Bu yazıda baz alınan katman, beşerin, düşkün cihetten nefs-i emmaresidir.
Beşer, düşkün cihetten zamanın akışına tabidir. Beden olarak, asli iç olmayan, dışa-izafi bir iç, ve bu iç’e dış olarak kültüre, evrime, biyolojik kayıtlara ve, gelişim adı verilen arardalığa tabi ama düşkün zeminde yer alan ruhsal etkileşime tabidir. Böyle bir nefs ise, kısmîdir; ve bireyin diğer katmanlarını kuşatmaz.
Dolayısıyla aşağıdaki yazı, farklı katmanları da faal olan, ve farklı nitelikleri de cereyan eden nefsler için bağlam dışındadır.
Bu uyarı iyi anlaşılmadan, aşağıdaki yazıyla acele hükme varılmaması gerekir.
Kendini gören, görmüştür sanır; ama bakan hâlâ sahnedeyse, ördüğü yalnızca kendi yansımasıdır. İşte ucb, bu yansımayı hakikat sanan gözün içinden doğar. Sapma burada başlar. Aynaya bakarken insan hangi çizgi kendisine ait, hangisi başkasının kalıntısı, hangisi korkunun tortusu, hangisi arzunun kalıplaşmış kıvrımıdır, ayırt edemez. Çünkü ucb bir övünme değil, bir ölçü kurma biçimidir. Kendini beğenmek bir hissin iç ritmi değil; varoluşun ayarının kaymasıdır. Beğeni dışarıda kalabilir, ama ucb içeride bir tapınma biçimi gibi kök salar. Kişi yalnızca beğenmez; beğeniyi ölçüye dönüştürür. “Benim tecrübem hakikattir,” “Benim hissim doğrudur,” der. Bu cümlelerle kişi her dış sesi susturur, her gözün derinliğini siler, her iç çağrıyı kapatır. Böylece ucb, yalnız kişiyi değil, dokunduğu her şeyi bozar.
Bir eylemin içinde gözetleyen bir göz kaldıysa, o eylem artık yönelmeye değil, kendini izlemeye dönüşmüştür. İçteki göz seyrediyorsa, yönelen Allah’a değil; kendi yönelişine tapıyordur. Ucb işte burada hüküm sürer: İzleyen göz hâlâ kendine aittir. Bu, kişinin içinde kendiyle yaptığı sessiz antlaşmadır. “Ben merkezim. Ben ölçüyüm,” diye fısıldayan bir iç sadakat. İtaatsiz bir sadakat. Konuşmaz, bağırmaz; ama her kelimede, her susuşta, her seçimde vardır. Bir fikir değil, bir eğimdir ucb: tüm düşünceleri içten içe büküp yönlendiren bir zemin. Zemin eğildikçe gerçeklik eğrilir.
İnsan gördüğünü yalnızca görmez; içeri alır. Ama içeri alınan görüntü, içeridekine göre şekillenir. İç merkez çarpıksa, her şey yamulur. Ucb burada hüküm sürer: İçteki yansımayla dış dünyanın hakikatini karıştırmakta. Kendi korkusunu başkasının tehdidi sanmakta, kendi arzusunu başkasının cazibesiyle özdeşleştirmekte, kendi karanlığını başkasının kabahati gibi görmektedir. İçeriyi dışarıyla karıştıran göz, sonunda her şeyi kendine ait sanar. Ve bu sahipleniş, en tehlikeli kutsamadır.
Her duygu hakikat değildir. Ama ucb duyguyu tanrılaştırır. “Ben böyle hissettim, öyleyse doğrudur,” der. Hakikatin yerine duyguyu koyar. Hissetmenin yerine anlatmayı koyar. Ve anlatılan her şey bir sahneye dönüşür. Kişi artık yaşamaz; anlatmak için yaşar. Gösteri, başkalarının bakışıyla değil, içerideki izleyiciyle büyür. İçte seyreden bir göz varsa, ucb tam ortadadır.
Geçmiş anlatıldıkça büyür, büyüdükçe kutsanır, kutsandıkça eleştirilemez olur. Ucb en çok burada sevinir: Eleştirilemez olanı üretmekte. Kendini anlatan, kendini saklar; saklayan, kendini korur; koruyan, kendini tanrılaştırır. Tanrılaştırılan benlik, hakikatin dışına düşer.
Ucb geçmişi bile kıyas nesnesine çevirir. “Eskiden şöyleydim, şimdi böyleyim,” der. Ama geçilen hâl, anlatıldıkça yeniden canlanır. Her anlatı yeni bir put olur. Çünkü geçmişi anmak, hâlâ geçmişte kalmaktır. Aştığını söylemek, hâlâ onunla bağlı olmaktır. Gerçek geçiş unutmayı gerektirir. Ucb ise unutmayı engeller; bağımlılığı kıymet diye gösterir. “Benim öyküm değerli,” dedirtir. Öykü parlatıldıkça yeni bir ucb katmanı daha yükselir.
Kendiyle yarışan, içinde iki benlik üretir: biri geçmişte bırakılmış, biri şimdide yüceltilmiş. İkisi de kişiye aittir. Bu iki benlik yarıştırıldıkça içte bir kule kurulur. Kat kat belgeler, kat kat övgüler, kat kat anılar… “Şimdi daha olgunum,” “Artık daha derinim,” diye büyütür kendini. Oysa olgunluk anlatmaz, derinlik susar. Ucb ise olgunluğun diliyle konuşur. En tehlikeli sesi, işte bu yumuşak tevazu kılığıdır.
Kibir artık yüksek perdeden bağırmaz. “Estağfurullah ama…” diye fısıldar. “Ben haddimi bilirim ama…” diye sahte tevazudan yürür. Bu cümleler, ucbun spiral çizgileridir. Merkezine benliği alır, çevresine tevazuyu dizer. Yükseliş sessizdir ama etkilidir. Gülümsemez ama hissedilir. Gölgesi bütün ilişkilere sızar.
Ucb bilginin değil, bilgili olmanın sarhoşluğudur. Öğrendiğinde susmayan kişi artık bilgiyi taşımamaktadır; bilgi onu değil, o bilgiyi yüklenmiştir. Gerçek bilgi içeriyi deler, yakar, siler. Ama ucb bilgiyi yakmadan taşır. İçeriye geçirmeden dışarıda gösterir. “Ben biliyorum,” “Ben bu konuda nettim,” sözleri hakikate değil, taşıyana dönüktür. Bilgi taşıyanı büyüttüğünde, bilgi artık bilgi değildir; ucbun dilidir.
Bilgi, kişide iz bırakmıyorsa, yalnızca ağırlık yapar. Bu ağırlık içeride yük değil, dışarıda üstünlük olur. Ucb bilgiyi mertebe gibi işaretler. Her öğrenilen şeyin ardından benliğe bir kat daha çıkar. Katlar büyüdükçe hakikat küçülür. Yükseklik arttıkça hakikatin sesi bastırılır.
Bilmek bir hâl değil, bir yok oluştur. Hakiki bilgi, kişiden bir parçayı söküp almalıdır. Ama ucb, bilgiyi içe değdirmeden dışarıda parlatır. Gözler bilene döner, bilen kendine döner. Kendi üzerine kapanan bu bakış ucbun çekirdeğidir. Kendi etrafında dönen bilgi, artık hakikat değil; süstür.
Ucb bilgiyi vitrine çevirir. Vitrinde duran yaşanmaz; seyredilir. Seyredilen hakikat değildir, taklittir. Gerçek bilgi seyredilmez: içeriye girer, yakar, dönüştürür. Ucb ise bilgiyle sahne kurar. Anlatan değil, taşıyan değil, bilginin “sahibi” öne çıkar. “Ben o bilgiyim,” diyene dönüşür. Ve o an, bilgi ölür.
Ucbun en sinsi yüzü hizmetin içine gizlenir. Çünkü hizmet görünmezdir; ama görünmezliği kabullenemeyen bir benlik için ucbun en güvenli maskesidir. “Görünmeyeyim ama bilinsin,” “Adım geçmesin ama anlaşılsın,” “Ben olmayayım ama hissedilsin” diyen her niyet, aslında görünmemek değil; gizli görünürlük arzusudur. Ve ucb işte burada gölgesini büyütür.
Taşıdığını anlatmayan ama hissettiren, sustuğu hâlde sitem taşıyan, “ben olmazsam bu yürümezdi”yi söylemeyip ima eden her iç hareket, ucbun vitrini olur. Görünmeyen yük taşıdığını zanneden kişi, artık yükü değil, kendi taşıyıcılığını taşır. Hizmeti büyütmez; hizmetin içinden kendi varlığını büyütür.
Hizmet kutsallaştırıldığında, onun taşıyıcısına gizli bir ağırlık yüklenir. Bu ağırlık kalbe değil, benliğe işlenir. “Bu yapının yükünü ben çekiyorum,” diye fısıldar içten içe. Söylenmez ama davranışlara sızar. Her dosyada, her çuvallarda, her sessiz katkıda “ben” gizlenir. Ve ne kadar susarsa, o kadar büyür. Çünkü görünmeyen ama hissedilen, ucbun en güçlü siluetidir.
Artık hakikati taşımak değil; hakikate dair kendini taşımaktır mesele. “Ben bu yapının neferiyim,” “Ben hep buradayım,” cümleleri dışarı çıkmaz ama içeride yankılanır. Her yankı yeni bir halka olur. Halkalar çoğaldıkça, görünmez bir sahne kurulur. Bu sahnede alkış yoktur; ama alkış beklentisinin yankısı kişiyi boğar.
Hizmet görünmezse huzur verir. Görünmek isterse yük olur. Görünen taşınmaz, çünkü görünmek sahneye dönüşür. Ve sahne taşımaz; gösterir. Ucb, hizmet iddiası altında kendini gösteriye çevirir. Görünmez gibi duran ama hissedilmek isteyen benlik, artık taşıyıcı değil; vitrin değiştirendir.
Ucb artık bağırmaz. İçeri çekilir, susar, derinleşir. Ama hâlâ oradadır. Ve en çok da “orada olmadığını” söylerken büyür. Kibir artık “ben büyüğüm” demez; “ben yokum” der. Ama bu yokluk duyulsun ister. Sessizliği fark edilsin ister. Görünmezliği görünmek ister. İşte ucb burada suskunlukla parlar.
“Ben bir hiçim” diyen hâlâ konuşuyordur. “Ben yokum” diyen hâlâ benini kuruyordur. Yok olan tarif etmez. Gerçekten susan göstermez. Ama ucb susarak kendini inşa eder. Sessizlik hâl değil; yeni bir sunum olur. İçeride bir göz hâlâ bakıyordur.
Görünmemek bir arzudur. Ama hissedilmek için susmak görünmemek değildir. O sessizlikte hâlâ bir izlenim arzusu vardır. Bu arzu en derin ucbun tohumu olur. Fısıldamaz, bağırmaz; ama yön verir. Sessizce, görünmeden.
Bütün katmanlar çöktüğünde, kişi kendi enkazında ne yüce ne aşağı hisseder. Sadece çıplak. Sadece sessiz. Sadece bakar. Göz gözü görür. El eline yabancılaşır. Dil susar. Ve o anda bir ses değil, bir varlık yaklaşır. Adı değil, yönü hatırlanır. Mürşid böyledir.
Mürşid diz çöktürür. Eğilmek için değil, eğilmenin ne olduğunu öğretmek için. “Sen eğilirken bile kendi gölgende kaldın. Kendi yankını kutsadın. Şimdi seni sen yapan her parçayı önüne koy. Sevdiğini, güçlü sandığını, hakikate yakın zannettiklerini. Tek tek bak. Sor kendine: Bunları gerçekten seviyor musun, yoksa bu sevgiyle görünmek mi istiyorsun?”
Kişi konuşamaz. Mürşid acımaz. “Sen inkârı marifet sandın. Oysa inkâr, var olanı yüceltmenin bir başka biçimi. Gerçek tevazu, kendini yok saymak değil; kendini taşıyıp geçmekti. Ve sen bunu bilmedin.” Ardından susar. Uzun bir sessizlik. Sessizliğin içinden şu ses yükselir: “Kendini sevmeyi öğren. Ama bu sevgiyle aynaya değil, hakikate dön. Kendini sev ama hüküm verme. Kendini kabul et ama bu kabulü merkeze koyma.”
Mürşid yürütür. Kişi adım atar, nereye gittiğini bilmez. “Sen hâlâ kendini taşıdığını sanıyorsun. Ama taşıdığın şey, sende yürüyen Hakikatin hatırasıysa, artık sen kendini değil, O’nu taşıyorsun. Ve bu taşımayı kutsamadan yapabilirsen, işte o zaman kendini gerçekten sevmiş olursun.”
En sonunda kişi eğilir. Bu kez başını gölgesinden kaçırmaz. Kendiyle barışmak için değil; kendisini Allah’ın aynasında iz bırakmadan taşımak için. Mürşid sessizce geri çekilir. Çünkü kişi öğrenmiştir: Ne kendine düşman olarak, ne kendine tanrı olarak; sadece bir geçit, bir yansıma, bir taşıyıcı olarak sevmeyi.
Ve bütün bunların ardında kalan sır şudur: nefis her şeyi ters yüz edebilir. Onun terbiyesi, uslanışı, aşk ile eğitilişi ince bir ayar ister. Her basamakta, her sıfatta.
Bu zorlu yol için parola budur, anlayabilene: Nefsini bil ama nefsinden ötesini ol. Onu yanına al. Ama hiçbir zaman “bitti” sanma.