşle doğar. Yıkım inşanın koşuludur; kayıp, kazancın eşiğidir. İnsan, sınırlarını görür ve onları aşacak kudreti yine bu ateşte bulur.

Kalıcılık, tutkuda paradoksaldır: an geçer ama izi silinmez; o iz benliği dönüştürür. Böylece tutku geçiciliğiyle yakar, kalıcılığıyla şekillendirir. Bir anı hafızada ebedîleştirir; insan, o izle her seferinde yeniden yanar. Faniliği duyururken sonsuzluğa dokundurur; bu birleşim tutkuyu vazgeçilmez kılar. Tutku, acıyla yeniler, kalıcı izler bırakır; yıkımın içinde inşa, kaybın içinde kazanç vardır. İnsan sürekli ölür ve yeniden doğar; ateş bitmedikçe bu döngü de bitmez.

Ateşin yoğunluğu sahteyi yakar; maskeler düşer, bahaneler erir, geriye ham bir benlik kalır. Bu arınma güzelleştirmekten çok acıyla kabuk sökmektir: bastırılmış olan yüzeye çıkar, unutuldu sanılan yaralar sızlar. Yanan yüzeysel olan gider, köklü olan kalır; insan özüne yaklaşır. Kaybetme duygusuyla yaşansa da, görünen yitikte saklı olan sahicilik belirir. Ateş her katmanı yaktıkça bir yenisi açılır; bitmeyen arınma insanı derinleştirir.

Tutku önce bağlar, sonra koparır, ardından hafızayla yeniden bağlar. Zincir görünmezdir ve ucu yüreğe bağlıdır; özgürlük çoğu kez zinciri reddetmek değil, onu tanımaktır. Kopuş bedende biter, ruhta sürer; unutulan büyür ve geri çağırır. Böylece kişi ne tümüyle özgürdür ne tümüyle esir; arada tutulur. Hatırladıkça bağ diri kalır; döngü yorar ama yaşatır.

Umut, ateşi geleceğe taşır; her bakış yeni bir ihtimaldir. Ama umut kırılmaya yazgılıdır; umutsuzluk geldiğinde ateş sönmez, keskinleşir. Tutku, umut-umutsuzluk-yeniden umut döngüsünden beslenir; her çöküşte bir işaret kalkışa dönüşür. Umut diri tutar, umutsuzluk derinleştirir, yeniden başlamak yürütür; bitmeyen başlangıçların ateşi budur.

Tutku gölgeyi görünür kılar: kıskançlıkta, sahiplenmede, öfkede asıl yüz içerde belirir. Öteki çoğu kez bahanedir; bastırılmış benlik konuşur. Bu yüzleşme hem tehdit hem imkândır: korkutur ama özgürleştirir; karanlık yalnız tehlike değil, yaratıcı kaynaktır. Bastırılan rüyada, hayalde, patlamada geri döner; tutkunun özü budur.

Ateş, gücü ve aczi aynı bedende buluşturur. Bir söz iradeyi paramparça eder; insan, kontrol edemediğini kabul ederek bilgeleşir. Teslimiyet burada kaçış değil, arınmadır: bıraktığında ateş daha hakiki görünür. En çok boyun eğdiğinde hakikate yaklaşır.

Tutku bir yaradır: açılır, kanar, kabuk bağlamaz. Kanama acıtır ama diri tutar; en çok acıtan an en çok dönüştürür. Kavuşma geçer, eksiklik kalır; boşluk korunur çünkü o boşluk tutkunun kendisidir. Yara faniliği hatırlatır; acı yaşatır, boşluk diriltir.

Delilikle yan yana yürür: taşkınlık olağan, sınır aşımı kaçınılmazdır. “Asla yapmam” denilenler yapılır; suçlulukla birlikte maske kırılır. Aklın hükmü mutlak değildir; taşkınlığın da bir hakikat dili vardır. Ölçü kaybolduğunda kişi kaybolmaz; kendine yaklaşır.

Ve yaratım: içte biriken yoğunluk dışarı akar; yazı, ses, imge olur. Üretmek mecburiyettir; yoksa ateş içi yakar. Sezgi keskinleşir; büyük eserlerin ardında büyük acı vardır. An geçer, eser kalır; tutku hem yaşanan hâl hem üretilen varlıktır. Ateş biçim arar; yanış dile dökülmeden sönmez.

Yalnız bugünün ateşi değil; kökleri geçmişe iner. Tutkuda kişi yalnızca kendi arzusunu değil, atalarının suskunluklarını da taşır. “Neden bu?” sorusunun cevabı çoğu kez bireysel aklın ötesindedir: kolektif hafızanın derinliği. Kişi ateşi sahiplenir ama sahibi değildir.

Aklı zorlar. Hesapları bir bakış bozar, planları bir söz dağıtır. İdrak hem genişler hem daralır: dünya keskinleşir, göz tek noktaya kilitlenir. Akıl ölçü koyar; tutku ölçüyü kırar. Sezgi, ateşin dilidir. Kalabalıkta bile yalnız kılar. Toplum düzeni tutkuyu taşıyamaz; maske ister. Maske takıldıkça içteki ateş büyür. Sahte bağlar söner; ateşin olmadığı yerde ilişki kırılgandır.

Özgürlükle kaderi aynı anda hatırlatır. “Ben seçmedim, bana seçtirildi” duygusu ağırdır. Kaçış, aynı kapıya çıkar; bırakışsa bir tür güven: “başka türlü olamazdı.” Hakikatle yanılsamayı beraber taşır. Tutku maskeleri yakar, kişiyi çıplak bırakır; eksiklik kalıcıdır. Öteki çoğu kez aynadır; görülen, kendi kaybının yankısıdır.

Faniliği duyurup sonsuzluğu aratır. Anlar geçicidir, izleri kalıcı. Kıymet, sonsuzlukta değil; sonluluğun yoğunluğundadır. Bitmeyen ebediyet arzusu ateşe yakıt taşır. Aynı anda doğumun habercisidir. Eski kabuklar çatlar; yeni benlik yaralı ama sahicidir. Diriliş yalnız bireyin değil, dünyayı yeniden görüşün hâlidir.

Tutku hem yara hem öğretmen. Kapanmayan boşluk yaşatır; kanadıkça hakikate yaklaşılır. Güç ve acz aynı bedende salınır; en yüksek direniş, teslimiyettir. Öfke ve taşkınlık sınırları aşırır; yıkarken kurar. En keskin sanat, en derin söz çoğu kez bu yaradan doğar. Yaşanan an geçer, ondan kalan eser kalır.

Son söz: Tutku hem faniliği hem ebediyet arzusunu birlikte yaşatır. Yakar, arındırır, dönüştürür, yeniden doğurur. İnsan en çok yandığında diridir; en çok kaybettiğinde kazanır. Bu ateş sönmez; yalnızca biçim değiştirir.

Ahmet Turan Esin