Nefsi emmarenin sıfatları - 9 - Yalan

Yalan, dilin arızası değil, sahneye ait bir sakat doğumdur. Zemin hakikatin kendisidir; sahne ise bu hakikati taşıma yahut taşıyamama tecrübesidir. İnsan sahnede yalana başvurduğunda hakikate ihanet etmez; hakikatin sahneden çekilmesine sebep olur. Hakikat çekildiğinde sessizlik değil, çürüme doğar. Çünkü yalan, boşluk değil, boşluğu dolduran sahte bir varlıktır; içi şişirilmiş bir hiçliktir.

Anlaşılması gereken budur: Yalan, kelimenin tahrifiyle sınırlı değildir; bir dünyanın altını oyar. İnsan bir defa yalan söylediğinde bir hakikati öldürmez, hakikat olma ihtimalini öldürür. Ve bu ihtimal ortadan kalktığında doğru bilinse dahi söylenemez. Çünkü dil artık hakikatin aracı değildir; kişinin kendi sahnesini kurtarma telaşına indirgenmiştir.

Yalan korkakların silahı değildir; korkunun şekil değiştirmiş hâlidir. İnsan yalana yöneldiği için korkar. Çünkü her yalan benliği ikiye böler: bilen ama inkâr eden, gören ama görmez gibi davranan, hisseden ama hissini bastıran. Parçalanan benlik hakikati tanıyamaz; tanımak için bütün olmak gerekir.

Yalanın cezası yakalanmak değil, ona inanmak zorunda kalmaktır. Çünkü inanmadan yaşanmaz. Bu yüzden her yalan, bir diğerini çağırır. Gerçek tek başına yürür; yalan kendini taşıyamaz.

Yalan söze sızmakla kalmaz; bakışa, susuşa, dokunuşa, hatta gülüşe siner. Çünkü mesele eylemin biçiminde değil, niyetin çarpıklığındadır. Çarpıklık ruhun omurgasını kırar. Bir kere eğilmiş olan, doğruluğu taşıyamaz. Hakikat, eğrilere değil, doğrulara iner.

Tekrar edelim: Yalan gerçeğin üzerini örtmekle kalmaz; hakikatin yüzüne perde çeker. Perde, başkalarının görmesini engellediği kadar, kişinin kendi iç bakışını da bulandırır. İnsan bir başkasını aldattığında hakikatin sarsılmazlığını kendinde de yok eder. Çünkü yalan, varlık düzeninin temel ilkesi olan "olanı olduğu gibi görmek"e yönelmiş bir suikasttır. Suikastçı yalnızca hedefi değil, düzenin kendisini çökertecek kadar yıkıcıdır.

Yalan bir tercih gibi görünse de aslında çıkışsızlığın sonucudur. Hakikati taşımaktan yorulan, kolay bir eğilme ile kendini kurtardığını sanır. Fakat eğrilik zamanla omurgaya yerleşir. Hakikati duymak artık acı verir. Hakikatin ışığı, yalana alışmış gözde körlüğe dönüşür. Körleşen, hakikati değil, hakikati dile getiren kişiyi düşman belleyecek noktaya gelir.

Yalan korkudan olduğu kadar arzudan da doğar. İnsan, olmayana "olmuş" muamelesi yaptığında yalana yönelir. Gerçek değil, arzu dillenir. Ve kişi, hakikati değil, kendi hayalini taşır. Bu en sinsi biçimdir: çünkü yalana muhatap olanı değil, söyleyeni avutmak için söylenir. Avunan, bir daha uyanamaz.

Yalan zamanı da kirletir. Geçmişi inkâr eder, şimdiyi tahrif eder, geleceği sabote eder. Yalancının geçmişi bulanık, geleceği muğlak, şimdisi ise boştur. Çünkü yalan, toprağa zehir salar. Ve zehirli toprakta hiçbir hakikat tomurcuklanmaz.

Sonuç olarak, yalan bir sığınak değil, kaçışın çukurudur. Kaçtıkça daha da derine çeker. İnsan hakikatin peşinden değil, yalanın önünden koşar. Hafıza doğruyu değil, korunması gereken yalanı tutar. Böylece hatıralar dahi yalana göre inşa edilir.

Ve unutulmamalıdır: Beden hakikatin tanığıdır. Yalanı taşıyamaz. O yüzden yalan konuşulduğunda boyun eğilir, omuz düşer, nefes daralır. Çünkü beden hakikate göre yaratılmıştır. Yalanla eğrilmiş beden hakikati unutmaya başlar. Ve hakikatin sesiyle karşılaştığında ya kaçar ya saldırır.

Yalan, hakikatin yokluğu değil, çarpıtılmasıdır. Ve en tehlikeli çarpıtma, "iyi niyet" sureti altında yapılır. İnsan birini kırmamak, korumak, kaybetmemek için yalana sarılır. Sonunda kendini haklı görür. O haklılık, hakikatsiz bir iyiliğin zırhıdır. Fakat bu zırh korumaz; yavaş yavaş ruhu boğar. Çünkü hakikatsiz iyilik, kötülüğün en rafine biçimidir. Yalanla dile getirilen sevgi, sevgi değildir; yalanla kurulan güven, güven değildir. Ve bir gün, bütün hayatın üzerine oturduğu o sahte zemin çatladığında, sadece sözler değil, yaşanmış bütün bir ömür yerle bir olur.

Yalan, duvar da değildir, ayna da, pencere hiç değildir. Karanlık bir oyuktur. Görüntü veriyor gibi yapar ama yansıtmadığı şey, varlığın kendisidir. İnsan o oyuğa baktıkça kendini kaybeder. Çünkü yalan, öznenin kendini kendine gizlemesidir. Kendinden gizlenen artık kimseye görünemez. Herkes onu görür ama kimse tanıyamaz; çünkü görünen ben değil, yerine konuşan bir gölgedir. Hakikatsiz benlik, taklitten ibarettir. Yalan, o taklidin sahte tanrısıdır.

Yalan, bireyin olduğu kadar toplumun da metafiziğini çökertir. Toplum, ortak hakikat etrafında var olur. O hakikat parçalandığında, çoğul yalanlar onun yerini alır. Artık herkesin kendi hakikati değil, kendi yalanı vardır. Bu yalanlar birbirini destekler, meşrulaştırır, kutsallaştırır. Kimse yalan söylediğini kabul etmez; çünkü birinin yalanı ötekine dayalıdır. Birini çektiğinde diğerleri yıkılır. O yüzden herkes susar, herkes birbirinin gözlerine korkuyla bakar. Çünkü göz göze gelmek, maskelerin düşmesi demektir.

Bu sebeple, yalanı en çok taşıyanlar susanlardır. Birinin yüzüne bakıp da bildiğini söylemeyen, içinden geçenin üzerini örten, yalanın taşıyıcısı hâline gelir. Hakikat dışarı çıkmadığında içeride birikir, küflenir ve çürütür. Çürüme yalnızca bedeni değil, ruhu da sarar.

Aşkın içine düşen ilk zehir, yalandır. Çünkü aşk çıplaklık ister; yalan örtü. Aşk bütün yaralarıyla kendini sunmak demektir; yalan o yaraları makyajla gizlemek. İnsan sevdiğinin gözünde büyümek isteyince hakikatin küçüklüğünden utanır, kendini olduğundan başka gösterir. Geçmişini anlatır gibi yapar, geleceğini vaat eder. İşte yalan burada başlar. Aşk, yalanla boyanır; güzelleştiği sanılan şey, gerçeğin mezar taşıdır.

Aşkta söylenen yalan, sevgiliye ihanet olduğu kadar aşka ihanettir. Çünkü aşk iki kişi arasında değil, hakikatin içinde yan yana durmaktır. Yalana bulaşan aşk rol olur; sahne aşk diye oynanır, izleyen kalp yanılgıyla baş başa bırakılır. Sonunda biri gider, diğeri kalır; kalan, aslında kimi sevdiğini bilemez. Çünkü sevdiği suret, yalanla örülmüş bir gölgeydi.

Yalanla başlayan aşk susarak bitmez, çürüyerek biter. Çünkü zemini hakikat değil, korkudur. Sevilen tarafından tanınmaktan korkulur, gerçek hâlin ortaya çıkmasından korkulur. Aşk güven olmaktan çıkar, performansa dönüşür. Her buluşma bir prova, her söz bir replik, her dokunuş bir rol kesilir. Kişi sevdiğiyle değil, sevdiğine sunduğu sahte benlikle birliktedir. Bu beraberlik yakınlık değil, mahkûmiyettir.

Yalan aşka girdiğinde beden de konuşur. Dokunuşlar sevgi taşımaz, güven telkin etmez. Çünkü beden hakikatin tanığıdır, yalana tercüman olamaz. Bu yüzden yalanla kurulmuş aşklarda sevişmeler bile boşluğa düşer. Göz göze gelinemeyen geceler, sarılışta içe düşen kuşkular, öpüşmede beliriveren eksiklik… bunlar aşkın değil, yalanın yankılarıdır.

Bir kadının gözlerine yalanla bakan erkek, o kadına değil, o bakışta ilk kez buluşacak olan hakikate ihanet eder. Çünkü kimi bakışlar vardır ki, içinde kutsal bir çağrı taşır. Sen susarsın, o gözler seni çağırır. Eğer o çağrıya yalanla karşılık verirsen, hakikat bir daha gelmez. Sadece kelimeler değil, bakışlar da sessizleşir.

Aşkta yalan, gizlemek kadar fazlasını söylemektir: hissedilmemiş sevgiyi olmuş gibi sunmak, yaşanmamış sadakati vaat etmek. Fazlalık, eksikliği örttüğünü sanır ama daha büyük boşluk yaratır. Çünkü bir gün o boşluk açığa çıktığında, sevgili sevdiği kişiden değil, sevmenin kendisinden şüphe eder. Ve bu şüphe, artık hiçbir hakikati tutmaz. Düşüş böyle başlar.

Yalanla büyüyen aşk, sevgiliye dönüşür ama sevgiye değil. Yalan benlik görünmek ister, sürekli onay arar. Çünkü içte hakikat yoksa dışarıdan talep edilir. Yalan söyleyen sevgili, sevilmediğini bildiği için sürekli sevildiğini duymak ister. Bildiğini inkâr eder; inkârı içinde ur gibi büyür; sonunda kendini sevilemez zanneder. Oysa sevilmeyen kişi değil, sunduğu yalandır.

Yalan aşkta zamanı da kirletir. Gerçek olmayan sözlerle geçirilen her an yok hükmündedir. Geçmiş sahte benliğin tarihine dönüşür. Gerçek bir ayrılık geldiğinde, insan geçmişine tutunamaz; çünkü o geçmiş kendisine ait değildir. Hatıra hakikat ister; yalanla yaşanmış hiçbir an, hatıraya dönüşemez. Böylece aşk bittiğinde ardında boşluk kalır. Unutulmaz değil, hiç yaşanmamış gibi.

Yalan kelimeyi değil, inancı da bozar. İman, varlığın hakikate yönelişidir; yalan, varlığın menfaate sapması. Yönü dönen kişi, aynı duayı etse de başka bir tanrıya hitap eder. Secdenin kıblesi değiştiğinde kelimeler değişmese de niyet bozulur. Bu yüzden yalancı en çok inançtan söz eder. Hakikatin sesini içinde duymayan onu dışarıda haykırır. O ses yankıdan ibarettir.

İman susarak doğrulanır, yalan konuşarak gizlenir. İnsan ne kadar çok anlatıyorsa, o kadar çok saklamaktadır. İman bazen tek bir bakışla anlaşılırken, yalan bin kelimeyle bile ikna edemez. Çünkü iman bir hâl, yalan bir kurgu. Kurgu ne kadar ustaca kurulsa da hakikatin sadeliğine dokunamaz. Yalancı kendini süsler; mümin kendini örter.

Yalanın en çok kök saldığı zemin otoritedir. Çünkü otorite, kabulü zorunlu kılar. Zorunluluk başladığında hakikat sorgulanmaz. Bir lider yalan söylediğinde, halk ikiye ayrılır: gören ama susan, ya da görmezden gelip kutsayan. Çoğunluk için hakikat artık doğru olan değil, güçlü olanın ağzından çıkan olur. Güçle kutsanmış yalan, hafızayı yeniden yazar. Geçmiş bugüne göre eğrilir. Bir an değil, bir milletin tarihi boşaltılır.

Yalan tekrarlandıkça toplumda hafıza silinir. İnsanlar neyi unuttuklarını da unutur. Bu unutma boşluk bırakmaz, yeni bir kurguya zemin açar. Tarih iktidarın elinde yeniden kurgulanır. Kahramanlar icat edilir, düşmanlar üretilir. Halk, kendi hakikatine değil, kendisine sunulan aynalara bakarak geçmişini öğrenir. O aynalar kırıldığında, içlerinden karanlık dökülür.

Toplum yalana alıştığında ahlâk çöker, kolektif bilinç de dağılır. İnsanlar ortak bir hakikatte değil, ortak bir suskunlukta birleşir. Artık kimse inanmaz; herkes inanmış gibi davranır. Bu "gibi davranma" sahte bir bütünlük doğurur. Hakikat karşısında ise paramparça olur. Çünkü hakikat susar, ama çatlak buldu mu sızar. Ve sızdığı anda, en çok da yalana en fazla alışanları boğar.

Böyle bir yerde doğrular yalnız kalır. Doğruyu söyleyen dışlanır, gerçeği dillendiren düşman sayılır. Hakikatin sesi, yalana kurulmuş düzenin en büyük tehdididir. Bu yüzden doğru söz sert bulunmaz sadece; tehlikeli bulunur. İnsanlar hakikati değil, huzuru seçer. O huzur da sessizlikten değil, çürümüşlüğün üstünü örten bir örtüdür. Örtü kalınlaştıkça koku sızar. Herkes bilir, kimse söylemez. Herkes susar ama uyuyamaz. Çünkü hakikat, kokusunu gizlemez.

Bir toplumda lider yalan söylediğinde, yalnızca kendisi değil; peşinden giden herkes çürür. Liderin diliyle halkın kalbi arasında bir bağ vardır. O bağ hakikati taşıdığında toplum dimdik yürür. O bağ yalana dönüştüğünde toplum eğrilir. Eğrilmiş toplumda iyilik bile hesapla yapılır. Sadaka gösteri olur, adalet alkış için uygulanır. Niyet kirlenir. Kirli niyette hakikat tutunmaz.

Kitleler yalanla büyütüldüğünde, hakikati düşman belleyecek hâle gelir. Çünkü yalan rahatlıktır. Gerçeği bilmek sorumluluk doğurur, yalan konfor sunar. İnsan sahte cümlelerde barınmak ister. Bu barınma zamanla bir kültür hâline gelir. Halk, yalanı bilerek değil, hissederek sever. Yalan, kimliğin parçası olur. İnsan kimliğini kaybetmektense hakikatten vazgeçer.

Bir toplumu ayakta tutan yasa değil, hakikattir. Yasa hakikati korur ama yerine geçemez. Yalan yasal hâle gelmişse, o toplumun ruhu ölür. Geriye yalnızca organizasyon kalır. İnsanlar işe gider, alışveriş yapar, evlenir, oy verir… ama bilirler ki her şey sahtedir. Sahtelik ağırlaştığında, en küçük krizle yıkılır. Çünkü yalanla kurulmuş yapılar dışarıdan sağlam görünür, içeriden boşlukla çürür.

Yalan çoğu kez öğretilmez, gösterilir. Çocuk sözden önce bakışı okur. Bir anne yüzünde gülümsemeyle "iyiyim" derken gözlerinde öfke saklıysa, çocuk onu görür. O an öğrenir: hakikat kelimede değil, gizlenendedir. Gizlenen konuşulmazsa, çocuk susar. Görülenle duyulan arasındaki fark onun ilk yalan tecrübesi olur. Ve bu fark iç dünyasına kazınır.

Çocuk hakikati hisseder ama yalanla büyür. Anlatılan dünya yaşadığı dünya değildir. Anne baba mutlu görünür ama birbirine dokunmaz. Seviliyormuş gibi gösterilir, ihtiyaçlar ötelenir. Çocuk sevgiyi bir gösteri zanneder. Sarılmak, gülmek, öpmek… hakikatin değil, rolün parçası olur. Gerçek duygular bastırılır, utanılır. Duygu bile yalanın kültürü içine sıkıştırılır.

Aile çocuğa ilk defa "iyi olmak için susması gerektiğini" öğretir. "Ayıp olur." "Üzülür." "Erken." Böylece çocuk susar. Sustukça büyür. Büyüdükçe yalan söyler. Çünkü artık mesele hakikatle var olmak değil, kabul görmektir. Sevgi koşulsuz değildir; itaate, başarıya bağlanır. Çocuk görür: bazı duygular kabul edilmez. Onları saklamayı öğrenir. Saklayarak sever, saklayarak konuşur, saklayarak yaşar.

Ailede söylenen yalanlar sıradanlaşır, sonra kutsallaşır. "Annen üzülmesin diye." "Baban duymasın." "Büyüyünce anlarsın." Bu cümleler ruha kazınır: Hakikati gizlemek sevmektir. Yalan söylemek korumaktır. Susmak büyümektir. Böylece çocuk büyüyünce gerçeği söylemeyi kırmak sanır. Sevdiğine yalan söyler, çünkü gerçeğin acıtacağını zanneder. Kendine yalan söyler, çünkü çıplak hakikatle yüzleşmeye gücü yetmez. Duygular örtüyle kaplanır, kaplandıkça tanınmaz hâle gelir.

Her aile yalanı, kuşaklar boyunca aktarılır. Dededen babaya, babadan çocuğa… aynı suskunluk, aynı roller, aynı maskeler. Hakikat yüksek sesle konuşulmaz; çünkü konuşulacak olan, yılların üstüne örtülmüş susturulmuşluktur. Her susturulmuşluk bir sonraki nesilde daha karmaşık, daha estetik, daha düzenli bir yalana dönüşür. Gerçek, unutulmuş bir hatıra gibi kalır. Unutulan her hakikat, yalanla süslenir.

Ailede hakikat en çok "başarılı ol" emriyle bastırılır. Çocuk kendisi olmak yerine görünmek zorunda bırakılır. Notlarıyla, davranışlarıyla, imajıyla kabul görür. Bir süre sonra varlığı kabul şartına bağlanır: Başarısızsan değersizsin. Üzgünsen sorunlusun. Kırılgansan eksiksin. Çocuk güçlü görünür, mutluymuş gibi güler, cesurmuş gibi durur. Oysa içi kırılmıştır. Ama gösteremez. Sevilmeyeceğini sanır. İşte o an, kendine ilk büyük yalanını söyler: "Ben iyiyim."

Kendi kendine yalan söyleyen insan, hakikati inkâr etmekle kalmaz; acıyı da iptal eder. Çünkü hakikat çoğu kez acıyla gelir. Acıya katlanmak yerine kendine daha konforlu bir hikâye anlatır. O hikâyede suçlu hep başkasıdır, eksik olan başkalarıdır. Ve insan, kendini sürekli haklı çıkaran bir anlatının içine kapanır. Kapanır ama daralır. Dış dünyayla teması kesilir. Çünkü her temas, kurduğu yalanı ortaya çıkarır. Görünürlük onun en büyük korkusu olur. Bu yüzden ne kadar çok yalan söylemişse, o kadar yalnızlaşır. O yalnızlığı bile yine bir yalanla örter: "Ben bunu kendim seçtim."

Hakikatle bağ kuramayan insan, iç konuşmasını da çarpıtır. İç sesi bir rehber değil, bir savunmacıya dönüşür. Her davranışı haklı çıkarır, her yanlışı başkasına yükler, her gerçeği eğip büker. Bu savunma düzeni bir süre sonra dışa da taşar. İnsan yalnızca kendine değil, herkese yalan söylemeye başlar. Çünkü içte kurduğu düzen dışarıyı da işgal eder. Ve zamanla yalan, bir savunma olmaktan çıkar; bir kimlik hâline gelir. Artık o kişi yalan söyleyen biri değil, bizzat yalanın kendisidir.

Hakikatin çekildiği yerde benlik, sadece görüntüye indirgenir. Ne hissettiğini ayırt edemez, ne istediğini tanıyamaz, ne sevdiğini seçebilir. Her şey başkasının bakışıyla şekillenir. Ve başkasının gözüyle var olmaya alışan, o göz çekildiğinde çöker. Bu yüzden en çok kalabalıkta değil, tek başınayken dağılır. Çünkü kalabalık tutar, yalnızlık gösterir. Yalnızlık içteki çürümeyi açığa çıkarır.

Yalanla kurulan benlik, aynada çatlar. Ayna yalnızca şekli değil, içeride bastırılmış hakikati de yansıtır. İnsan aynada kendi gözlerine uzun süre bakamaz. Çünkü o gözlerde, yıllardır gömülen gerçek kıpırdar. Ve o kıpırdama bir suç mahalli gibi rahatsız eder. Kendi gözlerine tanık olmak istemez. Ayna ya kapatılır ya değiştirilir. Kendisini başka açılardan, başka süzgeçlerden görmeye çalışır. Ama her yeni bakış, biraz daha uzaklaştırır. Sonunda kendi görüntüsünden değil, kendi yokluğundan ürker.

Yalan her zaman söylenen cümlede değildir. En ağır yalan, susulmuş kelimede gizlidir. Hakikatin en yakıcı hâli, dile gelmeden de vardır. Ama dile getirilmeyen hakikat, bir süre sonra yalanın gölgesinde çürür. Suskunluk hakikatin koruyucusu değil, celladı olur. İnsan sustuğu her yerde içindeki gerçeği boğar. Ve bir gün konuştuğunda, konuşan kendi sesi değildir artık.

Sessizlik, yalanın mezar taşıdır. Oraya gömülen kelimeden önce hafızadır. Çünkü unutmak için susulur. İnsan hatırlamak istemediğini söylemez. Söylemeyince hatırlamaz, hatırlamayınca yok sanır. Böylece hayat, kendi kendini unutarak sürdürülür. Ama unutuş silinme değildir; bastırmadır. Ve bastırılan, bir gün başka biçimlerde döner. Döner ama anı olarak değil, kâbus olarak. Geçmiş değil, iç çatışma olarak. Ve bu çatışma belleği de, benliği de yerinden söker.

Yalan, gelecek için değil, geçmiş için de söylenir. İnsan olanı olduğu gibi değil, olmasını istediği gibi hatırlar. Bu çarpıtma bir savunma değil, bir kaçıştır. Geçmişin hakikatiyle yüzleşmek, kimliğini değiştirmeyi gerektirir. Ama kişi kendini yalanla kurmuşsa, değişim ona yok oluş gibi gelir. O yüzden geçmişi yalanla onarır. Anne daha merhametli, baba daha suskun hatırlanır. Ayrılıklar zarif, düşüşler asil gösterilir. Tüm bu süsleme, gerçekliğin gömülmesidir.

Unutmak, çoğu kez bir seçimdir. İnsan her şeyi unutmaz; taşıyamadığını unutur. Ama unutmak silmek değildir. Hafıza susar ama yok olmaz. İçte birikir. Yalanla bastırılmış her hatıra, bedende yer bulur: uykuda, nefeste, deride, sindirimde. Bastırılmış hakikat, kelimeden kovulduğunda bedene girer. Artık konuşulmaz, yaşanır. İnsan neden acı çektiğini bilmeden acı çeker. Neden öfkelendiğini anlamadan patlar. Neden gülemediğini açıklayamadan susar. O suskunluk, içteki yıkımın dışarıya sızan tortusudur.

Yalanla beslenmiş bir arzu, kendini hazla telafi etmeye çalışır. İnsan hakiki bir birlikteliğe cesaret edemez. Çünkü çıplaklık yalnızca tenle değil, ruhla da ilgilidir. Ve ruhla soyunmak, en derin korkulardan biridir. Bu yüzden şehvet, çoğu kez hakikate yürüyüş değil, ondan kaçıştır. İnsan bir bedene sığınır, ama o bedende bile yalnız kalır. Çünkü içten içe bilir: yaşadığı şey bir oyun, bir tekrar, bir taklittir. Her sevişmenin ardından çöken o suskunluk, o yorgunluk… işte o, arzunun değil; yalancılığın bıraktığı utançtır.

Beden hakikatin taşıyıcısıdır. Uzun süre yalanı kaldıramaz. Bir titreme, bir kırılma, bir soğukluk… bunlar yalnızca fizyolojik değil; ruhî işaretlerdir. Çünkü beden, yalancı bir şehvetin sahnesi olduğunda, içteki özne çekilir. Geriye refleksler kalır. Refleksler bir koreografi üretir. Ama bu koreografi, içten değil; taklitten doğar. Ve her taklit, öze açılmış küçük bir darbedir. İnsan, başkasını değil; kendi hakikatini baştan çıkarır.

Yalanla yapılan sevişme, arzunun doyumu değil, sevgisizliğin ilanıdır. Dokunuş bir dil ise, o dilde hakikat yoksa her temas bir çarpıtmadır. Hakiki temas, bedenleri birbirine karıştırır. Yalancı arzu ise bedenleri yalnızca birbirine çarpar. Karışmak yerine çarpışmak olur. Bu çarpışma tensel değil, varoluşsal bir bölünmedir. Hakikati taşımayan birleşme, biraz daha ayırır.

Böylesi bir arzu, sevgi değil, güç arar. İnsan ötekinin bedeninde kendi yetersizliğini telafi etmeye kalkar. Arzu bir istek değil, bir intikama dönüşür: "Beni sevmedin ama bak, isteniyorum." "Bana değer vermedin ama bak, arzulanıyorum." Bu intikam, arzunun özünü çürütür. Sevişmek artık ispat olur. İspatın kendisi ise yalandır. Çünkü kendiyle barışmamış hiçbir beden, başkasında huzur bulamaz.

Yalancı arzu, en çok da kendine oynanır. Kişi arzulanıyor gibi yapar, beğeniliyormuş gibi davranır. Bu "gibi" hali zamanla kişiliğin kendisi olur. Artık kendi arzusunu değil, arzulanma ihtiyacını yaşar. Sevilmek değil, görünmek ister. Görünmekse yalanın en parlak maskesidir. Bir bakışla her şey değişir sanır. Ama o bakış, içi boş bir aynadır.

Şehvet yalanla birleştiğinde mahremiyet kaybolur. Mahremiyet, ancak hakikatin eşlik ettiği yerde mümkündür. Yalanla açılan beden içeriye bir şey almaz; yalnızca dışarıya bir gösteri sunar. Gösteri ne kadar abartılıysa, içteki boşluk o kadar büyüktür. O yüzden bazı arzular şiddetlidir; çünkü eksiklik derindir. Her birleşme bir çözülmeye, her tatmin daha da derin bir yalnızlığa döner. Çünkü hakikatten kopmuş her eylem, kişiyi kendinden uzaklaştırır.

İnsan kendine yalan söylediği anda arzusu da çarpılır. Ne istediğini bilmez, ne istemediğini dile getiremez. Bu belirsizlik içinde her şeye açık görünür; aslında hiçbir şeye açık değildir. Çünkü her davranış bir kaçıştır. Sevişmek, konuşmaktan kaçmak içindir. Sarılmak, kırgınlığı gizlemek. Gülümsemek, ağlamamak. Ve bütün bunlar yalancıdır. Çünkü yerini hakikat değil, korku almıştır. Korkunun biçimlendirdiği arzu, ruhsuz bir ritüele dönüşür.

Ölümle yüzleşmeyen insan, hayatla da yüzleşemez. Çünkü yaşamak, ölümü içinde taşımaktır. Ölüm bastırıldığında yaşam bir oyuna dönüşür. Günler yaşanır ama gün hissedilmez. Anlar akar ama derinlik doğmaz. İnsan yaşar gibi yapar. İçinde hep bir "keşke" kalır. O keşke, bastırılmış hakikatin mezarıdır. Bazen ölenin mezarı, bazen kendi benliğinin mezarı.

Yalanla kurulan teselli tamamlamaz. Yas bitmez, acı geçmez. İnsan her yeni ilişkide aynı kaybı tekrar yaşar. Birine sıkı bağlanır, sonra korkar. Çünkü eski iz hâlâ bedendedir. Yeni sarılma, eski mezarı yoklar. Mezar açıldığında çıkan şey yalnız ölü değil; bastırılmış hakikattir. Hakikat dile gelmedikçe hayat bir ağıt olur. Ama ağıt bile söylenmez. İçten içe her şeyin bitmiş olduğu hissiyle yaşanır. Ve o his, en ağır yalandır: hâlâ yaşıyormuş gibi yapmak.

Yalan dile yerleştiğinde bireysel sapma olmaktan çıkar, kolektif kural olur. Çünkü dil yalnızca anlatmaz, aynı zamanda inşa eder. Bir toplumun dili yalana bulaştığında, düşüncesi de, duygusu da, ilişkisi de aynı tortuyu taşır. Söz köprü olmaktan çıkar, perdeye dönüşür. Gerçeği ulaştırmaz, gizler.

Dil ilk kez hakikati taşıdığında doğar. Kelime hakikatten uzaklaştığında, geriye gürültü kalır. Gürültü anlamla karıştırılır. Oysa anlam kelimede değil, niyettedir. Niyet çarpıtıldığında en doğru cümle bile boş bir kabuk olur. Konuşulan şey dolaşır, kulağa çarpar, dudaktan çıkar, tekrar edilir. Ama o tekrar, hakikatin değil, boşluğun tekrarından ibarettir.

Anlatı hakikati taşıyorsa diriltir. Yalana teslim olduğunda uyuşturur. Çünkü anlatı yalnızca geçmiş değildir; bir anlam örgüsüdür. Hakikatten kopmuş anlam, bağlamaz, sürükler. Hikâye olur ama hatıra olmaz. Masal olur ama iz bırakmaz. Hakikat iz bırakır; yalanla kurulmuş anlatı silinmek için kurulmuştur. Söz uzar, cümle kurulur, öğüt verilir, vaaz edilir… ama gerçekte söylenen hiçbir şey yoktur.

En tehlikeli anlatı, öğretidir. Çünkü öğretide tekrar vardır. Tekrar edilen her yalan zamanla hakikat sanılır. İnsanlar duymadan ezberler, düşünmeden inanır, sorgulamadan yaşar. O yaşam ritüelin mekanikliğine dönüşür. Hakikat için değil, alışkanlık için yapılır. Söz kutsallaştırılır ama içi boştur. Kelime yüceltilir ama anlam unutulmuştur. Bu, dilin çöküşüdür. Kelimenin hakikatle bağının kopması, insanın hakikatle bağının kopmasıdır.

Sanat hakikatin aynası olabilir. Ama yalan oraya da sızar. Şiir hakikatin çırpınışı değil, gösteri olur. Söz gerçeği değil, imajı taşır. İmaj ne kadar parlaksa, hakikat o kadar azdır. Çünkü hakikat parlamaz; yanar. Yanan şey göz almaz, göz yaşartır. Sahte anlatı göz değil, alkış toplar. Alkış hakikatin değil, sahteciliğin ucuz karşılığıdır.

Vaaz kutsalın dile geldiği yerdir. Ama dil yalanla boyanmışsa, artık Tanrı değil, güç konuşur. Gücün sesi hakikat gibi görünmeye başladığında, inanç çürür. İnsan kutsalı değil, kutsalı temsil edeni dinler. Söze değil, sözü söyleyene iman eder. Ve bu iman, hakikate değil, kişiye yönelir. En büyük sapma budur. Çünkü hakikat kimsenin sesi değildir. Hakikat kimseye ait değildir. Ona sahip çıkma iddiası, onunla ilk alaydır.

En derin yalnızlık, başkalarıyla değil, insanın kendiyle olamamasıdır. Bir odaya kapanıp susmak değil; içinden konuşamamaktır. İç ses yitirildiğinde, dış dünyanın bütün gürültüsü de susar. Ama o sessizlik huzur olmaz; ağıt olur. Hakikat sustuğunda içte ne dinlenir ne dua edilebilir. Kelime yabancı gelir, duygu yarım kalır, bakış eksikleşir. Bu eksiklik bir azalma değil; bir erimedir. İnsan erir ama şekil değiştirerek değil, silinerek.

Yalanla yaşayan sonunda kendine bakamaz. Çünkü göz göze gelmek yüzleşmektir. Fakat bastırdığını unutmuşsa, yüzleşecek bir şey de yoktur. O yokluk hakikatin değil, hakikatin yerini almış hayaletin yokluğudur. Artık "ben kimim?" sorusu sorulmaz. Sorulsa bile cevap aranmaz. Çünkü cevabın olmadığını çoktan bilmiştir. Ve bu bilme bir bilgelik değil, tükeniştir.

İnsan kendini taşıyamadığında başkasını da taşıyamaz. Her ilişki yük olur, her sevgi zorlayıcı, her temas boğucu. Sonunda yalnızlık istenmez; yalnızlığa mecbur kalınır. İçinde sahicilik taşımayanın dışı taşmaz. Taşmayan kalp başka kalbe dokunamaz. Bu yüzden yalanla yaşanmış bir ömür, yalnızca bir bedene değil, bütün bir zamana ihanettir. O zaman geri dönülmez biçimde içe gömülür.

Yalan bir kelime değildir artık. Söylenmez, yaşanır. Solunur, taşınır, giyilir, yürünür. Kişi yalnızca yalan söylemez; yalanın kendisi olur.

O noktada ne sözün, ne suskunluğun anlamı kalır. Çünkü her kelime, her susuş, her bakış… çıktığı kaynağın çürümesini taşır. Ve o kaynak, artık "ben" değildir.

Bir insan kendini kaybettiğinde kaybolan şey bir isim değildir. Bir geçmiş ya da bir yüz değildir. Kaybolan şey sestir. İçeriden gelen, adı olmayan, kimseye ait olmayan o ses.

Ahmet Turan Esin