Nefsi emmarenin sıfatları - 5 - Zan

Görenin Gözünü Örten Görü

Bu yazıda baz alınan katman, beşerin, düşkün cihetten nefs-i emmaresidir.

Beşer, düşkün cihetten zamanın akışına tabidir. Beden olarak, asli iç olmayan, dışa-izafi bir iç, ve bu iç’e dış olarak kültüre, evrime, biyolojik kayıtlara ve, gelişim adı verilen arardalığa tabi ama düşkün zeminde yer alan ruhsal etkileşime tabidir. Böyle bir nefs ise, kısmîdir; ve bireyin diğer katmanlarını kuşatmaz.

Dolayısıyla aşağıdaki yazı, farklı katmanları da faal olan, ve farklı nitelikleri de cereyan eden nefsler için bir ölçüde bağlam dışındadır.

Bu uyarı iyi anlaşılmadan, aşağıdaki yazıyla acele hükme varılmaması gerekir.

İlk ve en temel mesele şudur: İnsan, kendi varlık topografyasından habersizdir. Kendini bir bütün sanır. Oysa bir bütün değildir. Bilakis, birbirinden ayrık, farklı nitelikte “yer”lerin gevşek bir aradalığıdır.

Ve bu yerlerin en temel ayrımı, Zemin ve Sahne arasında belirir.

Zemin: kişinin bizatihi kendisi olduğu, değişmeyen, öncesiz ve sonrasız, kayıp ama yegâne dayanak. Sahne: kişinin benliğini, bedenini, düşüncelerini, ilişkilerini, dünyasını tecrübe ettiği; sürekli inşa edilip yıkılan görünür alan. Bu sahne içe ve dışa ayrılır.

İşte zan, tam da bu sahnenin harcıdır. Zan, zeminden kopmuş bir bilincin ürünüdür. Kendi dayanağını yitirmiş, boşluğa tahammül edememiş bir bilincin. Ve o boşluğun doğurduğu korku, zannı üretir. Zan, bilginin değil; korkunun çocuğudur.

Kişi, zannederken bilmez. Bilmekten kaçar aslında. Görmeden hükmeder. Duymadan yargılar. Tanımadan reddeder. Sevilmeden nefret eder. Susmadan konuşur. Ve bütün bunlar, içeriden yükselen ama kendine ait olmayan karanlık bir sesten doğar: korkudan.

Bir göz, görmeye çalıştığında zannı doğurur. Çünkü bakış sadece dışa dönük değildir. İçeride de bir merkez arar. Ama iç merkez kaymışsa… bakış sabitlenemez. Her bakış, içteki kaymadan nasiplenir. Görülen artık görülen değildir. Görülen, içeride bastırılmış olanın kılığına girmiş bir gölgedir.

Zan, insanın kendi içiyle hesaplaşmaktan kaçarken dışarıya hükmetmesidir. İçinde taşıyamadığı hakikati dışarıda eğip bükerek taşınabilir hâle getirmeye çalışmasıdır. Gördüğü kişi değil; kendi bastırdığıdır. İşittiği ses değil; kendi susturduğudur. Duyduğu söz değil; içinde yankısından korktuğu cümledir. Ve böylece kişi, hakikati değil; kendini doğrulayacak imgeleri arar

Ve insan ençok da iyi zannettiğinde yanılır. Hüsn-ü zan: gerçekliğin yerine arzuyu koymaktır. İyiyi gören değil, iyi görmek isteyendir. Gerçeği gören değil, kendi kurgusunu hakikat sanandır. Kötüyü görmeyen, aslında kendi içindeki kötüyü bastırandır.

Ama dikkat: sûi zan da, hüsn-ü zan da aynı körlüğün iki ucudur. İlki karanlığı öne çıkarır. İkincisi karanlığı görünmez kılar. Ve her ikisi de hakikati örter.

Zan, mutlaklık arar. Belirsizlikte boğulan ruh, kesinlikten duvar örmek ister. Ama hakikat belirsizlikten geçmeden belirlenemez. Bir şeye “budur” demek, yüzleşmeye hazır olmayan bir zihnin kestirmesidir.

Zan, ilim gibi davranır ama cehaleti kalıcılaştırır. Hüküm gibi konuşur ama karanlığın sessizliğini örter. Tanıma sanrısıdır. Ve kişi, tanımadan tanıdığını sandığında artık ne tanıyan vardır, ne tanınan. Yalnızca kurgu kalır. İşte bu kurgu, gerçekliğin önüne geçer.

Zan en çok da bilinmeyeni bilinir kılarak güven inşa etmeye çalışır. Çünkü harekete geçen bilmenin kendisi değil; bilinmeyenden korunma arzusudur. İnsan, anlamadığının karşısında çıplaktır. Çıplaklık: korunaksızlık değil; bütün kurguların çöktüğü, bütün seslerin sustuğu, bütün imgelerin buharlaştığı o boşluktur. Zan, bu boşluktan kaçmak için örülmüş bir ses duvarıdır. Ve o ses dışarıdan değil içeriden gelir. Ama dışarıya aitmiş gibi görünür.

Zan, içeride bastırılmış olanın dışarıya yansıtılmasıdır. Kişi neyi çok hızlı yargılıyorsa, orada geçmişten taşan ve hâlâ yüzleşilmemiş bir kalıntı vardır. Zan anlık değildir; birikmiştir. Her yeni karşılaşma, eski bir kırığın yankısıyla sarsılır. Bir kelimeye yüklenen öfke, geçmişte söylenmemiş bir cümleye aittir. Bir bakıştan alınan tehdit, yıllar önce unutulmuş bir korkunun yankısıdır. Zan: geçmişin şimdiye sızmasıdır. Ve insan, zannettiği kişiye değil; o kişide hatırladığı bir acıya hükmeder.

Sûi zan kötülüğe öncelik vermez; kendindeki kötülüğü yansıtacak alan arar. Bastıramadığı karanlığı başkasının yüzüne yükleyerek kendinden uzaklaştırmaya çalışır. Oysa her suçlama, suçluluğun da bir işaretidir. Çünkü insan bilmediğine değil, bastırdığına düşman olur. Zan düşmanlıkla değil, bastırmayla başlar.

Ne kadar bastırdıysan, o kadar zannedeceksin. Çünkü içte saklı olan her şey, dışarıda bir imgeye bürünmek ister. Zan, o imgenin içini doldurma çabasıdır.

Sûi zan dışarıyı değil, içeriyi sabitlemek ister. Çünkü belirsizlik yalnız dışarıyı değil, iç dünyayı da bozar. İçte denge kurulmamışsa dışarının belirsizliği tahammül edilmez olur. O yüzden kişi gördüğü herkese bir kimlik biçer, bir niyet yükler, bir anlam dayatır. Her yüz bir anlamla mühürlenir. Ve bu mühür, içteki korkunun dışarıdaki temsiline dönüşür.

Zan görmek yerine damgalamayı tercih eder. Çünkü görmek zahmettir. Görmek yüzleşme ister, sabır ister. Zan ise hızlıdır. Kesin konuşur. Tereddütsüzdür. Ve insan en çok, hızlı ve tereddütsüz olanın yalan olduğunu geç anlar.

Bilmez ki iyiyi zannetmek de kötüyü zannetmek kadar uzaklaştırıcıdır. Çünkü her ikisi de arzunun uzantısıdır. Zan: iç arzuya dış gerekçe bulma çabasıdır. Hüsn-ü zanda iyiyi gören, iyilikle değil; iyi görme ihtiyacıyla bakar. Sûi zanda kötüyü gören, kötülüğe değil; kendi karanlığına yenilir.

Zan görülenle ilgili değil; görenin içindekiyle ilgilidir. Bu yüzden hiçbir zan hakikati kapsayamaz. Her zan, hakikatten bir parça eksiltir. Ve eksiltilen hakikat, zannedenin gözünde bir fazlalık gibi görünür. Çünkü onun için hakikat, taşıyamayacağı kadar çıplaktır.

Her zan, aslında bir görme biçimi değildir; bir görmeme biçimidir. Görmek yük almak demektir. Zan ise yük atmaktır. Zan taşıyan, taşınacak olanı dışarı iter. Ama dışladığı her şey, dönüp içini işgal eder. İnsanın dışladığı şey, bir aynaya dönüşür. Ve neyi dışladıysa, onunla hükmedilir hale gelir. Kötü zannettiğin, sana kendi karanlığını gösterir. İyi zannettiğin, yetersizliğini örten geçici bir perde olur. Ve sonunda hem sûi zan hem hüsn-ü zan, seni senden uzaklaştırır. Çünkü her ikisi de seni sana göstermeyen bir perdeye dönüşür.

Zan bireyin içindeki karanlığın dili, ama büyüdüğünde toplumun ortak lisanıdır. Bireyin içinden yükselen, topluluğun üzerine çöker. Bir kişinin körlüğü, bir yapının sistemine dönüşür. Zan kurumsallaştığında artık kişisel değildir; düzenin gözüne dönüşür. O göz hakikati görmez, hakikate hükmeder. Ve bu hüküm, adalet değil; korkunun yasasıdır.

Toplumlar zanla yönetilmeyebilir, ama zanla korunur, zanla hizaya sokulur. Kimliğini zandan alan topluluk kendini tanımaya ihtiyaç duymaz; çünkü her şey çoktan tanımlanmıştır. İnsanlar kendi adlarıyla değil, haklarında kurulmuş kanaatlerle yaşar. Ve o kanaatler öylesine yayılır ki artık kimse onların nereden doğduğunu, hangi acının yankısı olduğunu hatırlamaz. Zan kolektifleştiğinde kimse kime baktığını bilmez. Herkes herkese kendini görür gibi bakar. Herkes herkesi kendine benzetir. Ve sonunda herkes, herkesin kurbanına dönüşür.

Zan bir toplumun hafızasına yerleştiğinde, hakikatin yerini alışkanlık alır. Gördüğünü anlamazsın, çünkü zaten bildiğini sanırsın. Duyduğunu işitmezsin, çünkü zihnin çoktan karar vermiştir. İnsanlar birbirini anlamaz; çünkü anlamak için önce bilmemek gerekir. Zan, bilmeyi taklit ettiği için hiç kimse gerçekten bilmeye cesaret edemez. Herkes her şeyi biliyordur. Ama hiç kimse hiçbir şeyi tanımıyordur.

Ve bu bilme sanrısı, toplumun en büyük cehaletidir.

İnsan en önce başkasına değil, kendine karşı zanla yaklaşır. Kendi niyetini sorgulamaktan kaçar. Kendi arzularına tarafsız kalamaz. Kendi korkularını teşhis edemez. İçinden geçenleri yargılarken bile, kendini gözeten bir bilinçle konuşur. Zan dışa yansımadan önce içeride doğar. Ve kendine karşı kurulan bu ön yargı, bir tür içsel savunma sistemidir. Çünkü insan, ne olduğunu görmek yerine, ne olmak istediğini hayal eder. İşte zan, o hayal ile hakikat arasındaki farkı unutturmak için devreye girer.

İçini görmemek için dışarıya döner. Ne zaman ki içi karışır, dışını tarif etmeye başlar. Ne zaman ki iç sesi bulanıklaşır, başkasının sesini yorumlamaya kalkar. Zan, içerideki belirsizliği dışarıya yansıtarak çözmeye çalışır. Ama bu çözüm değil; kaçıştır. Çünkü insan, kendi içine yöneldiğinde çözülür. Ve çözülme, bir son gibi gelir. Zan, bu sonu ertelemek için icat edilmiştir: bir bakışın yerine konmuş kaçış, bir yargının ardına saklanmış korku, bir fikrin kisvesinde dolaşan yara.

İnsan kendine yaklaşamaz; çünkü yaklaştıkça kaybolur. Kendilik dediği şeyin ne kadar yığıntı, ne kadar yansıma, ne kadar başkasının sesi olduğunu fark ettikçe korkar. Ve bu korku onu dışa iter. Dışarıda bir düşman arar. Dışarıda bir günahkâr, bir kusurlu. İçerde olanı dışarıya yükleyerek kurtulmak ister. Oysa kurtuluş yükü atmakla değil, yükün kendine ait olduğunu görüp onunla kalmakla başlar. Zan, bu kalamayışın bahanesidir.

Kendi içindeki sûi zanı, çoğu kez tevazu sanır insan. Kendi değerini inkâr ederken erdemli olduğunu zanneder. Ama bu, değersizliğin övgüsüdür. Kendini övmenin yalanı neyse, kendini yermenin yalanı da odur. Zan, iki uç arasında sallanan yalancı bir terazidir. İçine doğru adım attığında bile, o adımı yorumlamak ister. “Neden bu adımı attım?” diye sorar, daha adımın yankısı sürerken. İşte o yankı zannın titreşimidir. Hiçbir içsel hareket zansız kalmaz. Bu yüzden insan, kendi içini tanıyamaz.

Hüsn-ü zan, kendi içini görmeye tahammül edemeyen bilincin süslü hikâyesidir. Kendini affetmeden bağışladığını sanmak. Kendini anlamadan sevmeye kalkmak. Kendine dokunmadan başkasına şefkat göstermek. Hepsi zanla yapılır. Çünkü hakiki olan incitir. Gerçek yara açar. Zan, bu yarayı kanamadan kapatma teşebbüsüdür. Ama kapatılan her yara içeride irin toplamaya başlar. Zan, iyilik maskesi altındaki çürümenin en parlak süsüdür.

Kişi kendine en uzak hâlini, kendini çok iyi tanıdığını sandığında yaşar. Zanneden bakış, bakış değildir. O, anlamaya değil haklı çıkmaya uğraşır. Bilmek için değil, bildiğini ispatlamak için çalışır. Gerçeğe değil, kendini korumaya hizmet eder. Zan, hakikati değil; hakikate benzeyen bir taslağı tercih eder. Bu yüzden zanneden kişi hakikî bir yüzleşmeye girmez. Kendini izah eder, yorumlar, tanımlar. Ama her tanım, içerideki sessiz olanı susturmak içindir. Ve o susan şey, en hakikî şeydir.

Kendini anlamak isteyenin ilk düşmanı zandır. Çünkü yeni anlayış, eski yargının çökmesiyle doğar. Zan, bu çöküşü engelleyen bir kalkan gibidir. Oysa yıkılmadan yeni bakış doğmaz. Kendi yanlışını yıkmaya izin vermeyen, doğruya erişemez. Her yanlış, bir süreliğine doğrudur. Her zan, bir süreliğine gerçektir. Ama bu geçicilik kalıcılığı taklit ettikçe çürüme başlar. Zan, işte bu taklidin çürüyüşe dönüşmüş hâlidir.

Zan yalnızca içsel bir algı bozukluğu değil, bir dil hastalığıdır. Her kelime, hakikatin değil zannın yükünü taşır. Çünkü insan dili, çoğu zaman görmek istemediğini saklamak için vardır. Düşünmeyi değil, düşünmemeyi; açıklamayı değil, geçiştirmeyi; derinleşmeyi değil, kaçmayı amaçlar. Kelime çoğu zaman anlatmaz; örtbas eder. Zan, bu örtmenin dildeki adı olur. Her sözcük, eski bir yargının taşıyıcısı hâline gelir.

Bir ad verildiğinde bir şey biter. Tanım yapılan yerde hareket durur. Çünkü tanım değişimi sabitler. Zan, bu sabitliğe sarılarak güven arar. Bir kişiye etiket yapıştırmak, onu anlamaktan vazgeçmektir. Çünkü anlamak süreklilik ister; etiketlemek tek bir anı bütün zamana yaymaktır. Zan, dili sabitleyerek hakikati dondurur. Sözcük artık işaret ettiği şeyi değil, hakkında zannedileni taşır.

İnsan, varlığıyla zan taşır. Sadece düşündükleriyle değil; yürüyüşüyle, susuşuyla. Karşısındakinin nefesini kesişiyle. Gövdesini nasıl taşıdığıyla. Başını ne kadar dik ya da ne kadar düşük tuttuğuyla. Zan, tek bir bakışın değil, bütün bir varoluşun çarpılma biçimidir.

Ve insan kendine bakmaya cesaret ettiğinde, bedeninin bile kendi hakikatine ne kadar yabancılaştığını görür. Çünkü zan düşünceyle başlamış, ama zamanla hücreye kadar işlemiştir.

Zan tekrarlandığında alışkanlığa dönüşür. Alışkanlık kökleştiğinde kimliğe. Kişi artık zannettiğini düşünmez; bildiğini sanır. Her kanaat yerleşir. Her bakış kalıplaşır. Her ilişki, daha başlamadan biter. Zan, başlangıçta bir savunmaydı. Sonra bir yorum oldu. Ardından bir yargıya dönüştü. Ve şimdi bir varoluş biçimi. Artık kişi zannı taşımaz; zan kişiyi taşır.

Zanneden bilinç, sonunda kendi zannını benlik zannetmeye başlar. Bu sadece bir fikir değil, bir öz hissidir artık. Kendisini, zannettiklerinin toplamı olarak deneyimler. Sevdiği insanlara dair olumlu zanlar, ona “iyi bir seven” olduğuna inandırır. Korktuğu insanlara dair sûi zanlar, kendini “hassas”, “dikkatli” gibi tanımlamasına sebep olur. Zan, artık dışarıya dönük bir okuma değil; içe dönük bir kimlik kurucusudur. Kişi kendini tanımayı bırakır, tanımladığı hâliyle yaşamaya başlar.

Ama bu tanımlar akışkan değil, donuktur. Çünkü zan esnekliği kabul etmez. Olanı olduğu gibi değil, olduğu hâlde kalmak zorunda olan biçimlerde tasarlar. Bu yüzden zan kimliği, değişimi dışlar.

Birini bir kere “tehlikeli” zannetmişse, bin kere güvenli davranış görse de o zan silinmez. Çünkü o zan, artık karşıdakiyle ilgili değildir; kişinin kendi kimliğinin parçası olmuştur. O zannı terk etmek, sadece bir düşünceyi değil; o düşünce üstüne inşa edilmiş benliği de terk etmektir.

Ve çıplak kalmayı göze almak… işte o, çok az kişinin taşıyabileceği bir yıkımdır.

İki insan arasındaki her ilişkinin görünmez ilk misafiridir zan. Daha adım atılmadan, daha ses duyulmadan, daha bakış değmeden içeride şekillenmiş bir imge vardır. Ve o imge, karşıdakine değil; kişinin kendi geçmişine, arzularına, korkularına, yarım kalmış beklentilerine aittir. Sevgi, dostluk, sadakat yahut aşk, hep bu imgenin üzerine kurulmaya çalışılır. Oysa sevilen kişi değil; zannedilen kişidir. Ve zannedilen kişi, hiçbir zaman var olmamış bir hayaldir.

Zan ilişkiyi yönlendirir, biçimlendirir, bozar, siler. İlk temas bir yakınlık değil, bir proje olur. Kişi, karşısındakiyle kurduğu bağda ne görmek istiyorsa, onu yerleştirmeye başlar. Bir gülümsemede güven, bir sessizlikte suç, bir dokunuşta sadakat, bir gecikmede ihanet okur. Artık hiçbir şey yalnızca kendisinden ibaret değildir. Her davranış yoruma, her söz imaya, her suskunluk tehdide dönüşür. Ve zan, tüm bu yorumları hakikatin yerine geçirir.

Sevgi zanla başladığında, daha en başından bir tahakküm biçimine bürünür. Seven, sandığını sevmekte ısrar eder. Ve karşısındaki kişi, o sevgiyi taşımadığı anda hayal kırıklığına dönüşür. Ama bu kırıklık, sevilenin kusuru değil; sevenin zannının çöküşüdür. Hüsn-ü zanla kurulan sevgi, karşıdakini anlamak değil; onu kendi hayaline uydurmaktır. “Sen böylesin” demek, aslında “ben seni böyle zannediyorum ve öyle kalmanı istiyorum” demektir. Bu sevgi değil; baskıdır. Zanla kurulmuş bağda karşıdaki kişi, yalnızca bir yansımadır. Onun her hareketi, senin iç kırılganlığını belirler.

Zan aşkı imkânsız kılar. Çünkü aşk, bilinmeyene açılma cesaretiyle başlar. Zan ise bilinmeyene şekil verme çabasıdır. Aşk, hakikî bir karşılaşma ihtimali taşır. Zan, o karşılaşmayı başlamadan bitirir. “O böyle biri,” der. “Ben onun gibilerini bilirim,” der. “Bu tipler hep aynıdır,” der. Ve o anda, hiçbir temas yaşanmadan bütün ihtimaller çöpe atılır.

Zan, aşkı yaşamadan öldüren bir zehirdir. O zehir yavaş işler: önce yakınlaştırır, sonra daraltır, sonra boğar.

Zan yalnızca bireyde doğmaz, bireyde büyümez. Kalabalıklaştığında ideolojiye, sistemleştiğinde norma, toplulaştığında kimliğe dönüşür. Kişinin kendi hakkında kurduğu zan nasıl bir benlik inşa ediyorsa, toplumların ortak zanları da bir aidiyet, bir düşman, bir kutsal ve bir suçlu inşa eder.

Bu zanlar sorgulanmaz; çünkü ortaklaşmışlardır. Herkesin paylaştığı zan, hakikat gibi görünür. Ama çok kişi tarafından paylaşılan bir zan hakikat olmaz; sadece daha derin bir sisin içine yerleşir.

Bir topluluğun kendi hakkında taşıdığı hüsn-ü zan, onu eleştiriye kapatır. Kendi tarihini yüceltmesi, kahramanlarını kutsaması, kurbanlarını dramatikleştirmesi… Bunların hepsi yüzleşmek yerine örtmektir. Zan, burada bir anlatı biçimidir. Toplum kendini bir acı etrafında tanımlar. O acı, çoğu kez gerçekliğiyle değil, tekrar edilişiyle kutsanır. “Biz hep zulme uğradık.” “Biz hep doğru yolda olduk.” “Bizim kültürümüz hep yüceydi.” Bu cümleler aidiyet değil; körlüktür. Kendi hakkında kurulan hüsn-ü zan, dışarıdaki her farklılığı tehdide çevirir.

Her kolektif hüsn-ü zan, karşısında bir sûi zan üretir. Toplum kendini ne kadar temiz, saf, mazlum olarak kurgularsa; ötekini o kadar kirli, hain, aşağı olarak biçimler. Zan burada yalnızca içe dönük inşa değil; dışa dönük yok etme aracıdır. Korkulan, aşağılanan, bastırılan öteki, aslında içteki tanınmamış gölgenin yansımasıdır. Bireyde olduğu gibi, toplulukta da ötekine yüklenen her karanlık, kendi bastırılmış hakikatinden kaçıştır.

Bir kavmi düşman diye tanımlamak, o kavme dair tarihsel gerçeği değil; onunla kurulan zihinsel imgeyi sabitlemektir. Toplumsal hafıza, bireysel hafıza gibidir: çarpıtılmış, seçici, kırılgan. Her anlatı bir amaç taşır: ya kendini haklı çıkarmak ya da başkasını suçlamak. Zan, bu anlatıların görünmez temelidir. Bir halk, başka bir halk hakkında ne kadar kesin konuşuyorsa, o kadar derin bir zan taşır. Çünkü kesinlik, hakikatin değil; korkunun dilidir.

Kolektif sûi zan, sadece düşman değil; kimlik de üretir. Düşmansız bir toplum, iç birlik duygusunu kaybeder. O yüzden sûi zan, hem ötekini dışlar hem içeriyi tutar. Bu birlik, hakikate değil; tehdide karşı savunmaya dayanır. Toplumlar kim olduklarını söyleyemezler; ama neye karşı olduklarını bağırarak var olurlar. Bu haykırış, kendi iç çatışmasının dışa aktarımıdır.

Zanla kurulmuş topluluk, bireylerini de zorlar. Herkesin aynı geçmişi hatırlaması, aynı düşmana öfkelenmesi, aynı kutsala inanması beklenir. Bu beklenti, bireyselliği değil; kitlesel zannı besler. Farklı düşünen, sadece farklı düşünmez; tehdit olur. Çünkü zannın hâkim olduğu yapıda farklılık, yapının kendisini sorgulatır. Bu yüzden farklı olan dışlanır. Zan, burada düzenleme aracıdır. Yalnız hakikati değil; hakikati arayanı da susturur.

Bir bayrak, bir marş, bir simge… sadece aidiyet işareti değildir. Aynı zamanda zanı pekiştirmenin aracıdır. Görülen, zihindeki zannı güçlendirir. İnsan gördüğünü düşünmez; tekrar eder. Ve her tekrar, hafızayı derinleştirir ama hakikati derinleştirmez. Eleştirel düşüncenin yerini ezber alır. Zan, sorgulanamaz bir doğruya dönüşür. Toplum onu yaşar ama anlamaz. Savunur ama bilmez. Kurar ama sorgulamaz.

Zanla inşa edilmiş millet, bireyin kendi zanlarını da büyütür. Birey, toplumsal zannın içine katıldığında, artık kendi zannını da savunmak zorunda hisseder.

Sessizlik bazen korkunun emrindedir. Konuşursa çözülmekten korkar. Bazen suçun. Konuşursa açığa çıkmaktan. Bazen kibirin. Konuşursa zayıflamaktan. Bazen sevginin. Konuşursa kaybolmaktan.

Ama hangi niyetle olursa olsun, sessizlik her zaman bir açıklık bırakır. Ve açıklık, zannın en verimli toprağıdır. Zan, kelimelerin arasından değil; kelimesizlikten doğar.

Zan, konuşulanın çarpıtılmasıyla değil; konuşulmayanın doldurulmasıyla başlar. Çünkü hakikat çoğu zaman suskunlukta değil, suskunluğu taşıyabilecek açıklıkta görünür. Kişi kendi sessizliğini ya da başkasının sessizliğini anlamaya çalışmak yerine yorumlamaya kalkıştığında; artık duymaz, sadece zanneder. Ve o andan itibaren sessizlik, bir hakikat değil; bir tehdit ya da bir umut hâline gelir. Zan, sessizliğin anlamıymış gibi davranır. Oysa yalnızca suskunlukla baş başa kalmış zihnin kendi yankısıdır.

Zan sadece yanlış anlamaktan doğmaz. Sadece fazla anlam yüklemekten, eksik bilgiyle hüküm vermekten de değil. En çok inkârdan doğar. Görmediğini sandığın şey, aslında en çok gördüğündür. Duymazdan geldiğin ses, içini en çok çınlatandır. Bilmediğini söylediğin, içte en çok boğulandır. İnsan neyi bastırdıysa, en çok onun hakkında zanneder. İnkâr iç gerçeği yok etmez; sadece dışarıya başka bir kılıkta çıkarır. Zan o kılıktır. Bastırılanın sessizce dışavurumu.

Kişi kendinde görmek istemediği ne varsa, dışarıda arar. İçindeki öfkeyi başkasının bakışında, korkusunu başkasının davranışında, kırılganlığını başkasının sözlerinde zanneder. Çünkü içe bakmak göze alındığında her şey çözülür. Ama çoğu insan çözülmekten değil, görünmekten korkar. Görünmemek için inkâr eder. Ve inkâr ettiğini başka bir sûrette zanneder. Burada zan, bir savunma değil, bir maske değil, bir kopya da değildir artık; doğrudan inkârın şekle bürünmüş hâlidir.

İnkâr edileni yok sayamazsın. Yok saymak, onu içeride sabitlemektir. Bastırılan duygu ölmez; donar. İçeride birikmiş hâlde kalır. Ve o donmuş hâl, zamanla dışarıda yorumlara, sezgilere, yakıştırmalara, etiketlere dönüşür. “O bana güvenmiyor” dediğin kişi, aslında senin güvenmekte zorlandığındır. “Bu ortamda huzur yok” dediğin yer, aslında iç huzurunun kaybolduğu yerdir. Zan, dış dünyanın çarpıklığı değil; iç dünyanın bastırılmış hâllerinin geri dönüşüdür.

İnsan kendini inkâr ettikçe başkasını tanımayı bırakır. Çünkü görmemek için bastırdığını, dışarıda aramaya başlar. Bu arayış bilinçli değildir; sezgisel de. Bu, bastırmanın yan etkisidir. Kişi neyi bastırdıysa, artık o konuda hakikati göremez. Bastırılmış olan görme merkezini işgal eder. Zan, işte o merkeze sızan karanlıktır. Ve insan, bastırdığını tanıyamadığı için, tanıyamadığını her yerde sanır.

En tehlikeli zan, doğruya en çok benzeyendir. Gerçekten ayırt edilemez. Çünkü tüm işaretleri taşır. Sessizdir. Sert değildir. Dayatmaz. Açık konuşur. Ama bu açıklık bir bilinç aydınlanmasından değil; zihnin kurduğu sahte bir derinlikten doğmuştur. Kişi içindeki bu dinginliği hakikat sanır. Oysa bu, yalnızca çatışmalarını bastırmış bir zihnin düzenidir. Bastırılmış olan yok olmamış, yalnızca hakikat kılığına bürünmüştür. Zan, burada bir algı bozukluğu değil; doğrudan bir benlik metaforudur.

Hakikati gördüğünü zanneden, hakikati artık aramaz. Çünkü arayış ancak eksiklik hissiyle mümkündür. Zan, eksikliğe tahammül etmez. Her şeyi gördüğünü, çözdüğünü, bildiğini söyler. Ve bu bilgi, bilginin en tehlikeli biçimidir. Çünkü sınanamaz. Sorgulanamaz. O kadar içselleştirilmiştir ki kişi artık “ben böyleyim” bile demez. Sadece olur. Ama o oluş, doğallık değil; ustalıkla yerleştirilmiş zannın susturulmuş ama hâlâ işleyen biçimidir.

Hakikat kesinlikten doğmaz. Zan ise daima kesinlikle konuşur. “Bu doğrudur.” “Bu yanlıştır.” “Bu budur.” Bu cümleler artık açıkça kurulmaz; iç ses hâline gelir. Kişi, kendi yorumlarını hakikat gibi duymaya başlar.

Ve bu işitme biçimi, dış sesi yok eder. Dışarıdan gelen söz, ne kadar hakikî olursa olsun, içteki zan süzgecinden geçmeden içeri giremez. O süzgeç görünmezdir ama güçlüdür. Çünkü oraya kadar gelen her şey, zihinde bir kez daha damıtılır. Ve zan, hakikatin biçimini bozmadan, onun yerini alır.

Zan sadece hakikate değil; harekete de karşıdır. Çünkü hareket, sabiti bozar. Kişi ne zaman yönünü değiştirmeye kalksa, içten bir ağırlık onu yere çeker. “Hayır, bu sana göre değil.” “Yine acı çekersin.” “Aynı olacak.” “Daha önce de denemiştin.” Bu cümleler dışarıdan gelmez. İçeriden, derinlerden yankılanır. Ve kişi bu yankıyı sezgi zanneder. Oysa bu, donmuş belleğin duvarına çarpan zannın yankısıdır. Ses içte döner, ama hakikate açılmaz. Çünkü hakikat değişkendir; zan sabittir.

Sabitlik, varoluşun doğasına aykırıdır. Her şey hareket hâlindeyken, kişi sabit bir bakışla yaşarsa yaşamdan kopar. Bu kopuş ölüm değildir; canlılığın yokluğudur. Artık yeni bir şeye sevinilmez. Üzülünmez. Şaşırılmaz. Çünkü her şey çoktan “belli”dir. Zan burada bir çarpıtma değil; doğrudan bir felçtir. İnsan yeni bir söze kapalıdır. Yeni bir yüz, sadece eski hayalin kopyasıdır. Yeni bir yol, yalnızca eski yönün başka tabelasıdır. Hiçbir şey yeni değildir artık. Her şey zannın gözlüğünden geçirilmiş, sabitleştirilmiş, kilitlenmiştir.

Zan hakikati öldürmez; ama çağırma ihtimalini siler. Zan, “olabilir” ihtimalini yok eder. “O da mümkün.” cümlesini susturur. Sabitin olduğu yerde ihtimal kalmaz. İhtimalin olmadığı yerde ise hakikat barınmaz. Çünkü hakikat, ancak çağrıldığında gelir. Zan çağırmaz. Zan kapatır. Ve kapattığı yerde sessizlik olur. Ama o sessizlik olgunluk değil; tükenmişliğin perdelenmiş hâlidir.

En tehlikeli sabit, mutlaklaşmış iç bilgidir. “Artık anladım.” diyenin dili, hakikatin değil; kapanmanın dilidir. Çünkü hakikat her an yeni bir açılma, yeni bir çözülme, yeni bir bozuluş ihtimaliyle yaşar. Zan ise çözüldüğü anda yok olacağını bildiği için sabit kalmak zorundadır. Sabitliğini korumak için her yeniye refleks üretir. Her soruyu susturur. Her teklifi boğar. Her ihtimali çürütür. Çünkü kendi devamlılığı, hareketin yokluğuna bağlıdır.

Zan bir çatıydı. Çatı kalktığında gökyüzü açılır. Ama o gökyüzü, altında güvenle yaşanacak bir açıklık değil; üstünde boğulunacak bir sonsuzluktur. Sonsuzluk fikri, ancak sınırlarla anlam kazanır. Zan, işte o sınırları çizerdi. Bu yüzden herkes hakikati istemez. Çünkü hakikatle yüzleşmek, önce zansız kalmayı gerektirir. Zansız kalmak ise korunaksız kalmaktır. Ve korunaksız insan, önce korkar.

Çünkü artık hiçbir yere ait değildir. Kimseye ait değildir. Kendine bile ait değildir. İçinden yükselen hiçbir ses tanıdık değildir. Doğru bellidir diyemez. Yanlış da. Ne iyi tanımlanır, ne kötü. Hiçbir şeyin yeri yoktur. Her şey yerini arar. İnsan bile. Ve insan kendi yerini kendi içinde aradığında, aslında hiçbir yerin kendisi için yapılmadığını fark eder. Bu fark ediş, bilgelik değil; ilk anda parçalanmadır.

Zan gider, ama onunla birlikte inşa edilmiş bütün anılar da gider. Bütün alışkanlıklar, bütün anlamlar çöker. Kişi geçmişine başka gözle bakamaz artık. Çünkü o geçmiş, zannın süzgecinden geçerek anlam bulmuştu. Şimdi o anlamlar çöktüğünde, geriye yalnızca saf, çıplak olaylar kalır. Ama olaylar tek başına taşınamaz. Olay bağlama muhtaçtır. Ve çoğu zaman o bağlamı zan veriyordu. Şimdi bağlam yoktur. Ve bağlamsızlık: çıplaklıktır.

Çıplaklık yalnızca bedene değil, bilince de aittir. Bütün inançlar, bütün yargılar, bütün eğilimler soyulduğunda; insan sadece “var” olur. Ama bu varlık tanımsızdır. Tanımsızlık bir iç çıplaklık hissi doğurur. Bu hissi taşımak, insanın zannına, tanımına, kimliğine sarıldığı kadar cesur olmasını gerektirir. Çünkü “ben kimim?” sorusu artık cevaplanmaz. O yalnızca kalır. Soru olarak. Açık bir yara gibi.

Zansız alanda her şey titreşir. Bir yüz, bir jest, bir söz; artık yorumlanmaz. Sadece olur. Ve bu oluşun kendi başına yeterli oluşu, alışılmadık bir özgürlük değil; alışılmadık bir tehdit gibi yaşanır. Çünkü yorum yoksa kontrol de yoktur. Zan gidince kontrol de gider. Ve insan, kontrolsüz bir gerçeğin ortasında kalakalır. O ortalık ne merkezdir, ne kaos. Sadece “açık”tır.

Hakikat, zannın yokluğunda gelmez demiştik. Ama hakikat, ancak o yokluk taşınabildiğinde gelir. Çünkü hakikat çağrılmaz. O yalnızca boşalan yere sızar. Ama o boşluğu taşımak bilgelik değil; ölümdür. Zihin ölmeden hakikat gelmez. Zihin ölmeden zan bitmez. Zan bitmeden hakikat görünmez. Göreceğini zanneden, hâlâ görmemiş demektir.

Zan söküldüğünde, ardından gelen boşluk önce felçtir. Sonra karanlık. Sonra yönsüzlük. Sonra sessizlik. Bu sessizlik ilk başta taşınamaz. Çünkü hiçbir şey konuşmaz; ama her şey oradadır. Her şey görünür; ama hiçbir şey tanımlanmaz.

Tanımsızlık içinde ilk kırılan şey: yargıdır. Ardından benlik çatlar. Sonra geçmiş. Sonra yön. Ve sonunda zaman. Zansızlıkta geçmişin anlamı silinir. Geleceğin ihtimali çözülür. Şimdi ise bir duraklama değil, bir genişleme olur. Ve genişleyen şimdi, artık bütün zamanların anlamını taşır.

Kişi artık düşünce üretir ama düşünceler onda çözülür. Her şey bir süreliğine belirir. Sonra gider. Ve bu gidişler, eskiden olduğu gibi eksiklik bırakmaz. Çünkü eksiklik, ancak sabit çökerse duyulur. Artık sabit yoktur. Kayıp yoktur. Eksiklik duygusu bile anlamını yitirir. Eksik, yalnızca geçmişe göre tanımlanırdı. Şimdi geçmiş, sadece olmuş olan olarak taşınır; anlam yüklenmez.

Bu farkındalık sessizdir ama kör değildir. Sakin ama uyuşuk değildir. Uyanık ama tedirgin değildir. Bu uyanıklık içte bir alarm değil; dışta bir açıklıktır. Her şeyin olup bittiğini bilir. Her şeyin olurken kendi yükünü de getirdiğini fark eder. Ama hiçbir şeye direnmez. Bu dirençsizlik pes etmek değildir. Savaşın bittiği bir zemin değil; savaşın gereksizliğini gören bir zemindir.

Zan gitmiştir ama yerine yeni bir bilgi gelmemiştir. Artık “biliyorum” yoktur. “Anlıyorum” da azdır. “Fark ediyorum” vardır. Ama bu fark ediş bir üstünlük hâli değildir. Bu, her şeyin içinde olup hiçbir şeye sahip olmamanın hâlidir. Zan sahip olmak isterdi. Farkındalık sadece taşır. Ve taşınan hiçbir şey senin değildir. Ama içinden geçer. Sadece geçer.

Kendine dair tanımlar kalkar. “Ben” kalır ama sessizdir. “Ben böyleyim” demez. “Ben buradayım” demez. Ama vardır. Bu varlık sabit değildir. Bu bir izdir. O iz kimlik değil; varlıktır. Ve bu varlık her şeyin içinden geçer ama hiçbir şeye tutunmaz. Hiçbir şeyi reddetmez ama hiçbir şeyi kendileştirmez. Zan gidince ben de gider. Ama onun yokluğunda beliren şey yokluk değil; tanımsız varlıktır.

Bu tanımsız varlık yaşamaz; olur. Geçmişe bağlı değildir. Geleceğe yönelmez. Ama içinden geçen her anı taşır. Bu taşıma hafiflik değil; derinliktir. Ve o derinlikte artık tanım yoktur ama yankı vardır. Her söz yankı yapar. Her bakış yankı yapar. Ama bu yankılar hüküm değil; işaret olur.

Zannın bittiği yerde kalan bilinç konuşmaz; işitir. Görmez; sezer. Bilmez; taşır. Ve bu taşımada ağırlık yoktur. Çünkü yük, artık anlamın sabitliğinden değil; oluşun açıklığındandır. Bu açıklık acı vermez. Konfor da sağlamaz. Sadece açıktır. Sadece olur.

Zan bitince dünya değişmez. İnsanlar yine aynıdır. Acı yine gelir. Eksik yine kalır. Kayıp yine yaşanır. İhanet mümkündür. Veda kaçınılmazdır. Ölüm yaklaşır. Ama bütün bunların içinde, artık hiçbir şey eski biçimiyle dokunmaz. Çünkü dokunan olay değil, zihindeki karşılığıydı. O karşılık artık sabit değildir. Zanla sabitlenmiş her duygu, her düşünce, her anlam şimdi açıkta, geçici, durmadan değişen bir fark edişe bırakmıştır. Artık acı bile tanımsızdır. Sevinç de tarif edilmez. Ve bu tanımsızlık onları silmez; sadece taşınır kılar.

Zansız bilinçte “niye” sorusu çözülür. Ama çözülmek cevabın bulunması değildir. Sorunun kendisi düşer. Çünkü soran artık yanıt aramaz. Olanın nedenine değil, nasıl geçtiğine bakar. Ve bu geçişte kavga yoktur. Şikâyet yoktur. Hüküm yoktur. Sadece akışın sessiz ve tanımsız izi vardır. Her iz geçicidir. Ama hiçbir iz kaybolmaz. Her şey geçer. Ama hiçbir şey eksilmez.

Zansız bilinç ne suskundur ne konuşkan. Ne uzak durur ne yaklaşır. Ne kabullenir ne reddeder. Çünkü bu hâl ikilikleri çözmüş değil; ikiliklerin gereksizliğini görmüştür. Artık “bu doğru, bu yanlış” yoktur. Ama doğruluk da, yanlışlık da hâlâ vardır. Her şey yerli yerindedir. Sadece onları sabitlemeye çalışan zihin yoktur. Artık kişi bir sözle incinmez ama her sözü duyar. Bir bakışla sevmez ama her bakışı taşır. Bir anıya tutunmaz ama her anıdan geçer. Ve bu geçiş mesafe değil; temastır. Zanla temas çarpışmaydı. Zansız temas, iz bırakmayan dokunuştur. Artık hiçbir şey kişisel değildir. Ama her şey içeriden geçer.

İlişkiler değişmez. Ama bağlanma biçimi değişir. Sahiplenme yoktur, terk edilme korkusu da. Sadakat kimlik değil; kendiliğindenliktir. Güven, kontrol değil; akıştır. Sevgi ihtiyaç değil; varlıkla eş akıştır. Ve bu akışta kayıp yoktur. Çünkü kazanç da yoktur. Her şey bir olur. Her şey geçer. Her şey kalır.

Zansız bilinç özel değildir. Yüce değildir. Seçilmiş değildir. Ne bilge bir kimliktir ne de kutsanmış bir hâl. Çünkü artık ne kendini tanımlar, ne tanıma ihtiyaç duyar. Yalnızdır ama yalnızlığı tamdır. Kalabalıktadır ama kalabalık ona değmez. Kalpten yaşar ama kalp artık geçmişin değil; oluşun taşıyıcısıdır. Bu kalpte hüküm yoktur, ses yoktur, plan yoktur. Ama taşıdığı şey, her duadan, her bilgiden, her anlamdan daha gerçek bir sessizliktir.

Zansız bilinç hiçbir şeyi düzeltmez. Ama her şeyi dönüştürür. Çünkü biçim vermez. Biçimlerin geçişine sessizce tanık olur. Bu tanıklık edilgin değil; en yüksek varoluştur. Çünkü sadece olanla bir olmaya çalışmaz. Olanın içinde kendiliğinden çözülür.

Hakikat artık ne uzakta bir hedeftir, ne içeride bir bilgi. Hakikat istikamet değildir. Varış değildir. Hakikat, zannın bittiği yerde açılan “olma” hâlidir. Bu hâlde iddia yoktur. İspat yoktur. Sıfat yoktur. Makam yoktur. Yorum yoktur. Hedef yoktur. Ama her şey oradadır. Her şey şimdi’dedir. Her şey o açıklığın sessizliğindedir.

Ve o sessizlik. Hiçbir şeyi söylemez. Ama her şeyi işitir.

Ahmet Turan Esin